Çarşamba, Aralık 29, 2010

Yalaka - Bekir Coşkun


Ahmet Altan gösterisi

Ahmet Altan yine yapmış yapacağını...

Artık bu adamlara gülmekten başka yapacak bir şey bulamıyorum. Aslında Bekir Coşkun' un bugün köşesinde yazdığı ve benimde blog'a taşıdığım yazısı enfes bir özet.

Neyse, gelelim Ahmet Altan' a.. Bugün Balyoz davası sanıklarından Çetin Doğan' ın kızı ve damadına atıfta bulunarak girizgah yapmış yazısına. Kısaca diyor ki;

"Bugün samimiyetle babasının masum olduğunu düşünen Çetin Doğan' ın kızının çabalarını izliyoruz. Çetin Doğan ise suçlu olduğunu biliyorsa ve kızının bu çırpınışlarına seyirci kalıyorsa, suçlu olduğu ispat edilirse ilişkileri nasıl olacak"

Çetin Doğan suçlu mu değil mi bilemiyorum. Muhtemelen değil, ama muhtemelen iyi bir insan da değil. Veli Küçük gibi mesela.

Benim aklıma gelen roman hikayesi de şu şekilde;

Ya bu Balyoz ve Ergenekon davalarının büyük bir komplonun parçaları olduğu gerçeği ortaya çıkarsa? Asıl o zaman, Tayyarlar, Altanlar, Korular, Türköneler, Kekeçler, Karakaşlar vb ne yapacaklar. İktidarla (muhtemelen o zamanın iktidarıyla) ilişkileri nasıl olacak?

Sorunun yanıtı basit... Her zaman ve her yerde en iyi yaptıkları işi yapacaklar; GÜCE TAPACAKLAR.

Kısaca kıç değişmiş olabilir, yalayanlar aynı olacak.

Salı, Aralık 28, 2010

Eser Karakaş' a...

Çok merak ediyorum... Gerçekten, aslında meraktan öte kendimi rahatlatmak için soruyorum;

Siz ruhunuzu kaça sattınız?

Eğer bu sorunun yanıtını çok iyi biliyorsanız açıklamaya gerek yok... Ama, eğer samimi olarak size haksızlık yaptığımı düşünüyorsanız bu sorunun nedenini açıklamaya gayret edeyim.

12 Eylül referandumunda Hayır oyu veren Beni ve benim gibi yüzbinlerce kişiyi tutucu, gerici ve askerci diye tanımlıyorsunuz. Size sorduğum sorunun sebebi bu kadar net...

Aklı olan, biraz vicdanı olan hiç kimse, yıllarını iyi bir insan olmak için harcamış, okumuş, zor şartlar altında okumuş, kendini geliştirmiş, eğitmiş, çevreye, insan haklarına, hoşgörüye duyarlı bir medeni insan olmak için gayret etmiş insanları gerici olarak, asker ve polisten hiç hazzetmeyen ama HUKUK' un bağımsız ve üstün olmasını isteyen insanları askerci, dini esaslara vurgu yapılarak yönetilen bir ülkeyi istemeyenleri de tutucu ilan edene gülerler. Hele bunu yazan adam sözde bir ADAM ise gülmeyiz, ne kadara satıldığını merak ederiz.

Bu kadar net.. Yanıt verin veya vermeyin siz bilirsiniz, ama gerçeği içinizde biyerlerde gizlemeye devam edin. Keşke bir imkan olsa da, sizinle, Kekeç ile, Hasan Cemal ile vb diğer yazarlar ile aynı ortamda bulunabilsek.

Size ne saygı ne de sevgi beslemekteyim, mümkünse aynı yolun yolcusu hiç olmayalım.

Bu yazıyı her gün, en az 5-6 gazete ve köşe yazarlarını (ne tarafta olduğuna bakmadan) takip eden, kitap okuyan, ODTÜ' de okumuş, iyi derecede İngilizce bilen, çocukluğu köylerde geçmiş, 5 vakit namaz kılan bir öğretmen ve ev hanımının çocuğu olan, lise yıllarında eğitimini tamamlayabilmek için yarım gün tamirci çıraklığı yapan, en ufak çöpünü bile yere atmadan cebinde taşıyan, trafik ihlali yapmayan, silahtan ve şiddetten nefret eden, dersaneye gitmemiş ve dersanelerin kapatılmasından yana olan, AMA yine de sizin gözünüzde GERİCİ, TUTUCU ve DARBECİ olan bir kişi yazıyor.

Kimseden nefret etmemiştim, SİZİN GİBİ İKİYÜZLÜLERLE tanışana kadar.

Cuma, Aralık 24, 2010

Arınç'a Suikast - Mehmet Tezkan

1978 yılıydı.. Hem üniversiteye hem de gazeteciliğe kapağı attığım yıl..Hiç unutmuyorum..

Gazeteci olmak için ne yapmam lazım dedim.. Merak et dediler..

Gazeteci merak eder!..

Her şeyi mi dedim.. Her şeyi dediler.. 32 yıl olmuş, o gündür bugündür hep merak ederim..

Mesela, bugünlerde Başbakan Yardımcısı Arınç’a suikast girişiminin sonucunu merak ediyorum..

Nereden mi aklıma geldi? Seneyi devriyesi de.. Hatırladınız değil mi?

Hani, Arınç Manisa’dayken Çukurambar’daki evinin çevresinde bir albayla bir binbaşı yakalanıp gözaltına alınmıştı.. Suikast hazırlığı yaptıkları söylenmişti..

Hani binbaşı, Arınç’ın ev adresinin yazdığı kâğıdı yutmaya kalkmıştı da polisler üzerine atlayıp ağzından çıkarmışlardı..

Hatırladınız değil mi? Hatırlamadınız mı?

Hani, suikast planı saklı diye Kozmik Oda‘ya girilmişti.. Ne gümbürtülü günlerdi.. Savcı girer mi giremez mi, polis girer mi giremez mi tartışması sadece yargıç girer kararıyla son bulmuştu..

11. Ağır Ceza Reisi kozmik odada haftalarca çalışmış, yüzlerce evrak inceleyip not almıştı..

Hâlâ mı hatırlamadınız?

Biraz daha anlatayım..Hani hâkimi takip ediyorlar diye sivil plakalı iki askeri araca operasyon yapılmıştı ya.. İçinden yılbaşı alışverişindeki erler çıkmıştı.. Biri aşçı öteki elektrikçiydi!..İşte o suikast girişiminden bahsediyorum.. Hakikaten ne oldu? Altından ne çıktı!

O günlerde konuyu tüm boyutlarıyla işleyen gazeteler bile unuttu gitti.. Bugünlerde satır yok.. Yorumculara ne demeli!

Ne yorumlar yapılmıştı ama.. Başrolde polis-yazar Emre Uslu vardı.. Polislikten gelme olduğu için her sözü dikkate alınmıştı..

Ne de olsa uzmanlık alanıydı.. Uslu, araçtan elektrikçi ve aşçı çıkmasına şaşırmamıştı.. Takip etme taktiğiymiş, yakalanınca aşçıymış dedirtmek içinmiş.. Aşçı ajan yani!.. Veya aşçıdan ajan.. Olabilir mi? Bildiğimiz mesele değil ki.. Niye olmasın ki.. Her şey olur..

Geçen yıl bugünlerde Başbakan Yardımcısı Çiçek çok ciddi demişti.. Suikastın hedefi Arınç da çok ciddi bulmuştu.. Kozmik odaya girip belge arandığına göre yargıya göre de çok ciddiydi.. Ben de çok ciddi bulmuştum.. Çok ciddi bulduğum için bir yıl sonra sonuç ne oldu diye soruyorum.. Dosya kapandı mı, dava açılacak mı? Merakım bu!..

Aslında bir konuyu daha merak ediyorum ama!.. Fazla merak sağlığa zararlıdır demezseniz onu da sorayım..

Deniz Feneri soruşturması ne âlemde!..Üçüncü seneyi devriyesi yaklaştı da!..

Perşembe, Aralık 23, 2010

Yaftalamak Üzerine

Sevgili Can,

23 Aralık 2010 tarihli yazında, Zaman Gazetesinin “yaftalamadan düşün” temalı reklam filmini sevmiş olduğunu ifade etmiş, sonra da seni nasıl yaftaladıklarını anlatmışsın.

Ben o reklam filmini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü, her gördüğümde kanal değiştirmiyor inatla o yaklaşık yarım dakikalık şovu seyrediyordum. Seyrediyordum ki, her saniyesinde ve özellikle sözde önyargılardan oluşan cam fanusu kıran okuyucuların resmedildiği son sahnede içimden ve bazen dışımdan YALANCILAAAR diye haykırabileyim ve ömrümün sonuna kadar dincilerin iki yüzlülüklerini unutmayayım.

Peki siz yazarlar, neden kibar olmak zorundasınız, neden düşündüklerinizi yazamıyorsunuz veya nasıl bu kadar körsünüz?

2 x2 nasıl her yerde 4 ederse, dincilerden de DEMOKRAT olmaaazzzz…. Olmadııııı…. Olmayacaaakkk…

Böyle bir beklentiniz var ise de, geçmiş olsun…

Diğer iyi(!) niyetli liberallere benzemeye başlamadan önce, sen de bu adamlarla ilgili görüşlerini gözden geçir istersen. Ya da sen bilirsin, yine de okurum yazılarını ama içimden neler geçireceğimi bilemezsin.

Bugün 23 Aralık, 1930' dan bugüne 80 yıl geçti...

Benim adım; Kubilay

Cuma, Aralık 10, 2010

Gemiyle Bozuldu Uçakla Düzeldi Sıra Özre Geldi - Yılmaz Özdil


Hasan Cemal ve Saz Arkadaşlarına

Sayın Cemal,

Yazı yazmak da yasa yapmak gibidir. Kolay yani. İşte ben de yazıyorum.

Yazı yazmak da yasa yapmak gibidir, yazdığını veya yaptığını uygulamazsan dalga geçerler en hafif sonuç olarak.

Dünkü yazınızı okurken, son 5-6 yıllık yazılarınız geldi aklıma. AKP’ ye bir şekilde, isteyerek istemeyerek veya güvenerek –en hafifinden- destek verdiniz. Onların hangi fikrin devamı olduğunu, dincilerden demokrat olmayacağını, demokrasiyi araç olarak kullanacaklarını, ekonomiyi tamamen dışa bağladıklarını bildiğiniz halde, sırf solculuktan liberalliğe terfi ettiniz diye destek oldunuz.

9 Aralık 2010 tarihli yazınızı okuyunca, solcu zannettim sizi tekrar. Son yıllarda her şeyi bir yana bırakıp, 50 yıldır icraat yapmaya kabil bir şekilde iktidar olamamış CHP’ ye, Kurtuluş – Kuruluş ve II. Dünya Savaşından “yırtış”ın sancılarını yaşayan Cumhuriyet Dönemine ve döneminin belki de dünyada örneği olmayan bir çağdaş ulus kurma niyeti olan Atatürk’ e, tüm zamanların en büyük savaşı sırasında Köy Enstitülerini kurabilen, onları yaşatmak isteyen, ağalığı, cahilliği yıkıp toprak reformu isteyen insanların izinde giden bizlere faşist diye laf çakmaktan zaman bulamamıştınız solculuğunuzu hatırlamaya.

Çok ayıp ettiniz bu ülkeye. Örnek mi? Daha bu sene, CHP’ nin karşı oylarına rağmen silahlanmayı kolaylaştırıcı yasa geçti meclisten. AKP’ liler bastırdı, bu bir haktır dedi. Ve siz silahlanmacının yanında oldunuz. Faili meçhullerin araştırılması için Meclis araştırması istedi CHP onlarca kez ve hepsi AKP’ lilerin oylarıyla red edildi. Ama yine de siz Faili meçhulcülerin, ispatlanmış Susurlukçuların yanında oldunuz. Ama bize darbeci, derin devletçi muamelesi yaptınız.

Sırf CHP’ ye ve Atatürk’e çakmak için bizi elitist (ne demekse) ilan ettiniz. Sayın Cemal, hafızanızı yitirdiğiniz gibi aklınızı da kaybediyorsunuz sanırım. Biraz mantık; bu ülkenin daha çok okumaya, daha çok eğitime, daha çok üretime ihtiyacının olduğunu bilen, her fırsatta doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde her ihtiyacı olan okula, para, kitap, gerektiğinde fayans ve gerektiğinde çatı malzemesi gönderen insanları sen bugünün tatlı su demokratları mı zannediyorsun. BİZ YAPTIK… Her Cuma cebindekileri, elektrik-su parası vermeyen, Türkiye’nin en büyük bütçesine sahip kuruma ait camilere her zaman para döken, ama suları borcundan kesilmiş okula bir Allahın kuruşunu vermeyip, bağış isteyen yöneticilerine hırsız muamelesi yapan adamları mı demokrat sandınız. Biz halk aydınlansın, okusun diyenler mi ELİTİST oluyoruz acaba, yoksa cahillikten beslenen, onunla büyüyen villalarda oturan, siyasette bununla büyüyen kişiler mi?

O yüzden yazı yazman kolaydır, ama yazdıklarınla yaptıkların birbirine uymuyorsa seninle dalga geçerler. Benim yaşımın iki katı bir kişiye akıl vermek haddime değil ama siz bunları hak ettiniz.

Hadi sana iyi günler.

Hasan Cemal' in 9 Aralık 2010 tarihli yazısı: http://www.milliyet.com.tr/sayin-basbakan-gencler-sizi-elestirecek-protesto-edecek-bunun-adidir-demokrasi-/hasan-cemal/siyaset/yazardetay/09.12.2010/1324070/default.htm?ref=haberici

Perşembe, Aralık 09, 2010

Geri Vitesi - Mehmet Tezkan

Arabaya bindiniz.. Hedefimiz ileri gitmek ama diyelim ki yanlışlıkla vitesi geriye taktınız.. Gaza bastınız; geri..Bir daha bastınız; geri geri..Görenler hop diye bağırır; geriliyorsun!.. Siz ileri gittiğinizi zannediyorsunuz ya; kızıyorsunuz, öfkeleniyorsunuz, iftiracı yalancılar diye haykırıyorsunuz..O hızla gazı köklüyorsunuz..Yine geri..Kurtuluşu yoktur; çünkü araba geri vitestedir.. İleri gitmez..

