Perşembe, Aralık 27, 2012

Cadill-ak / Yılmaz Özdil

Her şey... 06-001 CA plakalı, siyah Cadillac Fleetwood’un rektörlüğün önüne park etmesiyle başladı.


Sekiz silindirli zırhlı makam aracının sağ arka koltuğunda, Robert Commer oturuyordu. ABD Ankara Büyükelçisi. Gizli saklı değil, harbi harbi CIA casusuydu. Vietnam’da görev yapmış, 60 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan Phoenix projesini yürütmüş, Türkiye’ye atanmış, Esenboğa’da yumurtalarla karşılanmıştı.

*

Hükümetimizin kankası büyükelçi, öğle yemeğine geldi, rektörlüğe girdi, öğrenciler cadillac’ın etrafını sardı. Aslında, otomobili araklamayı, elçiyi yaya bırakıp, madara etmeyi düşünüyorlardı. Şoför anahtarları vermedi, kaçtı. Hobaaa, ters çevirip, yaktılar... Pencereden seyreden elçinin kalbi kırıldı, “kuruluşuna bizzat Birleşik Amerika’nın dostane destek sağladığı bir üniversitede cereyan etmiş olması, bilhassa şayanı teessüftür” dedi. Nankörler demek istiyordu yani... Ertesi sabah, bizim dışişleri’ne telefon etti, resmen özür diletti, cadillac’ın parasını ödetti, dört ay sonra da bavulunu topladı, gitti.

*

Maddi tazminat peşin ödenmiş...

Manevi tazminat eksik kalmıştı.

*

Taksit taksit o ödeme de yapıldı.

O öğrencilerden...

İkisi asıldı.

İkisini jandarma öldürdü.

Üçünü polis öldürdü.

50 küsuru hapse tıkıldı.

*

O yüzden...

“Üniversiteler bizimdir” sloganları atıyor çocuklar...

Bedeli ödendi çünkü.

*

Dolayısıyla, ak’ademisyenler, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi filan ODTÜ’yü kınamış, hikâyedir.

*

Ortadoğu Teknik Üniversitesi varken, Büyük Ortadoğu Projesi’ni gerçekleştiremezsin. Mesele budur..

Pazar, Aralık 23, 2012

Üniversiteli - Bekir Coşkun

Onlar; kömüre, nohuda oy veren senin seçmenine benzemiyorlar...
Kocaman dilleri var...
İnatları kafalarından büyük...

*

Senin milletvekillerin gibi değil üniversiteliler...
Yalakalık olsun diye ağlamazlar...
Soruları var...
Cevap verme, zırıltılarını susturamazsın...

*

Bürokratlarına benzemezler...
Koltuk, masa, makam arabası dertleri yok...
Bir spor ayakkabıdır, kırmızı bağcıklı...
Binip giderler...
Tutamazsın...

*

Şu muhalefete benzer yanları yok...
Göstermelik soru önergeleri, laf ola gensorular, seçmen görsün maksat laf ebelikleri, bir sürü salaklık arama...
İki yumurta attı mı...
Kapalı yerde şemsiye açtırırlar adama...

*

Medya patronlarına benzemiyorlar...
Ne de onların maaşlı yalaka yazarlarına...
Bilgisayarının başına oturup “Ohaaa” diye kaleme aldı mı tek kelimelik baş makalesini, kesinlikle doğrudur...

*

Paşalara da benzemezler...
Birbirlerini asla satmazlar...
Ya da ters “L” harfi pozisyonunda durduramazsın önünde...
Üniformaları çok çok bir parkadır...

*

Dün sabah karanlığında, evlerini bastılar üniversitelilerin... ODTÜ eylemlerine katıldığı iddia edilenleri topladılar...
Birinci amaç ağzını açanları cezalandırmaksa, ikinci amaç ağzını açmayı düşünenlere peşin gözdağıdır...
Faşizm daha nasıl olur?..

*

Oysa...
Uygar, insan haklarının ve hukukun olduğu bir ülke istiyor sadece üniversiteli...
“Diploma” diye eline tutuşturulacak bir kâğıt parçası ile işsizliğe, sömürülmeye, süründürülmeye salınacağını bile bile, kendisi için değil...
Bu kirli düzenbazlıklara itirazı var...
Anlasan da anlamasan da...

*

Sana da benzemiyorlar besbelli...
Çağdaş dünyanın başı dik, onurlu, kimlikli, uygar, modern, medeni bireyi olma hayalleri var... Din sömürüsüne, hırsızlığa, ilkelliğe teslim olmamış adam gibi bir devletin genci olmak istiyorlar...
Dinleyeceksin...
Yoksa susmaz üniversiteli...

Salı, Aralık 18, 2012

Tam Gün Yasasının arkasına dolandılar

Recep Akdağ, kendisi Sağlık Bakanı olur ve tam gün yasasının mimarıdır. Her zaman olduğu gibi, uyuyanların uykusunu daha da derinleştirecek afyon niteliğinde yasa ile, özel hastanelerde görev yapan Üniversite doktorlarını, ya kamu, ya özel tercihine zorlamışlardı. Halka da şirin görünmüşlerdi.

Böylece, özel hastanelerde veya kendi muayenehanelerinde görev yapan doktorlar, hocalar, Üniversite hastanelerinde cerrahi müdahalelerde bulunamıyorlardı. Bu durum iki sonuca sebep oldu;

* Hastanın istediği doktoru seçme hakkı engellendi
* Üniversitelerdeki uygulamalı eğitim kalitesinde 5-10 yıl sonrası belirsizleşti

Ancak, önce RTE ve son olarak da Recep Akdağ'ın eşi Üniversite hastanesinde, normalde o ameliyata giremeyecek doktorlarca tedavi edildi. Allah sevdiklerine bağışlasın, bol bol şifalar versin...

