Perşembe, Nisan 22, 2010

Turnusol - Yalçın Doğan


Pazar, Nisan 18, 2010

Köy Enstitüleri - Abbas Güçlü

Japonya' da Laiklik - Soner Yalçın

Türkiye’de son dönemde sık karşılaştığımız “moda” bir söylem var. Dinsel öğelere ağırlık veren bu söylemin hedefinde laiklik var. Laikliği, -salt bize özgüymüş gibi- Kemalist Devrim’in “icadı” gösteriyorlar! Ve hep takdir ederek Japonya örneğini veriyorlar: “Geleneklerini hiç değiştirmeden Batı medeniyetinin sadece kendilerine yarar teknolojisini aldılar. Bizde türban yasak ama Japon kadınları hâlâ kimono giyiyor.” Gerçekler öyle mi, yoksa saptırma mı? Ya da bilgi yetersiz mi? Bakalım...

ÖNCE iki Japon olgusunu yazayım:
Bir, Japonya ulus-devlettir...
İki, Japonya laiktir...
İnsanoğlunun nesnel olguları değil, inanmak istediklerini kabul ettiği bir gerçek. Bizim insanımızın Japonya üstüne bilgileri büyük ölçüde “şehir efsanelerine” dayanıyor. (Örneğin kimimiz Japonların merhum Barış Manço’ya hayran olduklarını ve adını hiç unutmadıklarını sanıyor! Buna inanmak hoşumuza gidiyor. Oysa Japonların tanıdıkları tek sanatçımız Fazıl Say’dır. Tam 7 CD’si en çok satanlar listesine girmiştir.)
Japonlar pek anlaşılmadıklarını şu cümleyle ifade ederler: “Japonya, balinaya benzer; denizde yaşar ama balık değildir; balığa benzer ama memelidir!”
Japonları “bu hale” getiren, “anlaşılmaz” kılan bir asırdır sürdürdükleri hızlı uygarlaşma serüvenleridir.
Geliniz Japonya’nın bu süreçteki din-devlet ilişkilerine göz atalım, laiklik toplumsal yaşamın nirengi noktası nasıl oldu, laik hukuk düzeni nasıl kuruldu,
Türkiye Cumhuriyeti’nden bambaşka bir model miydi bu, hepsine bir bakalım./_np/3607/10383607.jpg
Japon Anayasası’ndaki laiklik maddeleri
En sonda yazacağımı başta belirtmek istiyorum:
Japon Anayasası’nın laiklikle ilgili bazı hükümlerini aktaracağım:
Madde 20) Herkesin inanç özgürlüğü vardır. Hiçbir dinsel kurum Devlet’ten ayrıcalıklı muamele göremez ve siyasi yetki kullanamaz. Hiçbir kimse dinsel törenlerde, etkinliklerde ve gösterilerde yer almaya zorlanamaz. Devlet ve organları, dinsel eğitimin ya da diğer dinsel etkinliklerin dışında kalacaktır.
Madde 89) Kamuya ait bulunan para ya da mülk, herhangi dinsel kurum ya da örgütün çıkarı ya da desteklenmesi için ya da kamu denetiminde olmayan hiçbir eğitim ya da yardım faaliyeti için harcanamaz, tahsis edilemez.
Soru şudur: Her fırsatta Japonya örneğini veren “muhafazakâr modernite” çevreleri, Japonların bu iki anayasa maddesini kabul ediyorlar mı?
Yani...