Türkiye’nin hali aynen budur..Hükümet ayağını gaza dokundukça geri geri gidiyoruz.. Meclis’e gönderilen her yasa teklifi bizi bir adım daha geri götürüyor..Torba yasasına sıkıştırdıkları teklife bakın..Keyfi olarak mahkeme kararını uygulamayan..Vatandaşları kişisel olarak zarara uğratan kamu görevlilerine kişisel olarak tazminat davası açılamayacak.. Devlete karşı açılacak..

Kimi, ucu Prof. Dr. Haberal’a dokunduğu için, Ergenekon sanıklarının tazminat taleplerinin önünü keseceği için alkışlıyor.. Kimi tam tersi, bu yüzden kızıyor, sinirleniyor..Ama kimse siyasi gözlüğünü çıkarıp neler oluyor diye bakmıyor.. Teklif yasalaşırsa neler olacak diye düşünmüyor

Arkadaşlar eskiden böyle değil miydi? İşkencelerin, kötü muamelelerin, keyfi uygulamaların, yasa tanımazlıkların, ‘ben devletim anlayışı’nın arkasında bu yatmıyor muydu?Adam işkence yapıyordu, elleyemiyordun.. Yaptığıyla kalıyordu..Kişisel tazminat bunun için getirilmedi mi..Kamu görevlisi kendini devlet yerine koyup, asıp kesmesin diye.. Kendini toplumun tepesinde görmesin diye.. Devletin arkasına sığınmasın diye

Evet..Bunları getirerek bir adım ileri gitmiştik..Kaldırarak iki adım geri gidiyoruz..İşin aslı astarı budur..Gerisi tamamen palavradır!..

Sabah akşam yumurta dersen

Anayasa Komisyonu Başkanı AKP’li Kuzu’nun protesto edilmesi çok abartılacak bir hadise değil.. CHP’li Batum da protesto edildi..Ekstra olarak Kuzu’ya yumurta atıldı.. Sonuçta, ikisi de konuşturulmadı.. Üniversite orası protesto olacak..

Yumurta farkına gelince.. Sen dört gün önce üniversite öğrencilerinin eşek sudan gelinceye kadar dövülmesine ses çıkarmazsan onlar da seni protesto eder..

Sen yumurta atanın neden yumurta attığına bakmaz da paran çok haaa dersen..O yumurtayı yesen daha yararlı olur diye kafa yaparsan..

Yumurtalar sizden, sucuk bizden diye ucuz esprilerle sulandırmaya çalışırsan, onlar da her gördükleri yerde seni protesto ederler..

Birinci Yumurta Şenliği afişi açarlar..Şık olduğunu söyleyemem ama demokraside yeri yoktur da diyemem.. Hele hele üniversitede..

Meselenin bir başka boyutu daha var.. Kuzu o kızgınlıkla; SBF dekanı derhal istifa etmelidir dedi..Niye ki!..Orası ilkokul mu? Öğretmen susun diyecek susacaklar, oturun diyecek oturacaklar.. Kuzu, 12 Eylül hocasıdır..Herhalde tek tip öğrenciye, kuzu gibi öğrenciye, sus deyince susan öğrenciye o yıllarda alıştı.. O düzen bozulmasın istiyor..Öğrenci zapturapt altında olsun..Üniversiteler de ilkokul gibi olsun.. Kuzu kuzucuk!..

Polis dayağını az bulmuşlar!..

Kendilerine ‘liberal demokrat’ diyen bazıları polis dayağını az bulmuş..

Yetersiz görmüş..Görmüş ki; iki gündür sahip oldukları köşelerde öğrencileri dövmeyi sürdürüyorlar..

Yetmez ama bir tane de benden; pat küt..

Mesela şöyle şeyler yazıyorlar.. Öğrenciler patolojikmiş.. Hastalıklı..

O zaman dayak tedavi amaçlı oluyor!.

Hamile kızın eylemde ne işi varmış.. Cop, biber gazı olmazsa olmaz ya.. Hamile hamile gelirsen bebeğini düşürürsün.. Sonra cart curt etme..Orantısız gücün haklılık nedeni de şöyle izah ediliyor; “hangi demokratik ülkede cuntaların sayısız suikast teşebbüsünden kurtulmuş bir Başbakan’a yönelik protesto organizasyonlarına hoşgörüyle bakılır..”

Özetle..Başbakan’ı protesto edene dayak revadır..

Salı, Aralık 07, 2010

ALNIMIZDA HEP O KANI GÖRECEKLER - Nihat Genç

“Yetsin artık, ne zaman aydınlar, sağcı – solcu / ocu - bucu olmaktan çıkıp bu mezalime, sağcılığın dinmeyen bu kıyıcılığına karşı çıkacak... Her gün mezalim. Doğduğum günden beri dayak yiyoruz, doğduğum günden beri işkenceden geçiriliyoruz. Cesetler deryaları doldurdu, hala birileri ocu - bucu…

Dün sağcılar işkenceden geçiriyordu, bugün vahşi İslamcılar... Vahşi İslamcılar sadece ülkemizde değil, tüm dünyada asırların tertemiz Müslümanlığına savaş açıp en vazgeçilmez Müslüman merhametini paramparça ediyor...

Müslümanlık tüm güzellikleriyle yaka paça edilip yerini vahşi İslamcılara bırakıyor. Ergenekon’un engizisyondan ne farkı var, Türkan Saylanlar’ın, Kuddusiler’in, bin türlü avukatın, askerin, yazarın başına gelenler bize ne öğretiyor.

Hukuk, sanat, insanlık ilga edildi, mehdilik sultanlık padişahlık hüküm sürüyor. Düşmanın düşmana yapmadığı, yapamayacağı vahşeti, tekmelerle bir genç kızın çocuğunu düşürtmek, işte “Allahsız kitapsız dinsiz” diye beddua edilerek küfredilen insanlar dahi yapmaz bunu... İnsanlığın şahidi dahi kalmadı aramızda…

Korkmayan sinmeyen tırsmayan kalmadı aramızda. Halk kalmadı ahali kalmadı… Sağcı, solcu, cemaatçi, liberali herkes kontrol altında… Bu iktidarların, bu demokrasinin kan dökmeyen cinsi yok mu? Ağzımızdan çıkan kelimelere bakın, “alçaklar” diyoruz “utanmazlar” diyoruz, nasıl demeyelim, kız öğrencileri saçlarından tutup tekme tokat dövmek hangi demokrasinin hangi dinin kitabında yazıyor…

ALNIMIZDA HEP O KANI GÖRECEKLER

Bizler hep altta kalanlar olduk, dayağı hep sahipsizler, avukatsızlar, en diptekiler yiyor. Dayağı hep itiraz eden, kafa yoran, örgütlenmek isteyen, insanlık adına bir şey yapalım diyenler yiyor... “Şerefsiz” kelimesi de yıpranmış, demode olmuş, “hamiyetsizler” diyelim, “cehalet” ve “rezalet” diyelim.

Yetsin artık, artık mazlum olmaktan, mağdur olmaktan, dinlenmekten, tutuklanmaktan, işkenceden geçirilmeden bıktık… Bir kız çocuğunu dövmek şeytana secde etmektir…

Ben size bir şey söyleyeyim mi, Tansu Çiller dönemi, karakolları şeffaf yapacağım iddiasıyla gelen Demireller dönemi ve şimdi Tayyip dönemi, hepsi aynı soydan geliyor, ağlayacağım da ağlamak da istemiyorum, bunların her çeşidi aynıdır.

Bir gazetede yazar oldum diye, iktidara yakın yerlerden maaş alıyorum, ekranına çıkıyorum diye, bir kız çocuğunu dövenler karşısında susanlara ağlamak istiyorum, gestapo diyorsunuz, SS subayları diyorsunuz, hepsinden beter… Sanmasınlar ki; sindirirler bizi, sustururuz insanlığın sesini, Sadi’nin lafıdır, biz yalnız aşıklar’a boyun eğeriz, her iktidarın gönlünü yapan bu yazar bozuntusu cellatlar bizi bitiremeyecek...

Ne diyeceğim, geçenlerde canım Cuma’ya gitmek istemedi, yanımda sağımda solumda iktidara tapınan ve her türlü ahlaksızlığa göz yuman bu insanlarla aynı mekanda olmak istemedim, dedi ki bir arkadaşım, pireyi kızıp yorgan yakılmaz, dedim ki arkadaşıma, pireler birleşmiş yorgan olmuş, pirelerden bir yorgan… Ne piresi.. Üstümüz başımız, evimiz, özel hayatımız, sokağımız, hukuk, her taraf İblis-Cizvit-Cemaat işbirliğiyle işgal edilmiş…

İleri demokrasi, dediler zulümden başımıza sultan yaptılar... Bu vahşi işkenceyi yapanlara, dininiz demokrasiniz haysiyetiniz ülke insanlık aşkınız, soruyorum: Bunun için mi yıllarca hırsızlık yapıp, gizli planlar yapıp ABD’lerle işbirliği yapıp iktidara koşma hevesiniz, bu cellatlık için mi?

Tekme tokat yerlerde süründürülen o genç kızlara buradan sesleniyorum, bu derde bu toprak, bu halk mutlaka bir çare bulacak, o gencecik çocuklardan akıtılan her kan damlası kurban kanı gibi alnımıza parmakla basılıyor, ömrümüz oldukça yüzümüze bakanlar alnımızda hep o kanı görecekler…”

Fehmi Koru' nun Komik Halleri - Emin Çölaşan


Perşembe, Aralık 02, 2010

İsviçre Hesabı - Yılmaz Özdil


Wikileaks Üzerine - Türker Öztürk

ABD’nin Ankara’da ki memurlarının sizi nasıl değerlendirmesini bekliyordunuz. Bütün dünyada bu iş böyle yapılır. O ülkenin memurları, bulundukları ülkenin resmini çekerler veya çekmeye çalışırlar.
Hani resim çektirenler sorarlar nasıl çıktık diye, sonra yeniden çekilmesini isterler veya ışık düzenini değiştirerek, bazı yerlerini gizleyerek ve makyaj yaparak daha iyi bir görüntü verilmesini sağlayabilirler. Fakat o ülkenin memurları makyajsız resim çekerler, onların makineleri, memurlarının yetenekleridir, bilgi birikimleridir ve deneyimleridir. Onlardan bulundukları ülkenin resmini çekmesi istenir.
Peki, bir ülkenin resmi nasıl çekilir ?
Bu iş hedef ülke veya diğer bir deyişle resmi çekilmesi istenen ülke hakkında bilgi toplama işidir. Buna istihbarat da diyebiliriz. Bu ülke hakkındaki her türlü bilgiyi içerdiği gibi, ülkeyi yönetenlerin eğitim ve öğretim durumlarını, sosyal seviyelerini, bilgi birikimlerini, var ise yolsuzluklarını, psikolojik yapılarını , dostluklarını, düşmanlıklarını, geçmişini, hatta aynı parti içindeki husumet ve çekişme olmak üzere aklınıza bile getiremeyeceğiniz bilgileri de ihtiva eder. Eğer aklınızda bu tür bilgileri yalnızca istihbarat elemanları toplar diye kaldıysa bu yanlış bir algı olur.
Bu resim niye mi çekilir ? Şunun için çekilir; Hedef ülke ve hedef ülkenin bulunduğu bölge için geliştirilecek ve tespit edilecek politikalar için çok gereklidir. Özellikle aklın egemen olduğu gelişmiş ülkelerde çıkar üzerine oturan politikaların oluşturulmasında bilgi esas olup burada kardeşliğe ve hissiyata yer yoktur.
Bu resim çekme işi böyle olduğuna göre, niye şaşırıyorsunuz, Wikileaks’in internet sitesinde yayınladığı belgelere. Çünkü bu yazılanlar ABD’nin Ankara’da ki memurlarının ülkemiz ve iktidar sahibi yöneticilerimiz hakkındaki değerlendirmeleridir. Ne yazmalarını bekliyordunuz. Süperler, Türkiye’ye çağ atlattılar, daha demokratik hala getirdiler, özü sözü bir güvenilir insanlar, Avrupa birliğine daha yaklaştırdılar, cari işlem açıkları yok, ekonomi çok iyi, işsizliği yok düzeyine indirdiler, bu değerlendirmeleri mi başkentlerine gönderseydiler, ne gördülerse onu yazdılar kriptolarına.
Durumu daha iyi analiz edebilmek için kendimizi onların yerine koyalım. Siz İran’ın Ankara Büyükelçisisiniz, Nato zirvesinden sonra Tahran’a nasıl bir kripto gönderirsiniz. Türkler güvenilir değil ,ikili oynuyorlar, bizi sattılar değerlendirmesinde bulunmazımsınız.
İsrail’in Ankara’da bulunan Büyükelçisisiniz veya Askeri Ataşesisiniz , nasıl kriptolar çekersiniz başkentinize? Onların yerine koyun kendinizi, Rapor etmezmisiniz? , hükümetin politikaları nedeniyle Türkiye’de Antisemitizm (Musevi aleyhtarlığı, her kötülüğün ardında Musevi’yi aramak) artıyor ve ciddi bir tehlike haline gelmeye başladı.
İşte ABD’li memurlar da Ülkemizin resmini eskiden beri çekerlerdi, hala çekmeye devam ediyorlar, başkentlerine gönderiyorlar ve oradaki merkezlerde bu resimlerin yardımıyla Türkiye politikası, ülkemizi de içine alan Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya politikaları belirleniyor veya daha önce belirlenenler revize ediliyor.
Wikileaks internet sitesi şimdilik belgelerin çok azını yayınladı. Şu anda göründüğü kadar belgeler gerçek gözüküyor. Zaten ABD yönetimi de bu belgeler uydurmadır demedi. Dünya medyası da bu konuda hemfikir. Yalnız belgelerde bazı yöneticilerimiz, Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız hakkındaki iddialar yenilir yutulur gibi değil. Bazıları da etik ve ahlaki olarak suçlamalar içeriyor.
ABD memurlarının, suçlamalarda içeren bu değerlendirmelerine rağmen, yöneticileri yüzümüze böyle davranmıyorlar, nazikler ve hükümetimizi hayli başarılı buluyorlar ve destekliyorlar. Sizce niçin? Politik hedeflerine kaba gerçekleri söyleyerek ulaşabilirler mi ? Daha fazla taviz için bu gerekli ve ABD politikacıları da bunu yapmışlar.
Basınımızdaki bazı laflar dikkat çekici ;
ABD diplomatların beceriksiz ve yeteneksiz olduğu,
ABD’de bir derin devlet hesaplaşması olduğu,
ABD dış politikasının ve diplomatlarının çapsız olduğu,
Siz bu değerlendirmelere katılırmısınız?
Şu soruyu sorabilirsiniz, bu belgeler ile ABD, belirlenen bir hedefe ulaşmaya mı çalışılmaktadır.
Niye olmasın.
Aklın ve bilimin egemen olduğu demokratik ülkelerde, yöneticiler satranç oyuncusudur. Satranç tavlaya benzemez, satranç hamleler oyunudur. Her hamle, daha sonraki hamleler ve karşı hamleler, düşünerek, planlayarak ve kurgulayarak yapılır. Ülkesi adına satranç oynayan oyuncu, zeki, iyi eğitim ve öğretimli , birikimli, şansa yer vermeyen, akla ve bilme inanan , deneyimli, duygusal davranmayan ve güçlü psikolojik yapıya sahip olmalıdır.
Ülkemizin düşeş beklentisi içinde olan tavla oyuncusuna değil belirtilen bu özelliklere sahip satranç oyuncusuna ihtiyacı vardır.
Saygılar sunarım.