Yani, padişahımız ve yakın tebaası, ülkenin sahibi olarak, hepimizden daha üstündüler.

Ne diyelim, böyle başa böyle tarak...

Çarşamba, Aralık 12, 2012

Utanç Tablosu - Mehmet Yılmaz

İNSAN Hakları Derneği, son 11 ayı kapsayan insan hakları ihlallerini bir raporda toparladı.


Geçtiğimiz 11 ay içinde ileri demokrasi getirildiği söylenen ülkemizde 506 işkence, 35 yargısız
infaz, 19 faili meçhul, 216 kadın cinayeti yaşanmış. 301 kişi de sırf düşüncesini açıkladığı için
ceza almış.

Cezaevlerinde 69 kişi, gözaltında da 9 kişi hayatını şüpheli şekilde kaybetmiş bulunuyor. İş
kazalarında yaşamını yitirenlerin sayısı ise 615!

Gerçek bir utanç tablosu!

Normal bir demokraside, böyle bir tablodan sonra ne içişleri bakanı görevinde kalabilirdi, ne de
emniyet genel müdürü! Ama bizde yaprak bile kımıldamıyor, gazetelerin çoğunda bu haber kendisine iki sütun yer bile bulamıyor!

Dün Radikal’de işkence ve kötü muamelenin neden bu ülkede bir türlü önlenemeyeceğini anlatan haberlerden biri daha manşetteydi. Karakolda iki genci dövmek için polisler sıraya girmişler. İki saat, odaya giren dövmüş, çıkan dövmüş, yüzleri gözleri kan içinde kalmış.

Daha sonra da gençlerin yakınları, hastanede iki polise saldırmışlar ve onlar da polisleri dövmüşler.

İki tane açık suç var Polislerin vatandaşları dövmesi ve vatandaşların polisi dövmesi.

Sonuç: Polisi dövenlere haklı olarak iki ayrı dava açılmış, vatandaşları döven polislere dava açılmamış, soruşturma sürüyor!

Böyle bir ülkede işkence ve kötü muamele önlenebilir mi?

Korkutan Korkutana - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, bütçe görüşmelerinin başlaması nedeniyle yaptığı konuşmada, “paranoya üreten bir zihniyetin Türkiye’nin enerjisini heba ettiğini” söyledi.


Şöyle konuştu: “On yıllar boyunca Türkiye, yapay tartışmalarla, sanal korkularla, kendi milletini iç düşman ilan eden ‘Cumhuriyet tehlikede’, ‘laiklik elden gidiyor’, ‘irtica geliyor’ diyerek paranoya üreten bir zihniyetle enerjisini heba etti.”

Başbakan’da seçici algı var elbette, ‘Bu kış komünizm gelecek”, “Misyonerler milleti dinden çıkaracak” gibi eskide kalmış korkuları ihmal etmiş.

Bir de günümüzün “paranoyaları” var tabii!

İçimize sızan bizden olmayan binleri tarihimizi çarpıtarak bizi yok edecekler” bunlardan biri meselâ! Bir televizyon dizisi seyredenin milli kimliğini yitirebileceğine ilişkin olarak yayılan korku! Konserde bir bira içen gencin alkolik olacağına ilişkin yayılan korku!

Başını kaldıranı “Ergenekoncu” diye yaftalamak! İnsan haklarından söz edenin bölücü olması!

Bunlar da bu dönemin paranoyaları ve bu paranoyanın baş imalatçısı da Türkiye’nin yıllardır paranoyakça korkular içinde vakit kaybettiğini söyleyen kişiden başkası değil!

Devirler değişiyor, iktidarlar değişiyor, ama bir gerçek hiç değişmiyor.

İstiklal Marşı, “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye başlayan bir ülkenin halkı sürekli bir şeylerle korkutuluyor. Maşallah biz de korkmaya pek eğilimliyiz zaten. Sesi yüksek çıkan birisi ortaya atılıp da bir öcü ile bizi korkutmaya kalktığı zaman sus pus olup bir kenara saklanmaktan başka bir şey yapmak aklımıza gelmiyor. Her dönemin egemenleri de bu huyumuzu bildiği için bizi korkutacak yeni yeni öcüler bulup, piyasaya sürebiliyorlar.

Ne yalan söyleyeyim, halkımızın bu ruh durumu da beni korkutuyor!

Cuma, Aralık 07, 2012

Arınç, "İnanç Özgürlüğü" istemiyor mu? - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç, imam hatip liselerinin memleket için yararlarını sayarken

bu okullardan hiç satanist çıkmadığını da söyledi.

Bunu bilebilmemize olanak yok sanırım. Kim bilir belki çıkmıştır da bizim haberimiz olmamıştır.
Bir çocuk yetiştirdiğim için bu tür konulara yönelik olarak ilgim açık. Bu tür haberleri dikkatle
izlerim. 1-lafızamı internet yardımıyla da tazeledim, memleketimizde kaç satanizm olayına tanık
olduğumuzu hatırlamaya çalıştım.

Satanizme bağlanan bazı çocuk intiharları ve bir genç kızın öldürülmesinden başka kayda değer
bir şey yok. Bu olaylarda ateş düştüğü yeri yakmış ama bunun bir genel eğilim olmadığı da
açıkça görülüyor.