Varlar mı; Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kaldıracak bir açılıma?
Varlar mı; zorunlu din derslerine son verecek bir açılıma?
Varlar mı; okul müfredatında hiçbir dinsel öğenin bulunmamasını sağlayacak bir açılıma?
Varlar mı; dinin devlet çatısı altına sokulmasına karşı çıkacak bir açılıma?
Madem sürekli Japonya’yı telaffuz ediyorlar, Japonya’yı örnek gösteriyorlar, varlar mı Japon açılımı yapmaya?
Unutmadan yazayım, Japonlar, dinsel toplulukların özgürce faaliyet göstermesine izin vermiyor değiller. Ama bunların denetimini valiliklere ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bırakıyorlar. Devletin bir kuruşunu da bunlara vermiyorlar.
Evet, laiklik konusunda kimonoya kanıp Japonya örneğini verenler keşke biraz araştırma yapsalardı. Keşke, bir dönem Japonya’da futbol oynayan (futboluyla değil ama Japonlara benzeyen yakışıklılığıyla bu ülkede hayli popüler olan) İlhan Mansız’a sorsalardı!..
Attilâ İlhan’ın yanılgısı
Peki...
“Gelenek ve göreneklerini bırakmadan Batı’dan sadece teknolojiyi alarak çağdaş bir ülke olmayı başaran Japonya” söylemi nasıl doğdu?
Soruyu yanıtlamadan önce iki parantez açmalıyım:
1) Bu görüş salt dincilere ait değildir. Rahmetli Attilâ İlhan da “Hangi Batı” kitabında benzer bir iddiada bulundu: “(...) Elin Japon’u çıkmış, hiçbir şeyini değiştirmeden, sadece ekonomik ve teknolojik gelişme sürecini kendi yapısında yaratarak Batı düzeyini yakalamış, dibini kurcalayan yok! Adamlar Japon gibi yazıyor, Japon gibi yaşıyor, Japon gibi ölüyorlar ama Batı’yı geçiyorlar. Japon’un yaptığını biz yapamamışız.” (s. 19)
Bunları yazan Attilâ İlhan’ın da Japon modernleşmesini tam bildiğini yani, “dibini kurcaladığını” sanmıyorum! Bu konuya devam edeceğim.
2) Muhafazakâr söylemde sıklıkla tekrarlanan “gelenek-görenek” vurgularına dikkatinizi çekerim. Kemalist Devrim çağdaşlaşmayı hedeflerken, gelenek ve göreneklere düşmanlık mı yaptı? Ayrıca gelenek ve görenekten ne kastediliyor? Eğer Japonya örneği verilmek isteniyorsa, bu Japonya’nın hiç tanınmadığı anlamına geliyor.
Mesele kimono giymekse bu yerel kıyafet artık sadece düğünlerde-derneklerde giyiliyor. Tıpkı bizim Anadolu’daki yerel kıyafetlerin düğünlerde giyilmesi gibi...
Ayrıca çağdaşlaşma kılık kıyafete indirgenebilir mi? Hep böyle bir hata yapılıyor.
Diyelim ki öyle olsun, Japon gelenek ve göreneklerinin değişmediğini kim iddia ediyor? 19’uncu yüzyılda feodal (“Han” denen derebeyi sistemi) Tokugawa rejimini yıkan, Meiji Devrimi’nin ne yaptığı biliniyor mu? Bu devrim neden kendine “Uygarlık-Aydınlanma” (Bunmei Kaika) sloganını seçti?