Türker Öztürk

Salı, Kasım 30, 2010

Ey Özgürlük

Mehmet Yakup Yılmaz, benim bir türlü doğru cümleleri seçerek anlatamadığım başörtüsü sorununu ifade etmiş. O da benim gibi üniversitelere gidenlerin kılık kıyafetine karışılmasını saçma bulanlardan. Eline sağlık, doğru saptama ve doğru sorular. Mantık ve pragmatizmin çatışması mı yoksa sadece?

------------ALINTI----------

Bugün “Başı örtülülere destek vermiyorlar” diye eleştirilen kadınlar, kendi kişisel özgürlükleri için ciddi mücadeleler verdiler. Belki bu arada annelerinden, babalarından, ağabeylerinden, küçük erkek kardeşlerinden dayak bile yediler!

Şimdi bugün geldiğimiz noktada bütün bunların geriye sarıldığını görmeleri ve bundan endişeye kapılmalarından daha doğal ne olabilir?

“Kadın özgürlüğü, kadın hakları” denilince bu kadınlar başka şeyler anlıyorlar: Eşit işe eşit ücret, kadına yönelik şiddet ile mücadele, eşit temsil hakkı, kendi vücudunun sahibi olmak, toplumsal cinsiyetçilikle mücadele ve benzerleri.

Bunlar evrensel kadın talepleri ve bugünün Türkiye’sinde kadın hakları mücadelesi de bu zeminde veriliyor. Onlara “Başını örten kadın özgürleşir” önermesini kabul ettirmek o kadar kolay değil, çünkü bu öneri inandırıcı değil. Kendi vücudunun sahibi olamayan, sokağa çıkabilmek için belli bir şekilde giyinmek zorunda olan, “Kadının yeri evidir, çocuğunun yanıdır” diye baskı altına alınan bir kadın nasıl “özgür” diye tanımlanabilir?

Ve kadınlar ile erkeklerin eşit olmadıklarının altını çizmeye yarayan bir aksesuvar, nasıl “kadın özgürlüğünün sembolü” olabilir?

--------ALINTI SONU----------

Vik Vik Eden Basın

Cinayete teşebbüsten ayrı, ablasını öldürmekten ayrı, arkadaşının yeğenine tecavüz etmekten ayrı hüküm giymiş, Danıştay saldırısını planlamış, ifadesini 10 kez değiştirmiş Osman Yıldırım’ ın söyledikleri ihbar sayıldı. İsimsiz, imzasız mektuplarla onlarca insan tutuklandı. Telefonlar gizlice dinlendi, AKP’ ye muhalif her söz delil sayıldı. Adına da Ergenekon Terör Örgütü denildi. Balbay’ ın dediği gibi, herhangi bir mahalleyi toptan alıp sorgularsanız içlerinde onlarca suçluyu doğal olarak yakalamış olursunuz, ki Ergenekon operasyonunda tutuklananların arasında da onlarca gerçek suçlu vardır. Kurunun yanında yaş da yandı.

Ama, bir eski İstihbaratçı, yılların emniyet müdürü ve hatta cemaatin içinden sayılabilecek sağlam muhafazakar Hanefi Avcı’ nın ihbar niteliğindeki koca kitabındaki hiçbir iddia araştırılmadı. Üstüne üstlük sağcı-muhafazakar Hanefi Avcı, solcu Devrimci Karargah Örgütü üyesi olmak bahanesi ile tutuklandı.

Şimdi de Wikileaks belgeleri. Hiç şaşırmadım, bu belgelerden sadece AKP ve Erdoğan’ a övgü dolu sözleri gören, CHP’ nin işe yaramazlar ordusu olduğu bilgisini edinen kişilere yukarıdaki gibi ikiyüzlülükler ve arsızlıklar az bile.

Cumartesi, Kasım 27, 2010

Yiğit Bulut'a e-posta

Sayın Bulut,

27 Kasım 2010 tarihindeki köşe yazınızı ( http://www.haberturk.com/yazarlar/575414-emperyal-turkiyenin-dogusu-ve-lubnan-notlari ) bu sözlerle bitirmişsiniz; YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE.

Tam Bağımsız Büyük Türkiye olgusu 1947 yılında sona ermişti hatırlarsanız, son sekiz yılda ise ne yazık ki yarı bağımsızlığımız bile kalmadı. Göbeğimizden, sıcak paraya, NATO’ ya, ABD’ ye ve dolaylı olarak İsrail’ e bağımlı durumdayız. Ve bu gerçeği, siz veya sizin gibi yazarların yapacağı hiç bir yandaş tavır değiştirmeyecek. Aslında benden çok siz biliyorsunuz gerçeği ama sizin neye dayanarak bu tür yazılar yazdığınız sizin bileceğiniz iş. Bize sadece size kızmak ve kırılmak düşer.

Sinirimden köpürüyorum, çünkü bu yazı sizinle benim armada kalacak. Siz bunu yayınlamayacaksınız ve daha acısı benim söylediklerimin doğru olduğunu bilmenize rağmen AKP’ nin yandaşlığını yapmaya, yani görevinizi yapmaya devam edeceksiniz. Yoksa, buğdayını ABD’ den, domates tohumunu İSrail’ den almak zorunda bırakılan bir milletin evladı göz gore gore yalan söyleyerek YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE Erdoğan ile gerçekleşti diyemez. Derse ancak YANDAŞ olmakla itham edilir ve jöleli çocuk olarak arşivlerde çürür.

Son not, Cengiz Çandar ağabeyiniz Lizbon notları aktarırken Abdullah Gül’ ün ve Ahmet Davutoğlu’ nun büyük bir zevkle “NATO toplantısında sadece Türkiye konuşuldu, biz olmasak toplantılar on dakikada biter” dediklerini belirtmiş. NATO, ve diğer ülkeler bizimle resmen kafa bulurken, bizim sözde Cumhurbaşkanımız ve Dışişleri Bakanımız şamar oğlanı gibi hala gülebiliyor. Utanın ve bir zamanlar TAM BAĞIMSIZ olan ülkemi rahat bırakın…

Ne saygılarımla, ne de sevgilerimle….

Cuma, Kasım 26, 2010

3000 Ispartalı - Emrah Öner

YILLARCA Aykut Kocaman maçı seyrettim. Tonlarca Aykut Kocaman röportajı izledim.

Yarım düzine de Aykut Hoca basın toplantısına katıldım. Adamcağız şu ana kadar 1 kere güldü. Onda da "Aykut Hoca niye gülmüyorsun?" dediler, adamcağız ona güldü.

Fakat ben eminim Aykut Hoca evinde de gülmüyordur. Bayramda da gülmemiştir, yılbaşında da gülmeyecektir.

Nasıl gülsün ki? 22 senede sadece bir adet "Iniesta" Gökay çıkmış, adam nasıl gülsün?

Elalem anti-maddeyi bulmuş, sen yıpratıcı forvetini yeni bulmuşsun, adam nasıl gülsün?

Baskette, voleybolda, istopta, yakartopta, yağlı güreşte, deve güreşinde her yerde Fenerbahçe birinci, futbolda dördüncü, adam nasıl gülsün?

Geçen sene üstteki takımları yeniyordun, alttaki takımları yenemiyordun. Şimdi alttaki takımlara 5 atıyorsun, üsttekileri yenemiyorsun, adam nasıl gülsün? Adamcağız tee Brezilyalar'dan Andre Santos'u, Cristian Baroni'yi getirmiş, sen herifleri yuhalıyorsun, adam nasıl gülsün?

Buca 12 maçta 5 gol atmış, sana Kadıköy'de bir maçta 2 gol atmış, adam nasıl gülsün?

Avrupa'dan elenmiş, 30 milyon zarar var, Fenerbahçe Uche'sini daha yeni bulmuş, adam nasıl gülsün?

3000. golü, gözden çıkardığın, Boğa Heykeli'nin yerine heykeli dikilecek, babaannemin bile benden çok sevdiği, belki de Fenerbahçe'nin gelmiş geçmiş tek adamı atmış, adam nasıl gülsün?

3000 gol oldu, ama 300 Ispartalı Andre Santos, Baroni, Bilica, Kazım, Güiza, Selçuk, Uğur Boral hala Fenerbahçe'den maaş alıyor, adam nasıl gülsün?

Bu kafayla giderse 5000. golü genç Semih atacak, adam nasıl gülsün?

Yahu 25 senedir tribünde ağlayan taraftar dolu, 50 senedir Fenerbahçeli olan bir adamın sevinme geni kaybolur, adam nasıl gülsün?

Totoş Futbol - Emrah Öner

GELMİŞ geçmiş en iyi 11; Hiddink, Löw, Parreria, Del Bosque, Lucescu, Hagi, Daum, Zico, Aragones, Rijkaard, tekrar Daum, tekrar Hagi, Schusterve tekrar Hiddink.

Yedekler; Toshack, Thomas Doll, Feldkamp, Osieck, Gerets, Scala, Tigana.

Bunların ortalama Türkiye ömürleri 18 ay.

Adnan Sezgin 10 senedir burada, Aziz Yıldırım 20 senedir burada, Hülya Avşar 50 senedir orada, Deniz Baykal 100 senedir şurada, ama bunların ömrü 18 ay.

Peki bunlar neden devamlı kovuluyorlar? Bilmiyorum, bakalım.B

unların çoğunun olayı ne?

Total futbol.

Total futbol ne? Kaleci hariç, herkes her yerde her an oynar. O zaman total futbol için ilk önce ne lazım? Kafa.

Peki kardeşim, bu adamlar niye devamlı kovuluyorlar? Futbolcuya, pardon deveye sormuşlar, neden boynun eğri, öyle dümdüz git demiş deve. Daha soruyu anlamamış deve.

Peki Türk futbolcusu bir türlü neden anlamıyor total futbolu? Çünkü KPSS tüm Türkiye matematik ortalaması 2,5. E hani KPSS'den 350 kişi tam puan almıştı? Arda'yı da Madrid almıştı.

Peki, bizim futbolcu hangi futboldan anlar?

Totoş futbol.

Neden? Bizde hile var, kendini atma var, küfür var, dedikodu var, arkadan konuşma var, kuyu kazma var, doping var, menajer-oyuncu var, komisyon var, rüşvet var, hizip var, adam kayırma var.

E onların hepsi var da, bu kovulan adamlar 1 -2 sene sonra yine geliyor? Dedik ya kardeşim. Adı üstünde...

Totoş futbol.

ÜÇ GENERAL

Üç Generalin görevden alınması, haklı veya haksız bir şekilde kendilerine yöneltilen ve vahameti büyük olan bir davada yargılanmaktan kaynaklanıyor. Davanın özü hakkında görüş belirtmenin bir anlamı yok, çok konuşuldu. Bu nedenle, Bakanlık teknik anlamda haklı olarak görevden alma kararı aldı. Bu kararın arkasında nasıl bir olay var olduğu dediğim gibi ayrı konu. Bu duruma da mahkemeler karar verecek.

Asıl konu ise şu;

İşkenceci polisler, zimmete para geçirdiği için yargılanan Belediye Başkanları, yolsuzluk iddiasıyla yargılanan Bürokratlar ve hacı olurken aynı anda mucizevi bir şekilde mecliste de olabilme yeteneği olan iş takipçisi vekiller hakkında da işlem yapılmasını bekliyoruz. Dört gözle. Demokrasi ve şeffaflık bunu gerektirir, diyeceğim ama sadece bizi kandıranlar iki yüzlülük yapar…

Sizi Kandırdılar - Bekir Coşkun


Demokrasi Budur - Mehmet Yılmaz

Ya Lübnanlılar gerçek zannettilerse?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Kuvaşra Köyü mitingi çok başarılı geçmiş. Heyecanlı bir kalabalık, kalabalıkları harekete geçirmeyi bilen ve konuşmayı çok seven bir siyasi lider. Normal bir sonuç yani!

Tuhaflığı köyün Türkiye’de değil, Lübnan’da olması.Başka memleketlere gittiklerinde meydan mitingi yapan başka siyasi lider dünyada var mıdır, bilemiyorum.Ama varsa bile orada yapacağı konuşmanın genel çerçevesi iki halkın dostluğundan ve iyi dileklerden öteye geçmemiştir, buna eminim.Başbakan ise misafir olduğu bir ülkede, o ülkenin sorunlu olduğu bir komşusuna ver yansın etti.O ülkenin aslında iki sorunlu komşusu var, ellerini bir türlü oradan çekmeyi bilmiyorlar, ama Başbakan onlardan birini seviyor, öbürünü sevmiyor.

Onun için İsrail’e yükleniyor, Suriye’nin adını ağzına almıyor. Fakat ne yazık ki söyledikleri hiçbir işe yaramayacak, sadece dinleyenleri bir an için mutlu etmeye yetecek şeyler.Hadi biz alışkınız ama gariban Lübnanlılar “kanları yerde kalmayacak, katillerden hesap soracağız” dendiğinde bunu gerçekten yapabileceğinizi zannedebilirler.