Yani Arınç üzülmesin, memleketimizin öteki okullarının da satanist yetiştirme konusundaki
performansları iyi sayılmaz.

Öte yandan Arınç, bize kendisini hep Müslüman bir demokrat olarak tanıtmaya gayret etti.
Vicdan (ya da inanç) özgürlüğünün savunucusu olduğunu da biliyoruz.

Satanizm de sonuç itibariyle bir inanç. Şeytana inanabilirsiniz, bu sizden başka kimseyi
ilgilendirmez. Eğer sizin inanmadığınız türden bir “ahiret hayatı” varsa tabii ki yandınız demektir,
ama bu dünyada bu sadece sizi ilgilendirir. Satanizm ne zaman ki başka insanların ya da
hayvanların canının yanmasına neden olur, işte sadece o zaman bu hepimizi ilgilendirir. Kamu
otoritesi buna engel olmak ve cezalandırmak için harekete geçer.

Yani Arınç, eğer inanç özgürlüğü konusunda samimiyse, inançlar arasında bir ayırım yapmadan
bunu herkes için istemelidir.

Bir inancın “uygun” olup olmadığına karar vermek ona düşmez, herkes kendi hesabını kendisi
verir.

Pazartesi, Aralık 03, 2012

Hırsızlar İmparatoru - Mehmet Yılmaz

DENİZ Feneri soygununda, Almanya'da yardım için toplanan 4 milyon 580 bin euro’nun (yaklaşık 10 milyon lira, ya da eski parayla 10 trilyon lira!) kuryeler aracılığıyla Türkiye’yi getirildiğini gösteren belgelerin kriminal laboratuvarındaki incelenmesi tamamlanmış: Belgeler gerçek!


Bu incelemeye neden gerek duyulduğunu anlayamamıştım. Çünkü zaten davanın sanıkları bu belgeleri ve altındaki imzalan kabul ediyorlardı.

Bu davanın sanıklarının mütedeyyin insanların duygularını sömürerek bu paraları toplayıp kendi özel işlerinde kullandıkları iddia ediliyor. Bu paralarla televizyon bile kurmuşlar, gemiler satın almışlar.

Her şey dörtdörtlük bir suç örgütüne işaret ediyordu ki davaya bakan savcılar görevden alındılar. Yeni atanan savcılar, sanıkları bu suçtan masum bulmuş olmalılar ki davayı hizmet sebebiyle "güveni kötüye kullanmaktan” açtılar.

Böylece sanıklar daha az cezayla paçayı kurtaracaklar, tabii mahkeme onları suçlu bulursa. Gerçi henüz dava da başlamış değil. Ama bu arada eski savcıların yargılanması tamamlandı.

Bu köşede eski savcılardan Abdülvahap Yaren'in mahkemedeki savunmasından bir bölümü aktarmıştım. Soygun belgelerinin gerçekliği ortaya çıkınca o savunmayı yeniden hatırladım.

Yaren Şöyle konuşmuştu: “Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var. Ben bu güce hırsızların imparatoru diyorum. Bu imparator hem altında yer alan figüranları koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor. Hırsızlar imparatorunun kim olduğu apaçık belli. Halk arasında bir tabir vardır, arife tarif gerekmez anlamına gelen, damda gezer miyav der diye, isme gerek var mı?

Ben de hâlâ merak ediyorum! Bu “Hırsızlar imparatoru kim” diye!

Sonunda Bu Da Oldu - Mehmet Yılmaz

“Her Şeyi izne tabi ileri demokrasi” memleketinin RTUK. CNBC-e kanalında yayımlanan çizgi komedi dizisi "The Simpsons"a 52 bin 951 lira para cezası kesti.


RTUK denetçisine göre. “Çizgi filmdeki karakterlerden biri (bu Homer olmalı), bir diğerinin dini inancını kullanarak (bu da Flanders sanırım), onu şiddete yöneltiyor. Tanrı’nın olmadığına ilişkin sözler söyleniyor, Tanrı şeytana kahve ikram ederek şeytanın emrindeymiş gibi gösteriliyor, Noel’in alkolizm için iyi bir fırsat olduğu ifade edilerek alkolü özendiriciyayın yapılıyor”

Başbakanının dizi filmi belgesel zannettiği bir ülkede. RTUK denetçisinin The Simpsons’ gibi bir çizgi komedi dizisindeki esprileri anlayabilmesini zaten beklememek gerekirdi. Bu tür esprileri anlamak belli bir zeka düzeyini ve mizah duygusunun gelişmiş olmasını gerektirir çünkü.

Acaba kanal bu karar ile ilgili olarak idare mahkemesine ve Danıştaya gidecek mi? Acaba memleketimizin yargıçları diziyi izleyip gülecekler mi, yoksa onlar da “Vay namussuzlar, ödesinler cezayı” mı diyecekler?

Tabii ileride bu durum gündeme geldiğinde Başombudsman'dan ilhamla “Bunun bir çizgi film olduğunu dosyadan anlayamadık” deme haklarının saklı olduğunu unutmayalım!

Bana sorarsa, Ferit Bey in bir kurban kestirmesi de iyi olur, bütün bunların dönüp dolaşıp onu bulması da özel bir düşmanlıktan kaynaklanmıyorsa “nazar” olmalı çünkü!

Ve elbette en çok da şunu merak ediyorum:

Dizinin senaristleri. adı “Turkey” olan bir ülkede, dizideki esprilerin gerçek zannedildiğini ve bu nedenle cezalandırıldığını duyunca ne yapacaklar?

Aşırı Hıristiyan Fianders'in yanına bir de badem bıyıklı bir RTUK denetçisi eklerler mi dersiniz?