Konunun iyi anlaşılması için örnekler sıralamalıyım:
Örneğin, 1871’de, sınıfsal bir simge olan giysi ve saç şekli konusuna özgürlükler getirildi. Evli kadınların kaşlarını tıraş etme ve dişlerini siyaha boyama zorunluluğu kaldırıldı. Erkeklerin en katı kuralı olan samuray tipi saç biçimi yasaklandı. Memurlara, askerlere Batılı giyim tarzı şart koşuldu. Kimono reform geçirdi.
Japonlar balolarda, eğlence kulüplerinde dans etmeye başladı.
Batı usulü takvime geçildi. Harf devrimiyle Çin harfleri Japonlaştırıldı. Hukuk, eğitim, mimarlık, ulaşım vb. değişimlere girmeye gerek var mı?
Bakınız, konu konuyu açıyor, burada salt “üstyapı”dan bahsediyoruz ama onu belirleyen iktisadi/“altyapı”dan hiç bahsetmiyoruz. Geleneği göreneği belirleyenin ne olduğu belli değil mi? Solcu Attilâ İlhan’ın Japonya değerlendirmesi bu nedenle “yüzeysellikten” kurtulamıyor. Neyse, rahmetliyi hayırla anıp, “geleneklerini bırakmadan Batı’dan sadece teknolojiyi alarak çağdaşlaşan Japonya(!)” söyleminin nasıl basit bir şekilde doğduğuna bakalım...
Japonya’da bir Türk ajan
Abdurreşid İbrahim Efendi bir seyyah idi. Kimine göre ise Teşkilat-ı Mahsusa ajanıydı. Rusya/Sibirya doğumluydu. Rusların Müslümanlara yaptıklarını hiç affetmedi. Zaten bu nedenle Osmanlı’ya sığınmıştı.
Japonların, 1905’te Rusya’yı yenmesine hayranlık duyup bu ülkeye gitti.
Dönüşünde gözlemlerini Basiret Gazetesi’nde yazdı: Müslümanlığın emrettiği ne kadar iyi huy varsa Japonlarda hepsi vardı! “İslamlığın bütün feyzli ruhu Buda şekline bürünmüş de orada kendini göstermiş.”
Japonlar ahlaklarını bozmadan “garp medeniyetini” almışlar ve diğer “maskaralıkların” ülkelerine girmesine izin vermemişlerdi!
Bu çocuksu değerlendirmeler İttihatçıları bile etkiledi. Osmanlı münevverlerinde Japonya hayranlığı belirdi. Tartışmalar yapıldı.
Ve bugün bile sürdürülen bu tartışmalar hâlâ Abdurreşid İbrahim Efendi’nin söylediklerini temel alıyor. Kimse de “Bu ne kadar doğrudur” demiyor.
Halbuki..
Japonya çağdaş medeniyete ulaşabilmek için tepeden inmeci kamusal davranış kurallarını elzem görüp geleneğini ve göreneğini yıktı. Realite budur.
Bugün bile Türkiye’de, Japonya’nın iktisadi, siyasi ve toplumsal tarihi dönüşümünü ele alan kitap sayısı ne yazık ki parmakla sayılacak kadar azdır. Prof. Bozkurt Güvenç, Prof. Selçuk Esenbel gibi hocalarımızın çalışmaları olmasa, seyyah Abdurreşid İbrahim Efendi’nin sözlerini bugün hâlâ doğru kabul edeceğiz. Gerçi TV’de gözümüzün içine bakarak aynı nakaratı tekrarlayanlar da yok değil ya...