Başbakan bunları Mavi Marmara gemisine yönelik korsanca saldırıdan sonra da söylemişti, hâlâ bir gelişme de elde edebilmiş değil.Ortada bırakın hesap vermeyi, özür dileyen bile yok.Acaba bunun nedeni diplomasi ile halledilebilecek bir sorunu ısrarla meydanlara taşımak istemesinden mi kaynaklanıyor?

‘Demokratlıkları’ buraya kadar!

NOBEL Ödüllü yazar Naipaul’un, koparılan gürültü nedeniyle Türkiye’ye gelmekten vazgeçmesi haklı olarak “gerçek demokratlar” tarafından eleştiriliyor.

Ama bizim bu ülkede çok alıştığımız bir durum bu.Memleketimizin “dincileri” bu işte çok ustalar.Beğenmedikleri bir şey mi söylediniz, hoşlarına gitmeyen bir fikir mi açıkladınız? Linç edilmeye hazır olmalısınız. Böyle bir şeye cesaret ettiğinizde önce içlerinden biri bir yazı yazar. Ne söylemeye çalıştığınızla ilgilenmez, aradan bir cümle çeker, veryansın eder. Bu işaret fişeğidir zaten. O işareti aldılar mı hep birlikte saldırıya geçerler.

Bir de bakmışsınız her gün sizden söz eden yazılar çıkıyor, gazetelere manşetler atılıyor.Naipaul da bundan kurtulamadı.

Çünkü bu tipler ağızlarından “demokrasi” sözünü hiç düşürmezler ama asıl istedikleri sadece kendi fikirlerinin seslendirilebilmesidir. Başka fikirlere tahammülleri yoktur, ellerinde de “dini inanışlara saldırdın” gibi sihirli bir silah vardır, derdinizi kimseye anlatamazsınız.

İktidardaki uzantısı da doğal olarak onlardan farklı değildir.Ve isimlerinin başında “aydın” sıfatı taşıyanların bir bölümü daha hâlâ bu ideolojinin memlekete demokrasi getirebileceğine inanıyorlar!

Perşembe, Kasım 25, 2010

EVETLE HAYIR YER DEĞİŞTİRİRSE.. - Mehmet Tezkan

31 Ekim 2010

Bugün pazar, bazı şeyleri tersinden düşünmeye, yeniden yorumlamaya vakit ayırabiliriz..Yerli yerine oturmayan şeyleri mesela..Referandum sonuçlarını mesela..Çok konuştuk diyeceksiniz.. Konuştuk da mutabakata varamadık, yerli yerine oturtamadık..Hele AKP’nin yaptırdığı araştırmadan sonra kafamız allak bullak oldu.. Eğitim düzeyi yükseldikçe hayırların arttığını.. Okur yazarlık azaldıkça evetlerin yükseldiğini gösteren araştırma var ya..O..
*
Başa dönelim, olanı biteni sakin sakin bir daha gözden geçirelim..Referandumda evet; demokrasi isteğinin, özgürlük talebinin, hoşgörünün simgesiydi..Bize böyle sunulmuştu..Hayır; statükoculuktu, vesayet rejiminin devamını istemekti, demokrasiden uzaklaşmaktı..Hülasa.. Evetçiler demokrattı.. Hayırcılar faşist olmasalar bile demokrasiyi pek sevmiyorlardı..
*
Bu anlayışla referandum yapıldı, sonuçlar çıktı..Aman Allah.. Ülkenin batısı hayırcıydı.. Sahiller silme statükocuydu.. Ülkenin doğusu, Anadolu’nun ortası demokrattı, özgürlükçüydü..Bu işte bir terslik vardı!.Bu köşeye göz atanlar bu tersliğe birkaç kez dikkat çektiğimi hatırlarlar.. Evetçi Bingöl, hayırcı Marmaris’ten daha demokrat olamazdı..Hayırcı Ayvalık, evetçi Siirt’ten daha tutucu değildi herhalde..Daha hoşgörüsüz!..
*
Meselenin bu boyutu konuşulmak istenmedi.. Yetmez ama evet diyenler bile çıkan sonucu demokrasi, özgürlük ve hoşgörü üçlemesiyle yorumlamaktan çekindiler..Ne diyeceklerdi ki..İstanbul’un Bebek semtinde, Ümraniye’den daha az özgürlük vardı diyemezlerdi herhalde..Demediler de.. Mukayese yapmaktan imtina ettiler..Konu tam kapanacaktı ki, AKP’nin 70 bin kişi üzerinden yaptığı araştırma geldi..Sonuç şaşırtıcıydı..Eğitim seviyesiyle hayırların doğrudan ilişkisi bir kez daha ortadaydı..Üniversite mezunlarının büyük bölümü hayırcı..İlkokul mezunlarının tümüne yakını evetçiydi..Her kentte üniversite kurduran Başbakan bile bu sonuca çok şaşırdı..
*
Bir türlü yerli yerine oturamayan durum, işte bu durum..Nasıl oluyor da Anadolu’nun bozkırı daha özgürlükçü, Akdeniz’in turist kaynayan ilçeleri daha statükocu oluyordu..Nasıl oluyor da okur yazar olmayanlar daha hoşgörülü, yüksek lisans yapanlar daha tutucu oluyordu..*Bazıları bu durumu ‘eğitim alan kişilerin Kemalist ideolojiye maruz kalarak hoşgörüsüz, tutucu ve demokrasi karşıtı hale geldiğini; okur yazar olmayanların Kemalist ideolojiye maruz kalmadığı için müthiş hoşgörülü, dünyaya açık, demokrat bireyler olarak büyüdükleriyle’ açıklamaya çalıştı ama kimse yemedi..Gözüne girmeye çalıştığı çevreler bile güldü geçti..
*
Acaba diyorum..Yola çıkarken yapılan tanımlama mı yanlış.. Tersine bir durum mu söz konusu..Evetler; vesayetçiliği, statükoculuğu, biat kültürünü.. Hayırlar; demokratlığı, hoşgörüyü, özgürlüğü temsil ediyor olmasın..Söylenenin tam tersi yani.. Öyle olursa mesele yerli yerine oturuyor..Bayburt’un Demirözü’nde yüzde 86 evet çıkmasıyla, Foça’da yüzde 76 hayır anlam kazanıyor..
*
İktidarın icraatlarına baktığımız zaman bu durum daha mantıklı geliyor.. Türkiye’yi yönetenler özgürlük deyince sadece türbanı anlıyorlar.. Türban mağduriyetini kastediyorlar..Tüm mağdurların mağduriyetlerini düşünmüyorlar.. Tüm mağduriyetleri anlasalardı; Kürt meselesini de, Alevi meselesini de seçimden sonra bakarız diye ileri tarihe ötelemezlerdi..Ne bileyim..Faili meçhulleri araştırma komisyonu kurulması üçüncü kez engellenmezdi.. O talep reddedilmezdi.. Ne bileyim..Üniversitede gösteri yapan, pankart açan her öğrenci gözaltına alınmaz, 50’si tutuklanmazdı..Aylarca hapiste yatırılmazdı..Ne bileyim..Bakan’ın konferansında not tutan çevreciyi üç sivil polis takip etmezdi..Yüzde 58’e bakılarak..Daha hoşgörülü olunurdu, daha demokratik davranılırdı.. İnsanların daha özgürce davranmaları teşvik edilirdi..Tersi olduğuna göre..Şu 42 ila 58’in anlamını bir kez daha konuşsak diyorum..Yer değiştirdiklerinde Türkiye’nin gerçek fotoğrafı ayna gibi karşımıza çıkıyor da..Bir de bu gözle bakın istedim..İyi pazarlar!..

ÜÇ GENERALE YARGIYA GİTME CEZASI - Mehmet Tezkan

25 Kasım 2010

Mutlaka yanıt verilmesi gereken, kilit soru şudur: Neden şimdi?Üç general neden şimdi açığa alındı?Bakanlar yetkisini kullandı, her şey yasalar çerçevesinde yapıldı sözleri kesmez.. Kimseyi tatmin etmez..Bu olay; askeri vesayetin beli kırıldı, sivil otorite gücünü gösterdi gibi cilalı sözlerle açıklanmaya kalkılırsa -ki bu yönde çok yorum okuyacağız, dinleyeceğiz - bu aklımıza hakaret olur!..Ayıp olur!..Efendim bu üç general hükümeti devirme planı içindeydiler, haklarında açılmış dava var, bu sebeple açığa alındılar gerekçesi de inandırıcı olmaz..Niye mi?Çünkü..2003 yılında, balyoz adlı hükümeti devirmeye yönelik planın yapıldığına ilişkin iddianame temmuz ayında çıktı.. Dava açıldı..Aradan beş aya yakın süre geçti, bakanların aklı başına yeni mi geldi? İçişleri Bakanı da..Milli Savunma Bakanı da..Başbakan da beş ay niye beklediklerini açıklamak zorundalar..

* * *

Balyoz davasında sadece bu üç general suçlanmıyor ki..196 sanık var.. Büyük kısmı da muvazzaf.. Görev başında..Öyle eften püften görevlerde değiller..Mesela; Kuzey Deniz Saha Komutanı var, Güney Deniz Saha Komutanı var.. 6. Kolordu Komutanı var, 8. Kolordu Komutanı var..Korgeneraller, tuğgeneraller, tümgeneraller, amiraller, albaylar, binbaşılar var..Var oğlu var..Hiçbiri açığa alınmadı, hepsi görevinin başında..Neden sadece bu üç general..Ve neden şimdi..

* * *

Nedenine geçmeden önce bir soru daha soralım..Bu üç general ağustos ayındaki YAŞ toplantısında emekli edilmedi.. Terfi de ettirilmediler ama bir üst rütbenin uhdesinde olması gereken yerlere vekâleten atandılar..Misal, Tümgeneral Helvacıoğlu, korgeneral kadrosundaki göreve vekâleten atandı..Başbakan da..Milli Savunma Bakanı da ses çıkarmadı.. Onay verdiler.. Eee, ağustostan bu yana, 2.5 ayda ne değişti!..

* * *

Ne değiştiğini söyleyeyim.. Üç general terfi ettirilmedikleri için Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nde dava açtı.. Davayı kazandıkları için dün açığa alındılar..Üç general yargıya gittikleri için cezalandırıldılar..Meselenin hepimizi ilgilendiren boyutu budur..

* * *

İktidarın her kararına boyun eğmeyene, biat etmeyene, hakkını arayan, yargıya başvurana ceza verilecekse..Fatura kesilecekse, ne demokrasiden ne de hukuktan bahsedebiliriz..Bunun adı; keyfi yönetim olur!..

* * *

Tarihten biliyoruz.. Keyfi yönetimler çok tehlikelidir, o ülkenin vatandaşları için ıstırap vericidir, korkutucudur..Dilerim; hükümetin dört dörtlük gerekçesi vardır..

EVETÇİLER NEREYE GİTTİ? - Mehmet Tezkan

16 Kasım 2010

Bu bayram uzun oldu.. Yıllık izin gibi mübarek; 10 gün.. Yani doğru tatile..Cuma, cumartesi günleri otobüsler peş peşe kalktı..Nereye?Antalya’ya, İzmir’e, Bodrum’a, Marmaris’e..En büyük akın buralaraymış, hayırcıların mahallesine..

* * *

Referandumda evet oyu veren.. Evet özgürlüğü, hoşgörüyü, demokratlığı temsil etmektedir diye başımızın etini yiyen.. Hayır statükoculuktur, geri kafalılıktır, vesayet rejimi istemektir türküsünü söyleyen arkadaşlarımla konuşuyorum..Bayramda ne yapıyorsun?Valla Antalya yapacağız dedi biri.. İyi git de dedim merkezde biraz idare edersin ama Konyaaltı’a sakın uğrama!..Nedenmiş dedi şaşkın şaşkın..Statükocuların mekanı orası dedim; vesayetçi!.. Hoşgörü falan arama, demokrat değiller.. Aman ha!..Allah Allah nedenmiş diye bir kez daha sordu..Vahameti düşünsene dedim; Konyaaltı’dan yüzde 68.5 hayır oyu çıktı..CHP’liler vardır orada!..

* * *

Bir başkası Bodrum’daymış, öteki Ayvalıkta, beriki Foça’da..Manzara şu..Önde yetmez ama evetçiler..Arkada her daim evetçiler..Bayramda doğru ‘hayırda hayır vardır’cıların memleketine..

* * *

Bu sadece sıcakla, denizle açıklanacak bir durum değil.. Bu mevsim deniz de çok cazip değil.. Demek ki; tercih rahat etmekle ilgili.. Demek ki; hayırcıların bölgesi evetçilerin beklentisini karşılıyor!..

* * *

Bu karmaşık hali açıklayacak köklü bir saha araştırması henüz yok.. Bu tablo son beş yılda karşımıza çıktı.. Sosyolojiyle uğraşanlar yıllarca göçle kentin yanı başına gelen, orada geldiği yere benzeyen semtler kuran insanları anlamaya çalıştılar..İstanbul’da Erzincan’ın da, Trabzon’un da, Siirt’in de bire bir aynısı vardı..İstanbul’da küçük bir Sivas kurulmuştu..O insanlar ne İstanbulluydu, ne taşralı.. Ne tam kentliydi, ne tam köylü..Haklarında sayısız saha araştırması yapıldı.. Ama İstanbul’un merkezinde, Türkiye’nin kıyılarında yaşayanlar hakkında dört dörtlük araştırma yok..Geçen gün sosyolog arkadaşıma bunun nedenini sordum..Güldü; Beyaz Türkleri gözlemlemek için onların gittiği mekanlara gitmek gerekir, onlar gibi yaşamak gerekir, biz de para mı var..Avrupa Birliği fonlarından yardım alın, dedim.. Türkiye’yi sağlıklı okumanın başka yolu yok..Hayırcı tipolojisinin zamanı geldi!..

* * *

Kendi mahallesinin evet demesiyle övünenlerin, ilk fırsatta koşa koşa hayırcıların mahallesine gitmelerinin sıkı bir izahı yapılmalı!..