Ortada Homer’in evi, bir yanında inançlı Hıristiyan Flanders, öte yanında inançlı Müslüman “Almond Mustache”!

Cumartesi, Aralık 01, 2012

16/9 - Yılmaz Özdil

Darbecinin kızında…
169 villa var dediler.
Adresi 16/9 çıktı.
Dua etsin aslında…
96/9’da oturuyor olabilirdi.
*
Seneler evvel…
Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığında son günleri, galiba, temmuz başlarıydı. Şöhretli köşe yazarlarımızın onuruna verdiği ev partilerinden vakit buldukça, şehir şehir geziyor, veda ziyaretleri yapıyordu. Peşinde gazeteci ordusu, adım adım takip ediliyor, ayran içti, kuzu okşadı filan gibi, buram buram yalakalık manşetleri atılıyordu. Marmaris’e geldi. Orda ev yaptırmıştı. Emekli olunca yerleşecekti. İnşaatı yeni bitmiş, eşyalar döşenmiş, oturulabilir hale gelmişti. Girdi evine… Muhabirler kapıda bekliyordu. Ki, biraz sonra basın danışmanı çıktı, buyrun dedi, sizi çağırıyor. Girdiler. Evren evini gezdirdi, şurası salon, şurası mutfak derken, bahçeye yürüdü, havuz vardı, 10 metreye 3 metre kadar, yüzme havuzu, etraf çit, dışardan görünmüyor, hava sıcak, ben yüzücem dedi, mayosunu giydi, girdi havuza, kulaç attı… 20 civarında muhabir seyrediyordu. Mayonuz varsa, siz de girin dedi. Nasıl yani demeye kalmadı, genç muhabirlerden birinin içinde mayosu vardı, zart diye çıkardı pantolonu, daldı. Öbürlerine cesaret geldi. Şakır şakır fotoğraf çekmeye başladılar. Sanırsın, Michael Phelps kelebekte dünya rekoru kırıyor… Önden çektiler, yandan çektiler, sırtüstü çektiler, kurulanırken çektiler. Haber merkezlerine gönderdiler. Ertesi gün, Michael Phelps yok, daha ertesi gün, gene yok, havuzdan vazgeçtik, evin içinden fotoğraflar bile yok… Sadece, dışardan çekilmiş kareler yayınlanmıştı. Çünkü, Evren umursamamış, muhabirler görevini yapmış ama, gazeteleri yöneten arkadaşlar neme lazım demiş, netekim’in havuzunu sansürlemişti. Gel gör ki, sansürlerken bile yalakalıkta nirvanaya ulaşılmış, dandik yazlığa “Beyaz Ev” lakabı takılmıştı… White House yani!
*
E bakıyoruz şimdi…
*
Evren gelmiş 150 yaşına, burnuna hortum sokmuşlar, bizim basın yazıyor, 250 tane yazlığı var, 580 tane apartmanı var falan… Hadi len diyesi geliyor insanın… O hadi darbeciydi, tırsıyordunuz, şimdi ileri demokrasi yok mu, niye yazmıyorsunuz şimdiki villaları-arsaları, Amerikalardaki apartmanları diyesi geliyor.

Çarşamba, Kasım 28, 2012

Demokrasi Olduğunu Zannetmenin Bedeli - Mehmet Yılmaz

Füze kalkanını protesto etmek amacıyla "Füze kalkanı değil, demokratik lise istiyoruz” yazılı pankart açtıkları için yargılanan 25 yaşındaki öğretmen Meral Dönmez ve 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Gülşah Işıklı 6 yıl 8’er ay hapis cezasına çarptırıldılar. Öğretmen ve Öğrenci bir yıldır tutuklu olarak yargılanıyorlardı.


Mahkeme verdiği kararında sanıkların “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işledikleri ve işyeri dokunulmazlığını ihlal ettiklerini” belirtiyor.

Hep böyle oluyor zaten. Eğer demokratik bir ülkede yaşadığınızı zannediyorsanız ve yolunda gitmediğini
düşündüğünüz bir konuyu protesto ediyorsanız polis sizi bir gizli örgütün üyesi yapar, savcı tutuklanmanızı ister.

Ama sonunda bu davada da olduğu gibi örgüt ile aranızda bir irtibat kanıtlanamaz, adalet sistemiz de "bir yıldır boşuna mı yatırıyoruz içeride” diyerek “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemekten" sizi mahkûm eder.

Eğer söylediğiniz şeyi, bir vesile bir gizli örgüt de söylüyorsa. bu “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” diye değerlendirilir.

Meclis istediği kadar yargı paketi yasalaştırsın, siz istediğiniz kadar protestonun bir demokraside hak olduğunu iddia edin işe yaramaz! Bu ülkenin sırtına bir deli gömleği geçirilmiştir, kollarını da böyle sıkıca bağlarlar ki kimse kaçıp kurtulamasın!

Salı, Kasım 27, 2012

Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olurlar (10.000 saat kuralı) - Mustafa Pamukoğlu

Malcom Gladwell’in yazdığı Outliers (Çizginin Dışın dakiler) adlı kitabında bazı insanlann neden diğerlerine göre daha başarılı olduğu anlatılıyor.


Başarı için 10.000 saat çalışmak zorunlu bir kural. Doğuştan yetenek diye bir şey var ama rolü az. Çok hazırlık yapmak yani çalışmak daha önemli. Bir müzik enstrümanı çalanlar üç gruba ayrılır. Birinci grupta yıldızlar vardır: dünya çapında solo çalabilecekler bu gruptadır. İkinci grupta “iyi” olanlar. Üçüncü grupta profesyonel olarak enstrüman çalması beklenmeyenler.