Meiji devrimi Kemalist devrime benziyor mu

- 1868’de “Zengin Devlet-Güçlü Ordu” şiarıyla gerçekleştirilen Meiji Devrimi Japon çağdaşlaşma hareketinin başlangıcıdır.
- Japonya ve Osmanlı hemen hemen aynı süreçte Batı’yı model alan Batılılaşma atılımlarını yoğunlaştırdılar. Ancak Meiji Devrimi, Osmanlı Tanzimat döneminin ıslahatından çok, Kemalist Devrim’e benzemekteydi. İlginçtir, Meiji Devrimi Japonların ilk medeniyet projesi olurken, Kemalist Devrim bizim topraklarımızda çağdaşlaşma yolunda atılan son adım olarak kaldı. Bir de yetmezmiş gibi, Kemalist Devrim yıllardır gerileme sürecine sokuldu. İki ülke arasındaki bu fark, bugünün iki ülkesi arasındaki gelişmişlik farkını göstermektedir.
- Meiji Devrimi ve Kemalist Devrim’in hedefleri ortaktı: Yabancı güçlerle savaşarak, iktisadi ve siyasi bağımsızlıktan yana ulusal devleti kurmak.
- Her iki devrim de gücünü askerden aldı. Reformları tepeden inmeydi./_np/3608/10383608.jpg
- Eklektik bir kültür yaratıldı. Batılı kıyafet giymek zorunlu hale getirildi.
- Her iki devrimden önce, köylüler için derebeyinin kölesi/mensubu olmak önemliydi. Devrim sonrasında çağdaş birey olma yolunda adımlar attı.
- Her iki devrim de eğitim reformlarına büyük önem verdi. Her ikisi de eğitim sistemini Batı’dan aldı.
- Her iki devrim de kapitülasyonları kaldırdı.
- Homojen bir toplum yapısına sahip Japonya, etnik sorunlarla hiç karşılaşmazken, Kemalist Devrim sürekli bunlara karşı aydınlanma mücadelesi verdi.
- Keza benzer farklılık din alanında da vardı:
Budist din adamı Mokurai Shimachi 1872’de Batılı ülkelerdeki din anlayışını araştırmak için geziye çıktı. Gördüğü ülkelerdeki din özgürlüğü ve laiklik anlayışından etkilendi. Japonya’ya döndüğünde bu konuda yazılar yazdı, görüşmeler yaptı. Bu Japonya için milat oldu.
Laiklik, Japonya’da pek sorunla karşılaşmadı.
Çünkü:
Bildiğiniz gibi İslamiyet, hayatın her aşamasına nüfuz eden kapsamlı güçlü, tektanrılı bir din. Japonya’da ise din, çoktanrılı ve toplum üzerinde hiç etkili değil. Yani “kutsallaştırılmış”, dokunulmaz bir gelenek yok... Din, sadece ahlak öğretilerinden ibaret. Ülkedeki Budizm ve Konfüçyanizm ile Japonya’nın en eski ve yerli inancı Şintoizm kaynaşmış durumda. Buna zaten “halk dini” diyorlar.
Dinin Japonya’daki etkisini göstermek için örnek vermeliyim: Japonya’da din örgütlerine üye Japon sayısı, ülke nüfusunun iki katı. Yani bir Japon kendini iki-üç dine mensup görebilmekte!
Zaten, düğün törenleri Şinto, cenaze törenleri Budist geleneklere göre yapılıyor!
Japonların “Şinto doğar Budist ölürüz” sözleri ünlüdür.
Sonuçta Japonlar, Kemalist Devrim’in karşılaştığı sorunlarla hiç yüz yüze gelmediler.
Bu nedenle laiklikle ilgili hiçbir tartışmaları yok. Bir Japon’a “Laiklik nedir” diye sorarsanız, şaşırıp kalacağından emin olabilirsiniz.
Nedense sadece bizim ülkemizde laiklik sürekli “modernite sorunu” olarak gündeme getirilmektedir. Üstelik bunu dile getirenler, Japonya’yı örnek verenler ne yazık ki konuyu bilmemektedirler.
Neymiş Japon kadını hâlâ kimono giyiyormuş, bizde ise türban yasakmış!
Tokyo ve Osaka’da bulundum. Japon kadınlarının Batılı kadınları kıskandıracak biçimde tasarım kıyafet giymelerini hayranlıkla seyrettim. Bir tek kimono giyen kadın görmedim.
Tartışmaya gerek yok, dünyanın en zengin ülkelerinden Japonya “uygarlaşma sürecini” tamamladı. Ya biz? Biz hâlâ laikliği tartışıyoruz...

Pazar, Nisan 11, 2010

Kürt Aydınların Kemalist Devrime Bakışı - Soner Yalçın

Sanatçı Yılmaz Erdoğan son dönemlerde televizyon ekranlarında sıkça görülüyor. Siyasal meseleler üzerinde konuşmaktan çekinmiyor. İyi de yapıyor. Sanatçı ülkesinin meselelerine duyarlı olmalıdır. Yalnız bazı siyasal kavramlar konusunda Yılmaz Erdoğan’ın kafası karışık görünüyor. Karışıklık sadece ona ait değil. Bir “alerjik” durum var kimi Kürt aydınında...