* * *

İstanbul’da hafta sonu hava şahaneydi..Ortaköy’e indim; turladım.. Bir kenara oturdum gelenleri gidenleri seyrettim..Ortaköy’e gelenlerin yüzde 95’i İstanbul’un arka mahallelerinden gelmişti.. Evetçi mahallelerden..Parası olan Antalya’daydı.. Kemer’deydi, Kaş’taydı, Cunda’daydı, Datça’daydı..Parası yetmeyen Ortaköy’deydi, Kadıköy’deydi, Yeşilköy’deydi..Anlayacağımız bu bayram da hayırcıların mahallesi çok popülerdi..

Avantanın Cazibesi - Mehmet Tezkan

17 Kasım 2010

Fakir fukaralıkla, garip gurebalıkla ilgisi yok.. Avanta kültürü diyelim..
Avantanın dayanılmaz cazibesi diyelim..
Çünkü başka izahı yok..
Adam köprüden geçecek, bakmış saatine 23’ü biraz geçiyor.. 45-50 dakika sonra köprü bedava diye çekmiş arabasını kenara, bekliyor..
Bir kişi, iki kişi değil..
Yüzlerce kişi..
Birkaç dakika bekleseler anlarım.. 30-40 dakika da bekleyen var..
Trafik şişmiş, uzun kuyruklar oluşmuş kimin umurunda.. Bedava geçiş başlayınca hurra yollara.. Tampon tampon geçmişler karşıya..
3 lira 75 kuruş vermemek için..
Eminim ki yolculuklarının geri kalan kısmını dur kalk vaziyetinde yaptıkları için 3 lira 75 kuruş daha fazla benzin yakmışlardır..
Binlerce araca da daha fazla benzin yaktırmışlardır..
Ama onun derdi başka!..
Köprüden bedava geçmese kendini enayi yerine koyacak..
İyisi mi biraz bekler uyanık sınıfına girer..
* * *
Yardım kamyonlarını talan etmede de aynı mantık var.. Kimse benim şimdilik ihtiyacım yok diye kenara çekilmez.. Bir tane bile yetmez; allem edecek kallem edecek illa iki üç tane olacak!..
Yoksa avanak derler..
* * *
Parti mitinglerinde çok görünen tablodur.. Genellikle parti amblemli şapka, tişört dağıtılır.. Çok görmüşümdür.. Biri yetmez adam dört beş tane parti şapkasını üst üste geçirerek başına takar..
Avanta ya!..
Canım ihtiyacı vardır, eşine dostuna verir, kullanırlar diyeceksiniz..
Hayır.. Siz hiç sokaklarda normal zamanlarda parti şapkasıyla dolaşan birilerini gördünüz mü?
Niye çok mu alır?
Uyanıklık mertebesidir o..
Bedavaysa, avantaysa kaçırmayacaksın..
* * *
Ciğerimize işlemiş ne yapalım..

Bitlisliler bir sinema için daha ne yapsın?

Mahsun Kırmızıgül son filmine New York’ta Beş Minare adını Bitlis’te Beş Minare türküsünden esinlenerek verdi..
Bununla da kalmadı, bazı sahneleri Bitlis’te çekti..
Ama şöyle bir durum var; filmi herkes izliyor, Bitlisliler izleyemiyor..
Niye mi?
Çünkü; Bitlis’in merkezinde sinema yok.. 25 yıl önce dört tane varmış şimdi hiç yokmuş!.. Belediye Başkanı Alaydın önümüzdeki yıl AVM yapılacak sinema salonuna kavuşacağız müjdesini vermiş..
Sizce; Bitlis ileriye mi gitmiş, geriye mi?
* * *
Bitlis’in siyasi tercihine baktım..
2007 genel seçiminde yüzde 58.7 ile AKP demiş.. 2009 yerel seçiminde yüzde 43.1 ile yine AKP demiş.. Referandumda yüzde 89.5’le evet vermiş. (Bitlis merkez)
Bu tabloya bakınca insan soramadan edemiyor..
Bitlis bir sinema için daha ne yapsın..

Pazar, Kasım 14, 2010

Ya oyları geçersiz, ya da hacları... - Mehmet Tezkan

Ne olmuş yani hep yapılan şey.. Çok önemli değil, iş rutin..
Zaten daha önce de oluyordu..
Bunun altında başka şeyler aramayın..
*
Klasik laflar böyle sıralanır.. Bir meseleyi önemsizleştirmek için kullanılan beylik cümlelerdir..
Neredeyse..
Neredeyse değil genellikle meselenin asli unsurları değil de niye böyle işler oluyor diye soranlar, sorgulayanlar suçlanır..
Münafıklıkla tabii..
Yine durduk yerde iktidara çatma veya çakma vesilesi bulmakla tabii..
*
Oysa o önemsenmeyen önemsenmemesi istenen meselenin altında rejimin niteliği, demokrasinin olup olmadığı, meclisin işlevi gibi temel konular yatmaktadır..
Ne olmuş yani dedikleri şeyler aslında rejimi törpülemektedir.. Farkında olsalar da olmasalar da!..
*
Ne mi oldu da bu satırları yazdım..
Olan bitene ‘demokrasi’ gözlüğüyle bakarsanız dehşete kapılırsınız..
80’e yakın AKP milletvekili (hepsi olmasa bile büyük çoğunluğu) hacca gitmeden önce oy pusulası imzalayıp arkadaşlarına bırakmış..
Kullansınlar diye.. Çeşit çeşit.. Kabul yazanı da var, ret yazanı da..
Ama, adam zaten vekil.. Vekilin bir başka vekile ‘vekâlet’ vermesi görülmüş mü?
Vekilin vekili olur mu?
Olmaz..
Demek ki; ya oradasındır ya değilsindir..
Meclis’te değilken Meclis’teymiş gibi oy kullanırsan hile olur..
Hadi hilecik diyelim!..
*
Hacca giderken bile hileye teşne olmak nasıl açıklanır bilemem ama CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, güzel söylemiş..
Ya oyları geçersiz, ya hacları geçersiz demiş..
*
Efendim basit bir ikili anlaşma maddesi, zaten muhalefet de karşı değil, formalite yerine getirildi, zamandan kazanıldı..
Mazeret değil..
Bildiğim şudur; depo oy Meclis’in değerini düşürür.. Milletvekilini önemsizleştirir.. Demokrasiyi zedeler.. Dikta rejiminin kapısını aralar..
O zaman milletvekilleri Meclis’e girdikleri gün yüzlerce, binlerce kabul veya ret diyen oy pusulası imzalayarak parti yönetimine versinler; olsun bitsin..
Biraz ironi oldu ama galiba gerçek durumda bu..
*
Özetle..
Ya hacı olmaları sakatlandı..
Ya da milletvekili olmaları sakata bindi..
Milletten aldığı yetkiyi gözü kapalı devreden, milletten aldığı yetkiyi önemli görmeyen, boş pusulaya imza atan, hileye başvuran vekil, vekil kalabilir mi?
Konuşulması gereken budur..
*
Meclis’te son günlerde yaşananlar bu kadar değil..
Bir başka hileye daha tanık olduk..
Bir başka oylamada da mükerrer oy skandalı yaşandı..
(Burada parantez açalım.. Elektronik sistemle oy kullanamayanlar pusulaya imza atarak oy kullanıyor.. Nedense bazı vekiller her konuyu biliyorlar, her konuda yeterliler ama şu elektronik oylamayı bir türlü beceremiyorlar.. Böylece hileye zemin hazırlanıyor.)
Bazı milletvekilleri hem elektronik oy kullanmış hem de pusulayla oy vermiş..
İki kere oy kullanmış..
Hile yapmış..
Yediririm diye düşünmüş..
Bunu yapan bir, iki kişi değil 41 milletvekili..
İçlerinde kim var biliyor musunuz?
Dürüstlük konusunda sözü kimseye bırakmayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç..
O da çaktırmadan iki kere oy kullanmış!..
Niye mi?
Kabul oyları fazla çıksın diye!..
*
Arınç’a sormak lazım bu yaptığının hakla, hukukla bir ilgisi var mı? Varsa ilgisi nedir?
Kendi bu hileye niye başvurmuştur? Mükerrer oy kullanması alışkanlık mıdır?
*
Biliyorum cevap vermeyecektir..
Cevap da beklemiyorum zaten.. Kurban Bayramı öncesi kimseyi sıkmak istemiyorum..
Sadece durum tespiti yaptım..
Bu hadiseler demokrasinin neresine oturuyor derseniz ben bir yerine sığdıramadım..
Pardon..
Belki de ileri demokrasilerde böyle oluyordur..
O bahsi bilmiyorum..
*
İyi pazarlar..

Cuma, Ekim 22, 2010

Basın Özgürleşti - Oktay Ekşi

HANİ “Allah’ın sopası yok ki!” diye bir söz var ya, dün bazıları için tam da ona uygun gerçekler içinde yaşadık: Kayseri’de “Türkiye Gazeteciler Federasyonu”nun 31’inci “Başkanlar Konseyi” toplantısı varmış. Bu toplantıya Sayın Cumhurbaşkanı da katılmış. Katılınca bir de konuşma yapması lazım ya...

Nitekim çıkmış konuşmuş. “Demokrasinin vazgeçilmez prensiplerinden birinin basın özgürlüğü olduğunu” söylemiş.
“Basının özgür olması konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorsanız, aynı yanıtı Eritrea Devlet Başkanı Isaias Afworki’den veya en az onun kadar despot biri olan Kuzey Kore lideri Kim Jong-II’den de alırsınız.
Mesele “basının özgür olmasının yararları” değil, sizin başında olduğunuz ülkede “basının ne kadar özgür olduğu”dur.
Cumhurbaşkanı Gül Kayseri’deki konuşmasında ona da yanıt vermiş, “Türkiye’nin basın özgürlüğü yönünden geçmişte çok eleştirildiğini ve çok büyük eksikliklerin olduğunu” söyledikten sonra “gelinen noktada bu alanda çok büyük ilerlemeler kaydedildiğini ve AB (Avrupa Birliği) kriterlerinin yerine getirildiğini” belirtmiş.
Biliyorsunuz Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da öyle söylüyor.
Ne var ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın AB kriterlerinin yerine getirildiğini söylediği gün, yıllardan beri her ülkedeki basının “ne ölçüde özgür” olduğunu yayınlayan Sınır Tanımayan Gazeteciler (Reporters Without Borders) (RSF) isimli kuruluş Türkiye’deki basının 178 ülke içinde 138’inci olduğunu ilan etti.
Listenin en dibinde İran, Türkmenistan, Kuzey Kore ve Eritrea’nın olduğunu söylersek nerede olduğumuz daha iyi anlaşılır.
Bir de “Daha özgürleşiyor” muyuz, yoksa “Özgürlüğümüz giderek kısıtlanıyor mu?” sorusuna yanıt vermek için belirtelim:
Geçen yıl listedeki yerimiz 122’ncilikti. Bir önceki yıl yani 2008’de 102’nci, 2005’te 98’inci idik.
Kısaca “hiç iyi olmadık” ama “bu kadar kötü duruma” düşmüş de değildik.
Değildik ama Başbakan Tayyip Erdoğan’a sorarsanız, 14 Eylül 2009 günü Avrupa Birliği ülkeleri Büyükelçilerine verdiği iftardaki konuşmasına göre “İfade özgürlüğüne bu kadar önem veren, verdiği önemin de gereğini hakkıyla yerine getiren bir iktidarın, özgür basını susturmak, engellemek, sıkıştırmak, üzerinde siyasi baskı kurmak gibi bir niyeti olmaz, olamaz”dı.
Zaten kendisinin “medya kuruluşları üzerinde siyasi veya ekonomik baskı kurma hakkı ve yetkisi” olduğundan söz bile edilemezdi.
Bir sonraki örneğe geçmeden söyleyelim:
Türkiye’de bugün, önemli sayılacak hiçbir medya organı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı kızdırabilecek bir haberi yayınlayamamaktadır.
Ama Başbakan Erdoğan’ın geçen yıl “Türkiye’de basın özgürlüğü ABD’dekinden de ileridedir” dediğini de anımsayınca, yukarıdaki sözler yerine oturuyor.
İyi de kendisi de bir gazeteci-yazar olan Taha Akyol, tam da RSF’in bizi 138’inci ilan etmesinden bir gün önce “Türkiye’deki değişim, eşitleşme ve özgürleşme yönündedir” diye yazarsa kime ne dersiniz?

Christian ile Bettina - Yılmaz Özdil

Almanya Cumhurbaşkanı geldi.

*

Dindar bi ailenin çocuğuydu.
“Hıristiyan” adını koydular ona.
Babası zampara çıktı.
Henüz bebekken, anasını boşadı.
Annesi başkasıyla evlendi.
Üvey baba şerefsiz evladıydı.
16 yaşındayken, annesi öldü.
Üvey babası sokağa attı.
Öz babası da yanına almadı.

*

Büyüdü, hukuk okudu.
Okul arkadaşıyla evlendi.
Kızları oldu.
Örnek babaydı.
Siyasete atıldı.
Aşağı Saksonya Başbakanı oldu.

*

Başbakanken, Afrika'ya resmi ziyarete gitti, oradayken, kendisinden 15 yaş küçük Bettina'yla tanıştı. Üniversitede gazetecilik okumuştu ama, gazetecilik yapmıyor, bir lastik şirketinin basın danışmanlığını yapıyordu Bettina... O vesileyle katılmıştı Afrika gezisine.

*

Bi safari...
Bettina hamile kaldı!

*

Koyu dindar, “Hıristiyan” adını taşıyan, üstelik “Hıristiyan” Demokrat Parti'nin mensubu olan “muhafazakâr” Başbakan, evliyken, evlilik dışı ilişkiye girmişti yani...
Babasının yaptığını yaptı, kızının anası 18 yıllık eşini şak diye boşadı, hamile bıraktığı Bettina'yla evlendi.

*

Buyrun buradan yakın...
Evli Başbakan'dan hamile kalıp, Başbakan'ın yuvasını yıkan fingirdek Bettina'nın bi tane de oğlu olduğu ortaya çıktı iyi mi!

*

Hiç evlenmemişti halbuki... 18'ine gelince ailesinden ayrılmış, ayrı eve çıkmış, evlilik dışı çocuk doğurmuş, sonra, oğlunun babasından ayrılmıştı. Hareketli kızdı. Gece hayatını seviyordu. Arkadaşları, sarı saçları ve 1.80'lik boyuyla Brigitte Nielsen'e benzetiyordu.