Örneğin kemanı eline alan bir kişi kariyeri boyunca kaç saat çalışmıştır. Ona bakmak gerekiyor. Birinci grupta olanlar 10 bin saatlik pratiğe ulaşmış olanlardır. Yapılan bir araştırmada ikinci grupta olanlar iyi olmak için 8 bin saat, müzik öğretmeni olmak için 4 bin saat pratik yapmışlardır.

Zirvedeki insanlar sadece daha fazla çalışmakla, hatta herkesten çok daha fazla çalışmakla kalmıyor, çok çok daha fazla çalışıyor. Herhangi bir dalda dünya çapında ustalık düzeyine ulaşmak için 10 bin saat pratik yapmak şart.

Orneğin Mozart müzik yazmaya on yaşında başlamıştır. İlk yapıtları iyi değildir. Başyapıt kabul edilen No.9, K.271 konçertosu için 10 yıl çalışmıştır. 10 yıl 10 bin saat demektir.

Pratik yapmak, iyi bir noktaya geldikten sonra yapılan bir ey değildir. Sizi iyi bir noktaya getirmesi için gerekli olan saati harcamak demektir.

Beatles; John Lennon, Paul McCarney, George Harrison ve Ringo Starr, 1964 yılında ABD’ye geldiklerinde büyük dönüşüm yaratırken bu Hamburg’da birlikte çalışma saatlerinin sonucu idi. Hamburg’a ilk gittiklerinde gecede en az beş saat olmak üzere 106 gece çaldılar. İkinci yolculuklarında 92 kez, üçüncüde 48 kez çaldılar. Toplam Hamburg sınavında 1.200 performans sergilediler. Her defasında daha iyi çalıyorlardı.

Bill Gates 1971’de 7 aylık bir dönem içinde ISI ana bilgisayarda 1.575 saat çalıştı; bu haftada yedi gün, günde sekiz saat çalışmak demekti.

Bu kitabı okuyunca son yıllardır televizyonlarda ve gazetelerde boy gösterenlerin ahkâm kestikleri konularla ilgili kaç saat çalıştıkları ortaya çıkıyor. Örneğin Atatürk dönemi ile ilgili ciddi ve derin yorumlar yapabilmek için Osmanlı Tarihi ve Cumhuriyet dönemi üzerinde en az 10 yıl çalışmak ve onlarca kitap okumak gerekiyorken, o dönemi sanki yaşamışçasına atıp tutanların bu kitabı okumaları şart.

Bir İlber Ortaylı konuşurken neden su gibi cümleler dilinden akıyor; çünkü konusunun virtüözü olmuş. Başbakan siyasete atılmadan öncesinden başlayarak topluma hitap etmede yüzlerce saat harcamışken son 10 yıldır, binlerce saat konuşmuş durumda. İşte 10 bin saat kuralı onun hitabet konusundaki başarısını ortaya koyuyor.

Beynin bilmesi gerekenlerle kaynaşması ve uzmanlık için 10.000 saat çalışmak şart. Ancak uzmanlaşmak ve başarılı olmak ne kadar önemli ise; uzmanlığın, bilginin kullanılmasında asil davranmak da a kadar önemlidir. Bilgi ve uzmanlığın insan ve doğa sevgisi, vicdan, vefa duygularıyla taçlanması gerekir.

Örneğin geçen akşam Haber Türk TV’de Alev Coşkun ile Atatürk dönemini değerlendiren Ayşe Hür gibi. Çok bilgili, demek ki 10 bin saat çalışmış; ama bu bilgisini asıl biçimde kullanmıyor. Birazcık olsa da vefalı davranamıyor. Vicdanın sesini dinleyerek Atatürk dönemine az da olsa insaflı yaklaşmıyor.

On bin saat çalış: uzmanlaş. Uzmanlığını ve bilginin paydası sevgi ve vicdan olsun.

Son söz: Yılda 360 gün yataktan güneş doğmadan kalkabilen hiç kimse ailesini zengin ve mutlu etmekte başarısız olamaz...

Pazartesi, Kasım 26, 2012

Seçime Kadar Diktatör - Mehmet Tezkan

Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin yıldızı parlamaya başlamıştı... Bizle arası can ciğer kuzu sarmasıydı.. ABD ile ilişkileri de hiç fena değildi.. Washington’un desteğini almıştı..


Avrupa da yanındaydı..

Hele Gazze’deki füze savaşında oynadığı rol, izlediği politika takdir toplamıştı.. Barışın garantörüydü artık..
Herkes umutluydu, herkes Mursi’den ‘demokratik bir Mübarek’ çıkarma peşindeydi..
Hava böyleyken, demokrasi yolculuğu ağır aksak da olsa sürerken Mursi bir anda feyk attı..
Tek adamlığını, diktatörlüğünü ilan etti..
Kendini yeni Mübarek yaptı.. Mısır muhalefetinin deyimiyle firavun..

Ne mi yaptı?

Kararnameyle; seçime kadar yargı margı tanımam, ben ne dersem o olur, kimse karışamaz dedi..
Ortalık karıştı tabii.. On binlerce kişi sokağa döküldü.. Tahrir Meydanı doldu taştı..

Niye şimdi?

Kardeş mardeş denildiği için mi gaza geldi, Gazze’de oynadığı rol mü etkili oldu bilemem..

Ben Ankara’nın ne yapacağını merak ediyorum.. Ankara, Arap Baharı’nın ilk gününden beri demokrasiden yana tavır alacağını ilan etmişti..