KİMSENİN akıl hocalığına soyunacak değilim.
Düşünmenin öğrenilebildiğini bildiğim için yazıyorum.
Yılmaz Erdoğan “özgürlük” tanımını yanlış kullanmaktadır. Yalnız değildir, çoğu “solcu” aynı hataya düşmektedir. Solculuğu bilmemektedirler!
Yok hayır, Marksist terminolojiye sarılıp, özgürlük tanımı yapacak değilim.
İkna etmek için hemfikir olacağımız bir kaynağa başvuracağım; Türk Dil Kurumu sözlüğündeki “özgürlük” tanımını aktaracağım:
1) Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu; serbesti.
2) Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu; hürriyet.
Bu tanıma göre bir sonuca varmak gerekirse, bir toprak ağasının kölesi ya da bir şeyhin müridi özgür olamaz.
Yani siz istediğiniz kadar Kürt açılımı yapın, istediğiniz kadar Anayasa’yı değiştirin; bu ekonomik ve toplumsal feodal yapıyı kırmadığınız sürece özgürleşmeyi sağlayamazsınız.
Bunu ben demiyorum; Türk Dil Kurumu’nun “özgürlük” maddesi söylüyor!/_np/8250/10328250.jpg
İsterseniz konuyu biraz daha açalım...
‘Politik körlük’
Birkaç gündür, Yılmaz Erdoğan gibi bazı Kürt aydınlarının, Kürt açılımı ve Anayasa değişikliğini nasıl bu kadar basite indirgeyip bir “özgürleşme” meselesi haline getirdiklerini şaşırarak seyrediyorum. Buna hemen “politik körlük” demek istemiyorum. Yılmaz Erdoğan’ı önemsiyorum. Ama şurası da bir gerçek ki, ülkemizde ideolojik saf, teorik bilgiyle/bilinçle değil, duyguyla belirlenmektedir. Yani içgüdüseldir. Siyasal pozisyon belirlemede kültürel kimlikler hayli etkin rol oynamaktadır!
Oysa bilimsel düşünmek, kavramlarla düşünmektir.
Devam edeyim...
Kendini hâlâ “solcu” olarak tanımlayan kimi Kürtlerin, Kemalist Devrim olgusuna çarpık/ şaşı baktığı sır değil.
Önyargılıdırlar.
Oysa anlamak için teori gerekir. Meselelerin teorik çerçevesini çizemedikleri için, her esen rüzgârdan etkilenmekte ve bunun sonucu hep savrulmaktadırlar.
Kafaları karışıktır:
Kendilerini kandırmasınlar. Kemalist Devrim’e karşı çıkıp, mevcut Kürt Açılımı’ndan ya da Anayasa değişikliğinden yana olmanın solculukla hiçbir ilgisi olamaz. Nasıl mı?
Kimi dincilerin.../_np/8251/10328251.jpg
Kimi liberallerin...
Ve kimi Kürtlerin...
Bugünkü sorunların temeli olarak gördükleri Kemalist Devrim nedir?
Kemalist Devrim, sırtını emperyalizme dayamış ortaçağ kurum ve ilişkilerine son vermeyi hedeflemiş bir burjuva devrimidir.
Başta Fransız İhtilali olmak üzere, her burjuva demokratik devriminin hedefinde nasıl feodalizm ve feodalizmin en büyük dayanağı bağnaz dincilik varsa, Kemalist Devrim’in hedefinde de bunlar vardır.
Yani toprak ağalığına ve din şeyhlerine karşı çıkan anlayış salt Kemalist Devrim’in niteliği değildir. Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi, Meksika Devrimi ya da benzerlerinin Kemalist Devrim’den pek farkı yoktur. Bu devrimler, özgürlük ve bağımsızlığın ancak ortaçağ karanlığının yıkılmasıyla kazanılacağını savunagelir. Feodalizmi tüm gerici kurumlarıyla birlikte yıkmadan bağımsızlığın ve özgürleşmenin olamayacağını bilir.
Çatışmanın nedeni
Bu olgular ortadayken, Kürt Açılımı ve Anayasa değişikliğini, Cumhuriyet’in devrimci kazanımı olarak görebilir miyiz?
Yoksa bunlar karanlık ortaçağ feodalizmin zaferi midir?
Devam edelim...
Mustafa Kemal 1925’te dedi ki:
“Ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz”. Kemalist Devrim’in felsefesidir bu sözler. Tekke ve zaviyeleri kapatan bu aydınlanmacı hareket, aynı yıl, yani 1925’te 442 sayılı Köy Kanunu’nu çıkardı. Bu, eşraf ve ağaların iktidarına son verip köylüleri esaretten kurtaran toprak reformunun ilk yasasıydı.