*

Başbakan eşi olunca, röportaj verdi, “Hayatımı yönlendirmek için kimseyi bekleyemem, kimseye danışmam, kimseye bağımlı olmam” dedi... “Bende böyle şekerim, yerseniz” demek istedi.

*

Hep bakımlı. Ojesiz gezmiyor. Marka tutkunu. Ayakkabı hastası... Arkadaşlarına ayakkabı hediye etmesiyle tanınıyor. Gamsız... Kameraların önünde dudak dudağa öpüşmekten çekinmiyor. Kahkahaları meşhur. Klasik müzikten daralıyor, Madonna, Elton John konserlerini kaçırmıyor, U2 hayranı... Eskiden, gece kulüplerinde dans gösterilerine bile katılmış.

*

İki dövmesi var. Biri sağ kolunda, anahtar deliği etrafında alevler figürü...
Öbürünün yeri bilinmiyor!
Kimi sırtında diyor, kimi kalçasında.
Çatalda olduğunu iddia edenler var.

*

Uzatmayayım, eşi Cumhurbaşkanı seçilince, Almanya'nın gelmiş geçmiş en genç ve ilk dövmeli first lady'si oldu bu çılgın kız... Doğurdu, bir oğlu daha oldu.

*

Ve, şimdi Türkiye'de...

*

Ufak tefek mırın kırın edenler var ama, Alman halkı onunla gurur duyuyor. “Cumhurbaşkanı ot gibi adamdı, hayatına renk kattı” diyorlar. Sarkozy'nin eşi Carla Bruni'yle, Obama'nın eşi Michelle'le kıyaslıyorlar Bettina'yı... Hatta, Die Zeit gazetesi, “Askerlerimizin dolaplarına resmini asmak isteyeceği bir first leydimiz var” yorumunu bile yaptı. Seviyorlar onu.

*

Çünkü...
Yok efendim, evlilik dışı ilişkisi olmuş, vay efendim, first leydinin kolunda dövmesi varmış da, ulu orta öpüşüyormuş filan, orasıyla ilgilenmiyorlar. “Özel hayatıdır, kimseyi alakadar etmez” diyorlar.

*

Zaten, Almanya'nın muhafazakâr başbakanı Angela Merkel'in de soyadı Merkel değil aslında... İlk eşinin soyadı ama, orasıyla da kimse ilgilenmiyor. “Bizi ırgalamaz” diyorlar.

*

Gelin görün ki...

*

Aynı Almanya Cumhurbaşkanı, aynı Bettina yüzünden büyük bi skandala karıştı... Az daha siyasi hayatı bitecekti!

*

Peki niye?

*

Çünkü...
Henüz başbakanken, Bettina'yla birlikte, Florida'ya Noel tatiline gitti. Kendi cebinden ödeyerek, özel havayolu şirketi Air Berlin'den bilet almıştı. Tesadüf bu ya, tatile gitmeden önce, bir kokteylde Air Berlin'in yönetim kurulu başkanıyla karşılaştı Bettina... “Air Berlin'in hizmetini beğeniyoruz, hatta tatilimize sizin uçağınızla gidiyoruz” dedi. Sohbet sırasında, ekonomi sınıfı bilet aldıkları ortaya çıktı. Air Berlin'in yönetim kurulu başkanı jest yaptı, daha rahat uçsunlar diye, ekonomi sınıfı biletleri, business'a çevirdi. Uçtular.

*

Bi döndüler kardeşim...
Gazetelerde manşet!

*

Almanya ayağa kalkmıştı. Kanun gereği, siyasetçinin 10 euro'dan fazla hediye alması yasaktı. Bu ne rezaletti. Resmen rüşvetti. Hannover Savcısı şıırrak diye soruşturma açtı.

*

Bizim Christian, ebelek gübelek yapmadı, şerefsiz basın demedi, savcıyı da ideolojik davranmakla suçlamadı, çıktı, Alman halkından özür diledi, “Hata yaptım, haberim bile yoktu ama, uçakta karşılaştığım emrivakiye itiraz etmeliydim, suçluyum, özür dilerim” dedi. Çıkardı cebinden, takır takır, bilet farkını ödedi. Böylece, savcı da soruşturmayı geri çekti.

*

Pürüzsüz “siyasi hayatı”ndaki ilk ve son skandal bu oldu.

*

Özetle.
Alman halkı, kimin kimi becerdiğiyle ilgilenmiyor, Alman halkını becermeye kalkan var mı, onunla ilgileniyor...
Yüz yirmi yedi bin iki yüz seksen beş sene var Almanya olmamıza.

Türban Türban Üstüne - Yılmaz Özdil

İlk türbanlı anaokulu öğrencimizden sonra, ilk türbanlı bebeğimiz de doğdu sayın seyirciler...

*

“Kuvözdeki bebeğe türban takılır mı kardeşim” diye itiraz eden doktor, HSYK kararıyla meslekten atıldı... Yargıtay Müftüsü, “Tabip odalarını HSYK’ya bağlamakla ne kadar isabetli bi karar verdiğimiz ortaya çıktı” dedi. Doktorun itiraz başvurusunu değerlendiren Danıştay Müezzini ise, çok konuşursa sadece meslekten değil, içeri de atılabileceğini açıkladı.

*

RTÜK, siyah-beyaz Türk filmlerindeki başı açık kadın görüntülerinin üstüne türban takılmasını istedi. Montajı mümkün olmayan hallerde, başı
açık kadınlar biplenecek.

*

Sarışın türban modasına, Kadından Sorumlu Bakan Abdülmüttalip Fesli el koydu. Arkeolojik bulgulara göre, Anadolu kadınının sarışın olmadığını belirterek, esmer türban’ın kültürümüze daha uygun olduğunu söyledi. Örgülü ve kıvırcık türbanların Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandığını hatırlatan Fesli, kumral
türban’a hoşgörüyle yaklaşabileceklerini ifade etti.

*

Milli Eğitim Bakanı tarafından Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na atanan YÖK Başkanı, örgülü ve kıvırcık türban yasağını gazetecilerden öğrendi, henüz haberi olmadığını, ancak, bunun kendi kusuru olduğunu, hükümet söylediğine göre mutlaka doğru olduğunu açıkladı.

*

(YÖK Başkanı’ndan boşalan YÖK Başkanlığı’na, öğretim üyelerine TOKİ’den ev vaat eden ve bu projesiyle Nobel’e aday gösterilen rektör adayı getirildi. Elindeki kumanda aletiyle reklamlarda cızzt bızzt havuzlu apartmanlar çizen müteahhit de, TÜBİTAK Başkanı oldu.)

*

Kültür Bakanı şeyh Sümbül Efendi, Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin yerine yapılan Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nin açılış töreninde konuştu... Erkin Koray’a ait “Çöz beni arapsaçı”nın yasaklandığını; Ferhat Göçer’in ise “Cenneti değişmem saçının teline” şeklindeki müstehcen şarkısı nedeniyle, dinden çıktığı için vatandaşlıktan da çıkarıldığını müjdeledi.

*

AB’ye uyum çerçevesinde kanunlaşan, motosiklet sürücülerine kask takılması mecburiyeti, bu kanunu bizzat çıkaran Adalet Bakanlığı tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürüldü... Türban üzerine kask takılmasının, türban üzerine peruk takılmasından bi farkı olmadığını hatırlatan bakanlığımız, “Size uyduk, kanunu çıkardık ama, insan haklarına aykırı” dedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, “Kafa sizin birader, ne haliniz varsa görün” cevabını verdi. Söz konusu kanun, kask üzerine türban takılması şeklinde değiştirildi.

*

Biz olana kadar çoktan Avrupa Birliği üyesi olan Etiyopya, eski vatandaşları Elvan Abeylegesse’ye türban taktırılması üzerine Türkiye’ye nota verdi. Yandaş medya, herhangi bir zorlama yapılmadığını, Elvan’ın kendi isteğiyle türban taktığını manşet yaparak, sordu: “Etiyopya kim oluyor! Aurelio da takıyor, Alanzinho da takıyor, Brezilya karışıyor mu?”

*

CHP’li kadın milletvekillerinin Meclis çatısı altındaki odalarında, yani kamusal alanda türbanlarını gizli gizli çıkarırken çekilmiş gizli kamera görüntüleri internete düştü... O sırada umrede bulunan CHP genel başkanı, Zemzem Towers’tan telefon ederek, istifalarını istedi.

*

Perşembenin gelişidir...

*

Ve, aslına bakarsanız, her makama doluşan türbancı erkeklerin kafasının içindeki zihniyete aldırmadan, türbanlı kadınların kafasının üstündeki beze takılan kafanın eseridir.

Cuma, Ekim 01, 2010

Hanefi ile Fidel - Yılmaz Özdil

“Hanefi” Avcı...

Sünni mezhebinin adını taşıyor.
Kendisi sağ’cı.
Hatta bi ara cemaatçi.
Ömür boyu sol’la mücadele etti.
Silivri’ye kondu...
Sol örgüte yataklıktan.

Yardım istediği avukatın adı ne?
Fidel!

O

Lakap filan değil ha, nüfus kâğıdında yazıyor, avukatın adı:
“Fidel” Okan.

Türkiye’de Küba Lideri’nin adını taşıyan 500’den fazla Fidel var. Mesela Niğdeli Fidel, 12 Eylül’de sol’cu olduğu için hapse tıkılan ve doğum müjdesini demir parmaklıkların ardında öğrenen bir babanın oğlu... Mersinli Fidel, sendikacı bir babanın oğlu, doğum esnasında grev gözcüsüymüş babası, doğar doğmaz grev çadırına getirilmiş, orada konmuş adı... Üstelik, hepsi erkek değil, kız Fidel’lerimiz de var. Biri, CHP Milletvekili Fuat Çay’ın kızı Fidel.

Ev hanımı, öğrenci, bilgisayarcı, tekstilci, avukat Fidel’lerimiz var. Düğün veya doğum haberlerini aldığında, tebrik mesajı gönderiyor Fidel Castro... E karşılıklı bu işler; Castro’nun doğum gününde, Küba’nın Ankara Büyükelçiliği’ndeki törene katılıyor bizim Fideller.

Atatürk hayranıdır Fidel Castro... Türkiye’ye geldi, “Ona ve devrimine hayranım, devrim yaptım ama, onun yaptıklarını yapamadım, kendinize başka lider aramayın” dedi. Mustafa Kemal’in büstünü Havana’nın göbeğine dikti, altına yurtta sulh, cihanda sulh yazdı.

Bu nedenle, “sadık” anlamına gelen Fidel adını taşımak suç değil artık Türkiye’de... Eskiden felaketti.
Evladına Fidel adını veren babalar veya Fidel adını taşıyan evlatlar, sağ’cıların hışmına uğrardı, zulüm görürdü. Suçsuz günahsız, durup dururken gözaltına alınma sebebiydi.

Kim yapardı bu işleri?
Hanefi gibi polisler.

Kim kurtaracak Hanefi’yi?
Fidel!

Aradım Fidel Okan’ı... Resmi avukatı değil aslında, bir başka davayla ilgili olarak “tanık” sıfatıyla görüşmüş... “Tanığım olduğu için, müvekkilim olmasında çekincem var” dedi.

Peki neden tanık?
Öbür dava, Hanefi Avcı’nın kitabıyla alakalı çünkü...
Fidel davayı kazanırsa, Hanefi kurtulacak. O nedenle kimseyle konuşmuyor, Fidel’e anlatıyor.

Dolayısıyla... Hanefi’nin Fidel’den yardım istemesi, sadece devlet-cemaat kapışmasını değil, devlet-cemaat yolunu açan 12 Eylül’ün Fidel tarafından teşhir edilmesi anlamını taşıyor.

İlahi adalettir bu, ilahi.


Pazar, Eylül 19, 2010

ASMALIMESCİT’İN BİRAHANESİ!..- Mehmet Tezkan

Cuma günü Çetin Altan’ın “zırva” ile “tevil”in bitmeyen çiftleşmesi başlıklı yazısı imdadıma yetişti..Son günlerde yazılanları çizilenleri artık daha rahat açıklıyorum..Mesela..Görmüyor musunuz, Asmalımescit’te yeni birahane açıldı. Hem de AKP’li Belediye Başkanı zamanında açıldı, son beş yıl içinde açıldı cümlesini okuyunca ne alakası var diyordum..Dam üstünde saksağan gibi geliyordu..Meğer alakası varmış..Tevilmiş!..

Tevil ne?Çetin Altan yazısında şöyle açıklamış: “Zırva” bir iddiaya, tutarlı bir açıklama yapmaya çalışmak ise, tevil; zırvalamanın içeriğini ve anlamını kaydırmaya çalışma...”

Gelelim nasıl tevil olduğuna..Muhafazakârlaşmıyoruz, tam tersi oluyor diyen nasıl tevil edecek iddiasını?Asmalımescit’te birahane açıldı diyerek..Asmalımescit’in yanı başındaki Nevizade’yi solladığını örnek göstererek..

Bayburt’tan bir örnek çıkarsan..Maraş’tan..Siirt’ten, Bingöl’den..Batıya doğru gel, Kütahya’dan, Afyon’dan..Gitmek lazım, görmek lazım.. Örnek bulamayınca da bulamadım demek lazım..En iyisi gitmemek..

Şunu da anlamış değilim.. Evet oylarını demokratikleşmeye, özgürleşmeye, değişime, değişimin faziletine bağlayanlar neden evet oyunun yüksek olduğu yerlerde yaşamazlar..Oralara takılmazlar.

Hem hayırcıları darbeci, statükocu diye suçlarlar hem de hayır oylarının yüksek olduğu yerlerden ayrılmazlar..

Neden hayırcı Beşiktaş Çarşı’da balık yemeyi tercih ederler de yolları evetçi Sultanbeyli’ye düşmez..

Hayırcı Kadıköy Çarşı’da ideal mekândır, rahat ederler.. Neden aynı rahatlığı evetçi Başakşehir’de aramazlar..Sultangazi’ye uğramazlar..

Asmalımescit’te yaptıkları gibi yol üstü masasına kurulup iki tek atmak istemezler..Değişimci dedikleri Esenler yerine, statükocu ilan ettikleri Levent’i tercih etmeleri nedendir!

Bi acayip durum değil mi?