Öyle de yaptı..

Şimdi demokrasi dışı bir durum var.. Demokrasiden 180 derece sapma var.. Hem de sıkı fıkı olduğumuz bir ülkede.. Hem de kardeş dediğimiz kişinin marifetiyle..

Bakalım Ankara ne yapacak?

İktidar şimdilik renk vermese de, iktidar destekçileri arka çıkmaya başladı..

Mısır’ın özel durumu varmış, Mübarek yanlıları direniyormuş, bürokrasi ülkeyi kilitlemiş, eski Mısır yargısı iktidara düşmanlık güdüyormuş, ülkeyi düzlüğe çıkarmanın başka yolu yokmuş, demokrasiyi inşa etmek için yapmış!..

Ey Mısır halkı bana güvenin, her şey sizin iyiliğiniz için, bağımsız bir yönetim kurmak için yaptım demiş..
Evet böyle dedi.. Mısır’ın selameti için dedi, iyiliği için dedi..
Dünya tarihinde; ‘ey milletim sizin kötülüğünüz için bütün gücü elimde topluyorum’ diyen bir diktatör yoktur zaten..

Herkes iyilik için gelir!..

Haa.. Bi de bu durumu mazur görmeye çalışanlar şu gerekçeyi öne sürüyor..

Altı ay için diktatör oldu.. Anayasa yapılana kadar..
Aslında seçime kadar!..

Bu da yeni kural mı? Kendini süreyle sınırlayarak bütün gücü eline geçirenler diktatör sayılmıyor mu?

Evren ve arkadaşları da daha iyi bir demokrasiyi kurmak için, bizlerin iyiliği için yönetime el koydular..
Yeni anayasa yapılana kadar!. Seçime kadar!.
Onlar da Mursi gibi yeni anayasa çıkana kadar kararlarımız kanundur, kimse karşı çıkamaz dediler..
Onları şimdi yargılıyoruz..

Fark ne?
Fark nüans, iyi pazarlar!

Perşembe, Kasım 22, 2012

Hurafeler - Özdemir İnce

Haziran ayında yazıp bazı güncel nedenlerle yayınlamayı ertelediğim bir yazıyı, yazma işkencesinden kurtulmak için artık yayınlıyorum:


Dikkatli BirGün gazetesi. 1 Haziran 2012 tarihli Milli gazetede Mevlüt Ozcan imzasıyla yayınlanan bir yazıyı hepimizin yararlanması için alıntılamış. BirGün gazetesi ‘Küresel krizin hayatın her alanında kendini hissettirdiği bir dönemde Milli Gazete’de çıkan ‘Neden rızık darlığı çekeriz’ başlıklı yazıda ‘Kapital’e taş çıkartacak değerlendirmeler bulunuyor” diyor. BirGün gazetesinin ironik bir havayla sunduğu yazıyı birçok bakımdan ciddiye alıyorum. İzin verirseniz bu önemli yazıyı sakatlamadan aktarmak istiyorum:

‘Muhterem Müslümanlar’

‘Çoğumuz rızık darlığı çekeriz. Rızık darlığı çekmeyenlerimiz de, çevremizde bu darlıktan dolayı çok sıkıntı çeken insanları müşahede ederiz. Eğer hassasiyet sahibi bir mü’min isek onların sıkıntılarını omuzlarımızda daima taşırız. Bundan dolayı da, yardımcı olabileceklerimize elimizden geldiği kadar yüklerini hafifletiriz. Rızık darlığının çeşitli sebepleri vardır. Bu konuda şu hadis¡ şerif çok dikkat çekicidir. Peygamberimiz buyurmuştur ki:

• Kaderi ancak dua geri çevirir.
• Ömürde iyilik ziyadeliğe sebep olur.
• Kişi muhakkak işlediği günah sebebiyle rızıktan mahrum olur.

Şunu anlıyoruz: Günah işlemek rızıktan mahrum olmanın sebebidir.

• Yalan söyleyen fakirlikten kurtulmaz.
• Çok uyumak fakirlik getirir
• Çıplak idrar yapmak,
• Cünüpken yemek, içme
• Soğan, sarımsak kabuklarını yakmak
• Anne - babayı üzmek,
• Namaz için gevşeklik etmek.
• Dilencinin parasını bozmakveya bozuk parasını alıp bütünlemek.
• Yiyecek içeceklerin üstünü açık bırakmak,.
• Kırık tarakla taranmak,
• Belden aşağı giyilen elbiseleri ayakta giymek,
• Anne babaya dua etmemek,
• Cimrilik yapmak.
• İsraf etmek,
• Dini vazifeleri yaparken gevşek davranmak...
• Sabah uykusu diye uyumak...

bunlar rızık darlığı sebepleridir. Muhterem Müslümanlar! Rızkı daraltan şeylerden bazılarını sizlerle paylaştım. Tecrübelerimle sabittir ki, bu hususlar fakirlik (geçim darlığı sebeplerindendir.) Daha çok sebepler var. Bizatihi onları müşahede etmediğimden sizlerle bu kadarını paylaştım.”