Aynı zamanda bu kanunla köylü kadına, köy seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyarak onun özgürleşmesi yolunda da önemli bir adım atıldı.
Ve işte bu nedenle o yıl...
Devrimciler ile gericiler arasında hesaplaşma kaçınılmaz oldu:
Derebeylik düzeninin devam etmesini isteyen Şeyh Said İngiliz desteğini de arkasına alarak ayaklandı.
Kürt olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
230 köye hükmeden, bu topraklardan geçenlerden “ayak bastı” parası alan, yani Şeyh Sait gibi “devlet içinde devlet” olan Seyid Rıza da ayaklandı.
Alevi olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
Diğer türlü düşünmek paradokstur: Bugün ya Kemalist Devrim’in safında olursunuz ya da Şeyh Said’lerin, Seyid Rıza’ların...
Bugün etnik-mistik aidiyetle Şeyh Said’lere, Seyid Rıza’lara kutsiyet vererek Kürtleri de, Alevileri de özgürleştiremezsiniz. Kimseyi kandırmayın.
Toprak ağasını parti başkanı yaparak, cemevlerinde ibadet hakkı alarak ne Kürt’ü ne de Alevi’yi özgürleştirebilirsiniz. Bu olsa olsa feodalizmin başarısı olur.
Şunu da belirtmeliyim: Meselenin bir başka yönü daha var ve hep bunu ileri sürüyorlar.
Yoksul köylü unutuldu
Evet, her devrimde olduğu gibi şiddetin biricik çözüm olduğunu düşünen devrimci kadrolar var oldu.
Her devrimde olduğu gibi şiddet kullanımında acı olaylar yaşandı. Masumlar da öldü. Ocaklar da söndü.
Kuşkusuz bu acı hal, devrimci öncülerde de umut kırıklığı yarattı ve Kemalist Devrim başarılı olamadı. Doğu’da, ne istenilen şekilde toprak reformu yapabildi, ne de laikliğin kökleşmesini sağlayabildi.
Bunun temel nedeni, 13 gerici isyanın bastırılması sırasında Halk Partisi içindeki şiddet yanlılarının güçlü hale gelmeleridir. Ve bu kadrolar sürekli isyanlar nedeniyle Kürt köylülerine güvenemediler. Ağalara, şeyhlere karşı yoksul köylülerle işbirliği yapamadılar.
Hani bugün deniyor ya “Atatürk diktatördü, her istediğini Meclis’te yaptırıyordu!” Oysa Atatürk, ne 1925’teki Köy Kanunu’yla, ne de 1934’teki İskân Kanunu’yla, toprak reformunu istediği şekliyle Meclis’ten geçirebildi. İskân Kanunu TBMM’de tam iki yıl bekletildi.
Mustafa Kemal arzuladığı toprak reformunu yapamadan vefat etti. Kemalist Devrim tamamlanamadı. Diğer yanda bugün...
Adına istediğiniz açılım adını verin.
Ya da Anayasa istediğiniz değişikliklerle kabul edilsin. Yoksul köylünün sorunu yoktur bu değişimlerin, açılımların içeriğinde. Ağaların, şeyhlerin elinden yoksul köylüleri kurtaracak, onları özgürleştirecek bir çözüm sunulmamaktadır. Bu ağalık rejimi Kürt kadınını da berdele mahkûm etmektedir.
Kürt aydını bunu analiz edememektedir. Açılımı, değişimi “özgürlük” sanmaktadır.
Çünkü, Kemalist Devrim’in niteliğini ve felsefesini anlamaktan uzaklaşmıştır.
Kemalist Devrim’in önce dondurulduğunu, sonra totalitarizmin askeri darbeleriyle şekilciliğe indirgenerek gericileştirildiğini görmek istememektedir. Toptan reddetme kolaycılığına kaçmaktadır.
Oysa bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir.
Bugün bunun dışındaki çözümler emperyalizm ile feodal beylerin işbirliği halinde sundukları gerici projeleridir.
Toprak ağaları ve dinci şeyhlerin feodal iktidarını hedef almayan Kürt Açılımı ya da Anayasa değişiklikleri özgürleşme sağlayamaz. Feodalizmin olduğu yerde özgürleşme olmaz.
Teorisiz kafa karışıklığıyla, yanlış yapılan “özgürlük” tanımlarıyla, ancak feodal ortaçağ gericiliğinin kuklası olunur.
Ne solcu kalınabilir ne de sanatçı olunabilir.
Dost acı söyler...

Cumartesi, Nisan 10, 2010

Pazar, Nisan 04, 2010