Evet verdikleri için öve öve bitiremedikleri kentlere, demokratikleşmenin öncüsü dedikleri kentlere gitmiyorlar.. Hayır dedikleri için hakaret ettikleri insanların yaşadığı kentlere koşuyorlar..Statükocu, darbeci, askerci, laikçi Ege’den, Akdeniz’den çıkmıyorlar..

Tatilde daha rahat ederiz diye, yüzde 95 evetle rekor kıran Bingöl’e koşmaları gerekirken, soluğu mahalle baskısının had safhada olduğu, dayatmacı, statükocu Foça’da, Çeşme’de alıyorlar.. Hayırcı Muğla’nın ilçelerine de insanına da bayılıyorlar.. Nedendir!..Yüzde 79 oranında hayır diyen Karşıyaka’yı cazip kılan nedir!..

Çarşamba, Eylül 08, 2010

Madde Madde Referandum - Yılmaz Özdil

Yeni başlayanlar için referandum... Madde madde


Aylardır anlatılıyor... Hâlâ “hangi maddeleri oylayacağız?” diyen var.

İzah edeyim.
¡
Memur maddesi: Kamu Personeli Seçme Sınavı yapıldı, dini imanı dilinden düşürmeyen cemaatçi arkadaşların soruları arakladığı, kul hakkı yemeye utanmadıkları ortaya çıktı.
¡
Eğitim maddesi: Üniversite sınav sorularının takunyalılara sızdırıldığı, kendi dershanelerine servis edildiği, milyonlarca evladımızın geleceğini çaldıkları ortaya çıktı.
¡
Güvenlik maddesi: Polis Akademisi sınavında soruların zimmete geçirildiği, tarikatçılara ezberletildiği, uzun lafın kısası, hırsızların polis olmaya çalıştığı ortaya çıktı.
¡
Eşitlik maddesi: TRT’ye personel almak için sınav yapıp, sonuçları internetten yayınladılar, ancak, torpil taleplerini silmeyi unuttular, böylece, kazanan isimlerinin yanında “şu müdür tanıyor, bu müdür kefil” gibi notların düşüldüğü ortaya çıktı.
¡
İşçi hakları maddesi: AKP’li belediye itfaiyeye alınacak üç personel için sınav yaptı, yüzlerce aday “belgen eksik” diye sınava sokulmadı, “prosedürü uyguladık” dendi, sonuçlar bi açıklandı, başkanın oğlu ve kayınbiraderiyle, zabıta müdürü oğlunun kazandığı ortaya çıktı.
¡
Ekonomi maddesi: Kamu bankası sınav yaptı, müfettişler aldı, boru değil, müfettiş bu, sahtekârları yakalayacak, 80 puan alanlar girecekti, 70 alanlar dolduruldu, rezalet ortaya çıkınca, bilgisayarın hata yaptığı söylendi... Bir başka kamu bankası müfettişler aldı, sınavı hazırlayan özel üniversitenin aynı soruları daha önce bir başka kamu kurumunun sınavında sorduğu ortaya çıktı, suçüstü enselenen üniversite “ayy çok pardon” dedi.
¡
Sağlık maddesi: Sağlık Bakanlığı Unvan Sınavı yapıldı, 20 soru iptal edildi, 17 sorunun cevap şıkları değiştirildi, zaten 50 soru vardı birader, belli ki unvanı yükseltilmek istenenler buna rağmen becerememişti, sonuçlar bir hafta geç açıklandı, rezaletin ayyuka çıktığı ortaya çıktı.
¡
Spor maddesi: Çok örnek var, birini anlatayım, Menderes Üniversitesi Beden Eğitimi Yüksek Okulu’nda sınav yapıldı, kazananların listesi açıklandı, sonra o liste indirildi, başka liste asıldı, kazanıp kayıt yaptıranlara “siz kazanamadınız” dendi, kazanamayanlar kayıt edildi, savcı “oha artık” demek zorunda kaldı, mahkemenin yürütmeyi durdurduğu ortaya çıktı.
¡
Sendika maddesi: Eğitim Kurumu Müdürlüğü sınavı yapıldı, soruların iktidara yakın bi sendikanın çalıştayında sorulan sorular olduğu, o sendikadan olanların kazandığı ortaya çıktı.
¡
Din maddesi: Diyanet İşleri Başkanlığı vaizlik, Kuran kursu öğreticiliği, müezzinlik sınavı yaptı, başarılı olan adaylar başarısız ilan edildi, başarısız denilen adaylar mahkemeye başvurdu, olmayacak duaya amin denildiği, sınavın iptal edildiği ortaya çıktı.
¡
Netice itibariyle...
¡
Son 4-5 senede, vatandaşların geleceğiyle alakalı olup, seçenekli şıkları bulunan her sınavda, hukuken tespit edilmiş “yamuk” olduğuna göre, pazar günü cevabı aranması gereken asıl soru şudur... Hukuk sınavı referandumda katakulli olmayacağının garantisini kimse verebilir mi?
a, evet
b, hayır

Çarşamba, Eylül 01, 2010

Dünya BAsketbol Şampiyonası - Yılmaz Özdil

Dünya basketbol şampiyonası, NBA’in efsane ismi, Los Angeles Lakers’ın ribaund kralı Müslüm Gürses’in “hem sarhoşum, hem yastayım” şarkısıyla açıldı sayın basketbolseverler...

Gerçi, ramazan mübarek gün “bar taburesi üstünde sarhoşum, yastayım” şeklindeki üçlük atış, tribünleri kederlendirip, “hazır potayı bulmuşken, iki tek de biz atalım” isteği uyandırdı ama, salonda sadece meyve suyu dağıtılması, ahalinin dağıtmasını önledi.

2’şer metrelik “dev” adamlara, “minik” serçeyle konser verdirmek de, önemli olanın “boy değil, soy” açılımını kanıtlar bi görüntüydü.

Ancak... Milletin aptesi bozulmasın diye memeleri zincirle zırhlanan dansöze “salla salla, gül memeler çağlasın” nakaratıyla göbek attırılırken, erkek semazenlerin etek giymesi, yabancı seyircilere durumu izah etme noktasında güçlük yarattı.

Sezen Aksu’nun “böyle dilber gördün mü, ey meclis-i şahane” lafını duyunca, Meclis Başkanımız kürsüye fırladı... Spor’a sipor dedi. Sonra, spor bakanımız çıktı, süpor dedi. Canlı yayın yaptığımız 172 ülke arasında sadece biz Türkçe konuştuğumuz için, sorun olmadı.

LeBron James gelmedi, Yao Ming gelmedi, Ginobili gelmedi, hükümetimizin pivotu olan Başbakanımız da gelmedi... Turnuva öncesinde Arjantin’le yapacağımız hazırlık maçı 9’da başlayacakken, Başbakanımızın iftar programı nedeniyle 9.30’a alınmış, Başbakanımız bekle bekle, gelmemiş, maç 10’a doğru başlatılmıştı... Belki bu sefer gelir, bekleyelim dendi, ancak sahurda bile gelmeyeceği anlaşılınca, mecburen tören başlatıldı, Kanadalı sirk çıkarıldı.

Gasol ve Nowitzki gelmeyince, Cumhurbaşkanımız da gelmedi... Ankara’da oturduğu halde, zahmet edip Ankara’daki maçlara da gelmedi... İlla gelsin diye, Bursa gibi basketbol şehri yok sayıldı, Kayseri’ye maç götürüldü. Ama, Kayseri’ye Türkiye maçı götürülmesi unutuldu! Cumhurbaşkanımız, Araplardan kim var demiş olmalı ki, Ürdün maçına gitti.

“Hayırcı” Fazıl Say’ı kadroya almayıp, “Evetçi” Sezen Aksu, Müslüm Gürses ve Mustafa Erdoğan ilk 5’te sahaya sürülünce, gözler Kiboş’u aradı... Kiboş’un “Kobe Bryant yoksa, ben de yokum anacım” dediği iddia edildi... Ajdar’ın kapanış törenine Harlem’le birlikte çıkacağı söylentisi ise, Ciguli tarafından yalanlandı.

Papyonlu senfoni orkestrası ince ince çalarken, mehter takımının “ya Allahhh” diye salona dalması, FIBA heyetinde panik yarattı... “Kılıç Kalkan çıkmayacak” garantisi verilince, biraz yatıştılar. Truva beygiri çıktı onun yerine... Truvalılar zurna eşliğinde, horon tepti.

Bi ara parkede deve kesilecekmiş dedikodusu yayıldı... Türk yıldızlarının tavanda gösteri yapmaması, Genelkurmay’ın memleketin gelişmesinden rahatsız olduğu şeklinde yorumlandı.

Ve, Başbakanımız maça geldi... Tanjeviç’in Mehmet Okur’un yokluğunda Başbakan’ı oyuna sokacağı öne sürüldü. Bunca hadiseden sonra olur mu olur dendi, ancak beklenen olmadı.

Başbakan geldi diye, alt tarafı mini etek giyen ponpon kızların sahaya çıkması yasaklandı... Böylece, biz kimsenin kılığına kıyafetine karışmıyoruz palavrası, bir kez daha çemberden döndü.

Allah'tan takımımız çölde vaha gibi. Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz sayın basketbolseverler...

Perşembe, Ağustos 26, 2010

Aldırma Gönül - Yılmaz Özdil

Kim takar Yalova Kaymakamı’nı?

Hiç kimse.

Kim takar Yalova Valisi’ne?AKP takar!

Kaşla göz arasında tek kişilik kararname çıkarıp görevden “aldı”lar...*Peki niye “aldı”lar?*Volvo jipi olan Ordu Valisi’ne bi tane de Mercedes S320 “aldı”lar... Mercedes’i, Volvo’su, Mitsubishi jipi Nissan Primera’sı olan Trabzon Valisi’ne, bi tane Volkswagen minibüs, bi tane Mercedes S350 “aldı”lar... Dümdüz şehir Konya’nın Land Cruiser jipi olan Valisi’ne, bi tane de BMW 735 “aldı”lar... Başbakan Erdoğan, Rize Valisi’ne Mercedes S350 “aldı”... Mercedes’i eskiyen Uşak Valisi’ne Mercedes S350 “aldı”lar... Mercedes S320’si ve Toyota jipi olan Bolu Valisi’ne Audi Q7 “aldı”lar... Kırklareli Valisi’ne Mercedes’i varken Audi Q7 ve Chevrolet “aldı”lar, sonra Vali’yi Aydın’a “aldı”lar, gıcır gıcır Mercedes’i varken 450 milyara yeni Mercedes “aldı”lar... Mercedes’i olan Tekirdağ Valisi’ne Toyota jip “aldı”lar... Gariban ahaliye buzdolabı kanepe dağıtan Tunceli Valisi’ne, Mercedes’i ve Hyundai jipi yetmedi, Volvo “aldı”lar... Mercedes’i eskiyen Isparta Valisi’ne, Isparta’nın prestiji sarsılıyor diye, Audi A8 “aldı”lar... Mercedes’i, Mercedes jipi, Nissan’ı olan Ardahan Valisi’ne bi tane Volvo jip “aldı”lar, bi tane de Audi A6 “aldı”lar.

Oğlu Cumhuriyet mitingine katıldığı için mimlenen Yalova Valisi’ni, “pahalı” perdeleri söktürüp, “ucuz”a perde taktırarak, devleti “zarar”a uğratmak suçuyla görevden “aldı”lar!

Danıştay “aldı”rma sen diyerek, görevine iade etti... Baktılar ki, Danıştay devletin iflas ettirilmesine “aldı”rış bile etmiyor, devleti kurtarmak için, merkeze “aldı”lar.

(TÜBİTAK’tan burs kazanan, İngiltere ve Belçika’da eğitim gören, The Victoria University of Manchester’da master, Çukurova Üniversitesi’nde doktora yapan, yönetim bilimi doçenti olan, Avrupa Konseyi Yerel Demokrasi Komitesi’nde Türkiye’yi temsil eden, başkanlığını yapan, Avrupa Konseyi Seçilmiş Uzmanlar Komitesi ve Uluslararası Odalar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğini yürüten, Türk-Alman İş Konseyi Eşbaşkanı olan, İngilizce ve Fransızca bilen; Avrupa Topluluğu çevre politikası, Türk kamu yönetimi, çokuluslu şirketlerin yönetim organizasyonu hakkında kitapları bulunan biri... “Aldı”kları Yalova Valisi Yusuf Erbay.)

Cevabı adım gibi tahmin ettiğim halde, sordurdum... Yalova il olduğunda valiye tahsis edilen 96 model Mercedes’e biniyordu, bir senedir arızalı, garajda, yenisini “aldı”rmadı, il özel idaresi personelinin servis aracı olarak kiralanan Ford’u kullanıyordu.