Dikkatimi çeken noktalar:

Değerli okurlar! Kuran’dan istediğiniz ayeti okuyun, bizim memleketin Müslümanları ayetleri akıllarında tutamazlar ama Mevlüt Özcan’ın tavsiyelerinin tamamını akıllarında tutarlar ve bunlara inanırlar. Mevlut Özcan’ın tavsiyelerinin büyük bir bölü mü ahlaki açıdan doğru görünüyor ama benim aklımın almadığı birkaç tavsiye de var:

- ‘Yalan söyleyen fakirlikten kurtulamaz’:
Ama zenginlerin yüzde 99.99’u sabahtan akşama yalan söyleyerek zenginliklerine zenginlik katıyorlar.
- ‘Çıplak idrar yapmak’:
Erkekler için çömelerek işemenin tavsiye edildiğini biliyordum ama şu çıplaklık işini bilmiyordum.
- ‘Cünüpken yemek, içmek’:
Gençlerimizin epeycesi “cünüb”ün ne anlama geldiğini bilmez. Cünüblük cinsel ilişkiden ya da Şeytan aldatmasından sonraki durumdur, ki mutlaka yıkanmak ve gusül abdesti almak gerekir. Bence de cenabet olduktan sonra yıkanmak insanı rahatlatır ama zenginlerin büyük bir çoğunluğu cünüb gezip zenginliklerine zenginlik katıyorlar. Bu nasıl iş?

Ya öteki tavsiyeler:

Dilencinin parasını bozmak ya da bütünlemek; kırık tarakla taranmak; belden aşağı giyilen elbiseleri ayakta giymek?

Bunlar tavsiyelerin ciddiyetini zedeliyor.

Bu türden hurafelere giren epeyce seçkin hurafeler de var: Bunlardan birini Uğur Dündar Sözcü (15.06.12) gazetesinde aktarıyor. Yıl 1993... Cumhurbaşkanı Özal, Anıt Mezar’ına defnedilmiş... Cenaze töreninden yaklaşık 3-4 ay sonra Ahmet Özal (kendince) çok önemli bir haber için Uğur Dündar’ı arıyor. Meslektaş kardeşimiz, Ahmet Özal’ı şaşkınlık içinde dinliyor:

"Anıt Mezar’ın o kısa süre içinde törene yetiştirilmesi adeta imkansızdı. Ancak birden bire çalışan işçilerin arasında ak saçlı, sakallı, nur yüzlü biri belirdi! Onu hiç kimse tanımıyordu. Sanki ışınlanmış gibiydi! işçilere nasıl çalışmaları gerektiğini söylüyor, hatta bazı güç işleri, yaşından beklenmedik bir çeviklikle yapıyordu. Onun inanılmaz çabalarıyla ‘Anıt Mezar’ törene yetişti. Ama nur yüzlü. ak sakallı yaşlı, geldiği gibi aniden ortadan kayboldu! Işınlanıp gidiverdi.”

Uğur Dündar, Ahmet Özal’ın anlattıklarını ne diyeceğini şaşırarak dinledikten sonra “Peki elinizde belgesel çekimlerde bu nur yüzlü ihtiyarın görüntüleri var mı?” diye soruyor. Ahmet Özal, “Aradık taradık bulamadık. Herkes var, bir tek o yok! Demek ki kameralar onun görüntüsünü kaydedememiş! diye cevap vermiş. Uğur Dündar, o günden bu yana, “ermiş”in, yani Hızır Aleyhisselàm’ın görüntüsünü bekliyor.

Bir başka örnek

Necip Fazıl Kısakürek mutsuz ve kederler içinde, 1934 yılında bir gün vapurla Asya’dan Avrupa tarafına geçiyor. Karşısında oturan ve Ahmet Özal’ın ermişine benzer bir pîr-i fânî, “Ustad”a Şeyh Abdüihakim Arvasi’yi (1860-1943) ziyaret etmesini söylüyor. Ardından sanki kuş olup uçuyor. N. F. Kısakürek, “Hızır”ın tavsiyesini yerine getiriyor. Gerisini biliyorsunuz: Şeyh Abdülhâkim Arvasi’nin (1860-1943) müridi olup kumar illetinden ve sefâhattan kurtulup başta Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan olmak üzere AKP iktidarının mürşidi oluyor.

Çarşamba, Kasım 21, 2012

Eyy Obama - Yılmaz Özdil

İNSANLARIMIZI BİNDİRDİK

MAVİ MARMARA’YA...
VURURUZ DEDİLER.
HELE Bİ DOKUN DEDİK.
HELİKOPTERLE BASTILAR.
TAKIR TAKIR TARADILAR.
EL KOYDULAR.
SÜRÜKLEYE SÜRÜKLEYE...
HAYFA’YA GÖTÜRDÜLER.
RÖMORKÖR GÖNDERDİK.
ÇEKE ÇEKE...
HATAY’A GETİRDİK.
İSKENDERUN LİMANI’NA.

PİŞMAN EDECEĞİZ, ASLA ESKİSİ GİBİ OLMAYACAŠIZ, AFFETMEYECEİZ, ALÇAKLIKTIR, BARBARLIKTIR, HAYDUTLUKTUR, HESABINI SORACAĞIZ, YALNIZLAŞTIRACAĞIZ, CEZALANDIRACAIZ DEDİK.

EN SON MISIR’A GİTTİK. NE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BIRAKTIK, NE İSLAM BİRLİĞİ TEŞKİLATI, ALAYINI FIRÇALADIK. SESİNİZ NE ZAMAN ÇIKACAK, DİK DURUN DİYE KALAYLADIK.

DAVOS’U HATIRLATTIK, BUNLARIN CİBİLİYETİ BÖYLEDİR, ÇOCUK ÖLDÜRMEYİ GAYET İYİ BİLİRLER, VİCDANSIZDIRLAR, BUNLAR BUDUR DEDİK. BİLESİN Kİ ŞARTLAR DEĞİŞTİ, HESABINI İYİ YAP DEDİK.