Salı, Ağustos 24, 2010

Hasan Ali Yücel' den Bugüne - Yılmaz Özdil

Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda dümen yapıldığı...
“Öğretmen”lik sınavında 120’de 120 doğru çıkaranların, cemaat-tarikat mensubu olduğu... Tesadüfe bak, karı-koca veya aynı evi paylaşan tiplerin, imkânsız skora ulaştığı... Soruların sızdırıldığı, iddia ediliyor.*
Sene 1943.*
Ankara Atatürk Lisesi’nin en pırıltılı iki öğrencisi -birbiriyle canciğer- devlet bursuyla yurtdışında eğitime gidebilmek için, Milli Eğitim Bakanı’nın makam odasına girerler. Bakan bakar çocuklara, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin, gideceksin” der... Sonra öbürüne döner, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin ama, gönderemem, kalacaksın” der. Çocuklar çıkar odadan...*
“Kalan” elini cebine sokar, yıllardır biriktirdiği harçlıklarını “giden”e uzatır, al bunu lütfen, hiç olmazsa amacımı kısmen gerçekleştireyim der... Kucaklaşır, vedalaşır iki arkadaş.
*
Giden, Gazi Yaşargil.*
Kalan, Can Yücel.Milli Eğitim Bakanı’nın oğlu!*
“Torpil yapıldı” demesinler diye, hak ettiği bursu alamayan Can, hiç kırılmaz babasına... Vekil oğlu olmak, hep ağır gelmiştir ona zaten... Protokol “portakal gibi bi şey”dir onun için, bi kez olsun binmez makam arabasına... Türkiye’nin en heyecan verici şairi olur, diliyle, zekâsıyla eşsizdir ama, bana göre en muhteşem şiiri, boyun eğmeden yaşadığı hayatının ta kendisidir... “Ömrümce muhalif yaşadım, onun için kan grubum RH negatif” der... İçeri tıkılır, kitapları toplatılır, tınmaz bile... Alnı açık yürür, Cambridge’e gitmeyi başarır.*
Gazi, İsviçre’ye gider, Almanya’ya, oradan ABD’ye... Beyin cerrahisinde çığır açar, ordinaryüs olur, ABD’de “yüzyılın adamı” seçilir. Türkiye ise, askerlikten kaçıyor diye, vatandaşlıktan atarak ödüllendirir onu! Vatansız kalır... Sonra utanıp, Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası ve Milli Egemenlik Onur Ödülü verdiler, orası ayrı.*
Gazi’nin oğlu olur, “Can” adını koyar... Can’ın oğlu olur, Gazi elinden tutar, cerrah yapar... “Rengahenk” isimli kitabını Gazi’ye ithaf eder Can, “Beynin Piri Reis’i” der arkadaşı için.*
Ve, son nefesini verirken, ABD’den gelen oğlu, kulağına eğilir Can’ın, “Gazi’nin selamı var, seni çok seviyor” der... Can’ın duyduğu son sözlerdir bunlar, gülümser, kapatır gözlerini.*
Aynı dakikalarda, binlerce kilometre uzakta, Can’dan gelen paketi açar Gazi... Arkadaşının son eseri “Mekânım Datça Olsun” isimli kitap çıkar içinden... Açar kapağını, bakar ilk sayfasına ve ağlayarak okur, son el yazısını: “Gazi, gözümün bebeği, giderayak...”*
Offf, of.*
Öz oğluna bile hak ettiğini vermeye utanan Milli Eğitim terbiyesinden... Torpille, tezgâhla, şaibeyle kaynamaktan utanmayan Milli Eğitim zihniyetine.
*
Dönem arkadaşına cebindeki parayı, üstüne yüreğini çıkarıp veren pırıl pırıl öğretmen oğlundan... Dönem arkadaşının cebindeki parayı, geleceğini çalan ahlaksız öğretmen bozuntusuna.
*
Değerli öğretmen adayları...“Her Şey Sende Gizli” şiirinde şöyle der Can:Gülebildiğin kadar mutlusun Üzülme, bil ki... Ağladığın kadar güleceksin Sakın bitti sanma her şeyi...*
Sakın bitti sanma...Her şey sende gizli.Boyun eğme asla.Cumhuriyet’e sahip çık.

Perşembe, Ağustos 19, 2010

Soy - Sop Meselesi

İşlerine geldiği zaman “Hepimiz Ermeniyiz” der bunlar, işlerine geldiği zaman “Bunun anası Ermeni” der... Halbuki, ne hepimiz Ermeniyiz, ne de bir annenin Ermeni olmasıdır önemli.

Bakın, hazır “Soy önemli soyyy” diye bağırılırken, yaşanmış öykü anlatayım size.

Derviş Özer, tıp doktoru. Aynı zamanda, heykeltıraş. 90’lı yılların başı... Tatile giderken, Afyon’da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş... “Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir.

O gün 3 yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere... Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba... Utanır... “Bi şey yapmalıyım” der. “Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”

“Şehit Ağacı” projesi hazırlar.

Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında... Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, anca 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi’nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir.

İstanbul’a gelir, künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bi usta... Dükkana girer, anlatır. O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “Paslanmaması lazım” der, “Evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”

Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş... “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “Vatan işi” der... 5’te 1 fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. 3 bin künye... “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir.

Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş... Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır. Taa ki, amacına ulaşacağı 2009’a kadar.

Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur... Belediye “Başımızın üstünde yerin var” der... Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur. Ancak, bi sorun vardır. Şehit sayısı 6 bini geçmiş, eldeki künye sayısı ise sadece 3 bindir.

Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul’a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu” garantisi verirler. Zaman dar... Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1’er liradan alır.

Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider. Ve, kış...

Sadece tebrik yağmaz tabii.Yağmur da yağar.

Şehit Ağacı’nın 3 bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı...

“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.

Bize de, bu satırları yazmak kaldı.Yüreğimizdeki isyanla...

Soy sop filan değildir önemli.Milleti kimin soy’duğudur.

YILMAZ ÖZDİL

Salı, Ağustos 17, 2010

Organize İşler - Yılmaz Özdil

Organ’ize işler

Yusuf Erçin Sönmez.

Doktor Frankenstein.

Garibanların böbreğini söküp, parayı bastırana takıyor. Bu sefer, Azerbaycan’da ortaya çıktı.

İlk kez, değerli ağabeyim Uğur Dündar tarafından yakalanmıştı. Sırf benim bildiğim, en az 5 defa suçüstü yaptı. Kanundaki boşluktan faydalanıp her seferinde yırttı. E baktılar olacak gibi değil, güzel bi kanun çıkaralım dediler, güzel bi kanun çıkarıp “gizli kamera”yı yasakladılar!

Ki, yakalanmasın.

Organ ticareti serbest, gizli kamera yasak olunca, “organ’izatör” gitti, hastane açtı iyi mi...*Gizli kapaklı iş yapmasına gerek kalmamıştı, açık kameralara sırıta sırıta hastanesine giriyor, kanun koruması altında, gözümüzün içine baka baka, kes-yapıştır’a devam ediyordu.

Allah’tan yabancı ülkelerde gizli kamera serbest... Böylece, ihracata başladığı, bizim garibanların eline üç-beş tutuşturup, 100 katına Fransız’a, İngiliz’e taktığı ortaya çıktı... İthalat da yapıyordu aynı zamanda, Moldovalıdan Rumen’den söküyor, İsrailliye monte ediyordu.

Diplomatik sıkıntı oldu tabii... Baktılar olacak gibi değil, güzel bi kanun daha çıkaralım dediler, güzel bi kanun daha çıkarıp, “bağış” maddesi getirdiler... Yani? Böbreğini söktüğü garibandan “Para almadım, bağışladım” imzası alırsa, yırtıyordu Frankenstein!*“Gizli kamera yasağı” ve “bağış” kıyağıyla, “kanun koruması altında” doğramaya devam etti.

Sonra?*Mafya, garibanın birini getirmiş, böbreğini söktürmüş, ancak, parayı alamamıştı. Hastaneyi bastılar. Frankenstein, “Beni korusa korusa devlet korur” dedi, haklı adam, polisi aradı. “Burda insan tacirleri var, yardım edin” dedi. Polis koştu. Mafyaya “Teslim ol” çağrısı yaptı. Çatışma çıktı. Bir polis yaralandı. Olsun, Frankenstein kurtarılmıştı... “Mafyacılar saklanmış olabilir” düşüncesiyle hastanede arama yapıldı, gizli bölmelerde, böbrek taktırmak üzere bekleyen, üç İsrailli, bir Güney Afrikalı bulundu. Frankenstein, “Onlar mafya değil, onlar benim” dedi. “Ha, iyi o zaman” deyip bıraktılar.

(Aslına bakarsanız, hastane mühürlüydü... Orada değil organ nakli, sivilce sıkması bile yasaktı... İşin o tarafıyla kimse ilgilenmedi.)

Polis filan vurulduğu için, lütfedip, hâkim karşısına çıkardılar Frankenstein’ı... Kanunu hatırlattı, “Para mara vermedim, bağış o” dedi... Zaten aynı kanun, güya 15 sene hapis öngörüyordu ama, 2 seneye kadar hapis cezalarını erteliyordu... Frankenstein’a da verile verile 1 sene hapis verildiği için, ilk duruşmada “kanunen” tahliye edildi, çıktı gitti.

Bu arada...*Türkiye’de ilk böbrek naklini gerçekleştiren, ilk Transplantasyon Merkezi’ni kuran, bırak Türkiye’yi, Avrupa’da ilk kez çocuğa, dünyada ilk kez yetişkine canlıdan karaciğer nakli yapan, binlerce insanımızın hayatını kurtaran, Türkiye’nin uluslararası literatürde en fazla bilimsel yayını bulunan rektörü, “organ tacirleriyle savaşan” Profesör Mehmet Haberal, “organ”ize çete kurmaktan, 1.5 senedir hapiste... Mahkemesi bitmek tükenmek bilmiyor, babası vefat etti, “kaçar maçar” diye cenazeye gitmesine bile “kanunen” izin verilmedi.

Perşembe, Ağustos 12, 2010

Silivri Mektupları - Yılmaz Özdil

Evin direği... Burun direği

“İlk sevgili”dir kızlar için babaları.Hayatındaki ilk erkek...Günü gelince “Beni bir başka erkekle aldatabilirsin” diyebilen “tek erkek” aynı zamanda.

15 yaşındaymış Nazlıcan, babası Tuncay Özkan içeri tıkıldığında... 4 ay sonra 18’ine basıyor. “Aralıksız her gün mektup yazıyorum babama, o da bana her gün cevap yazıyor” diyor.

721’inci mektup, bugün.

“Her yemek yediğimde, denizi gördüğümde, yüzüme rüzgâr çarptığında... Öyle zor ki, seni orada bırakıp özgürlüğe dönmek” diyor, “gücüme gidiyor...”

Görüş var her çarşamba.Saymış tek tek, 105 defa.Kalın bi cam arada...Sadece üç-beş dakika.

Sınavla girilen gözde bi lisede okuyormuş aslında, sanırsın arkadaşlarıyla sinemaya gitmek için kırıyor okulu, rahatsız olmuşlar, “her çarşamba gitmek zorunda mısın, dersler mi önemli, cezaevi mi?” demişler, bunu diyen dangalaklara hayatlarının dersini vermiş, aşkını, babasını tercih etmiş, bırakmış okulu... Resim okuyor şu anda, “insan müsveddeleri” çiziyor!

Gazetecinin kızı Nazlıcan.Orgeneralin kızı Pınar.Albayın kızı İrem.Yarbayın kızı Gökçen.Astsubayın kızı Aybüke.Rektörün, sendikacının...Başsavcının kızı Sıla.

7 yaşındaydı, şimdi 9 oldu... “Ben kalemini satmamış bir Atatürkçü’nün kızıyım” diye ilan vermişti Yağmur, Babalar Günü’nde okusun diye Mustafa.

Ve geçenlerde, “bir kişiyi tutukladığınızda, bir aileyi tutuklamış oluyorsunuz aslında” diyordu babası... “Siz hiç sevdiklerinize koşarken cama çarptınız mı?” diye soruyordu.

“Ben ayda üç kez çarpıyorum... Görüş günü cama koşuyorsunuz, elinizi sevdiğinizin kollarına uzatır gibi ahizeye uzatıyorsunuz. Kızım her şeyi sağlıklı algılıyor, beklediğimden sağduyulu hareket ediyor. Oğlum henüz iki yaşında, camın kıyısında pencere kolu arıyor, bulamayınca sinirleniyordu... Artık, böyle olduğunu kabul etti. Haziran görüşmelerinden birinde, bütün sevimliliği üzerindeydi, sesimi dinlerken bir buket gibi tuttu ahizeyi... Burun direği sızlamasının çok tarifi yapılabilir, biri de bu olsun, sesimi öpmeye çalışıyordu...”

Cumartesi, Ağustos 07, 2010

Komutan adaylarımı açıklıyorum - Yılmaz Özdil

Haber kanalı seyrediyorum...

Duayen bi gazeteciyi çıkardılar.


“N’olacak şimdi?” diye sordular.
“İnanın bilmiyorum” diye başladı.
*
Saat tuttum... 22 dakika anlattı.
*
Ben kendi payıma bildiklerimi bile iki dakka anlatamam, adamı “reklam arası vermemiz lazım” diye susturmasalar, 222 dakka anlatacaktı bilmediklerini!
*
E böyle olmaz tabii...
Yapıcı öneriler lazım.
*
Hilmi Özkök’ü Kara Kuvvetleri Komutanı yapın mesela... Tecrübeli.
*
“Muvazzaf general mi kalmadı kardeşim, emekli generalden komutan olur mu?” derseniz...
Terörle mücadele eden yüzlerce muvazzaf general varken, emekli generali terörle mücadele koordinatörü yapmadınız mı kardeşim? Muvazzaf general mi yoktu?
*
O olmadı, birinci ordu komutanını kuvvet komutanı yapın, boşalan yere, Liman von Sanders’i birinci ordu komutanı yapın... Yapmadınız mı daha önce?
*
(Donanma komutanımız Souchon Paşa, genelkurmay ikinci başkanımız Bronsart Paşa, birinci ordu komutanımız Liman von Sanders Paşa’ydı, malum... Bütün payeler Alman subaylarına verilince, 276 kiloluk top mermisini paşa paşa sırtında taşıma payesi de, Seyit onbaşıya kalmıştı haliyle!)
*
“Almanya’dan general ithalatı memlekete pahalıya maloldu” diye endişe ediyorsanız, sıkmayın canınızı...
“General” mobile var.
Çakma, Çin malı.
Orijinaliyle aynı işi görüyor.
*
Şaka bir yana, üç beş apoletlinin oturup general seçmesi, demokrasiye aykırıdır aslında... Madem hevesi var, illa komutan olmak istiyor, kışlalarda miting yapsın general adayları... Cemselerin üstüne çıkıp, vaatlerde bulunsunlar, “alakart karavana yapıcam, suşi, her gün çarşı izni, her akşam aç aç” filan...
Ona göre karar versin erat.
*
Tabii, kararı onbaşıya çavuşa bırakırsan, gidip en çok sevdikleri astsubaylara oy verirler, benim tercihim öyle olurdu en azından... Astsubayların general olmasını engellemek için, yüzde 10 barajı getirilsin... Eşit oy alanlar “koalisyon komutanı” olsun... Afganistan’da
Irak’ta yok mu koalisyon güçleri
komutanı? Pentagon’dan iyi mi bilicez...
Sırayla yapsınlar.
*
Denizi olmayan başkentte deniz kuvvetleri komutanlığının ne işi var?
TOKİ’ye devredilsin...
Selimiye Kışlası’nın manzarası şahane, yan gelip yatma yeri olmadığına göre, belediye başkanı otursun oraya...
Ve, “Allah’tan bunlarla savaşa girmemişiz” dediğine göre, anlıyor demek ki bu işten, hazır gözleri de yaş’lı, Bülent Arınç olsun genelkurmay başkanı.