O HIZLA, MISIR’DAN ANKARA’YA GEÇTİK. ABD’YMİŞ FİLAN, KRALINI TANIMAYIZ, OBAMA’YA GİRİŞTİK. MAVİ MARMARA’NIN ADLİ TIP RAPORUNU OBAMA’YA GÖSTERDİĞİMİZİ, OBAMA’NIN GÖRMEZLİKTEN GELDİĞİNİ ANLATTIK, EYYY ABD, EYYY OBAMA, GÖR BUNLARI GÖRRR DEDİK. GÖZÜMÜZ YAŞARDI. GÖĞSÜMÜZ KABARDI.

Ve. dün aynı dakikalarda... Mavi Marmara'yı getirdiğimiz İskenderun Limanından. Mavi Marmara'yı götürdükleri Hayfa Limanına, Hatay Valiliğimizin töreniyle. kurdele keserek. Mavi Marmara'dan beri ilk kez. ro-ro gemimizi uğurladık. Malum. Suriye'yle papaz olduğumuz için. kamyonlarımızı Ürdün'e götürmenin başka yolu yok Ahaliye atıp tutarken çaktırmadan İsrail'den izin alıyoruz. Hacılarımızı İsrail'in havasından, domateslerimizi patlıcanlarımızı İsrail'in denizinden, karasından geçiriyoruz. ÜFÜRÜRKEN İYİCE GÖRÜN DİYE ÖYLE YAZIYORUZ, izin isterken aman görmeyin diye böyle yazıyoruz. Peki, gene römorkörle çeke çeke mi götürüyoruz... Hayır, Yunan bandıralı gemimiz kendi kendine gidiyor... Ki. römorkörümüz meşgul, aynı dakikalarda imralı'ya yanaşıyordu!

Cuma, Kasım 16, 2012

İdam Cezasına Değil, Adalete İhtiyaç Var - Yılmaz Özdil

İdam cezası için referandum yapmaya kalksalar, evet çıkar mı?


Banko çıkar.

Çünkü... Sayın Apo.

Apo’ya vapur tahsis edildi.
Apo’ya check-up yapıldı.
Apo’nun tansiyonu iyi.
Apo villaya taşınsın.
Apo paşa olsun.
Apo’nun heykelini dikeceğiz.

Ahali görüyor ki...

Değil 4 tavuğun, 40 bin insanın bile kanına girsen, yanına kalıyor.
Yargısız infaz’dan şikâyet ediliyor.
İnfazsız yargı var aslında.
Ve, mesele sırf Apo değil...

Ozanları, şairleri diri diri yakanları, zamanaşımı ayaklarıyla affettiler. Domuz bağıyla öldürüp,
bahçeye gömenleri salıverdiler, adamlar davul zurnayla halay çekti. Mehmet Ali Ağca’yı kaşla
göz arasında bıraktılar, yuh be kardeşim denince, pardon dediler, hatır için biraz daha yattı. Özal’ı
mezarından çıkarıp haşere ilacı arıyorlar, aynı Özal’ı herkesin ortasında tabancayla vurana soru
bile sormuyorlar.

Avrupa’yı örnek gösteriyorlar.
İdam yok. Doğru.
Ama o Avrupa’da, kırmızı ışıkta geç, ocağına incir ağacı dikerler.

Gazeteciliğe yeni başladığımda mesela... Kadın-çocuk bi aileyi komple katleden manyağın
duruşmalarını takip etmiştim, güya dört kez idam cezası istendi. Sadece 8 sene sonra, Buca
Hipodromu’nun tuvaletinde yanımdaki pisuvarda işerken gördüm onu... Baktım etrafıma, ondan
daha “talihli” kimse göremedim. “Birader, bu koşuda kim gelir?” dedim. “Şu beygir” dedi.
Oynadım. Açık ara!

“Adi suç” diyorlar. Bebek tecavüzü dahil, en adi’sini işle, en fazla bi’kaç sene sonra dışardasın.
Beş kişinin gırtlağını kesip, “bi saniye izah edeyim hâkim bey” diyen bile var bu memlekette...
Katiller bu kadar yüzsüz, siyasiler bu kadar ikiyüzlü olunca, toplumda “adalet duygusu”
kayboluyor.

(İlave et bunlara, sahte bilgisayar disketlerinin kanıt, teröristin tanık, şeref madalyalı
kahramanların sanık, hukuk’un guguk olduğu “dakka dukka” sistemini... Adalet duygusu hepten
kayboluyor.)

Adalet duygusu kaybolunca ne oluyor? Yap referandumu da, yetmez ama evet’in feriştahını gör.

Çarşamba, Kasım 14, 2012

Sevgili Dostumdan...


Müşteri bankacı ilişkisinin dostluğa dönüşebildiğini mesleğin ilk yıllarında duymuş ve görmüştüm. Ne var ki, bizim meslekte müşteri ile dostluğun yan yana gelmemesi gerektiğine inanılır. Profesyonel ilişkiyi zedeleme ve güvenlik sebepleri ile.

Ve fakat, bazen öyle insanlarla tanışırsınız ki, mıknatıs gibi kendine çeker insanı... Sigara gibi alışkanlık yapar. Duymak istersin arada sesini. Duyamasan da adını zikredersin boş kaldığın bazı zamanlarda...

İşte öyle biri Müslüm abi benim için... Müslüm Özcan' dır tam adı, ama adı yetmez tanımlamak için bu adamı. Gerçekten Öz bir Can' dır benim için. Ayrıca kırılmaz bir cam'dır aynı zamanda. Öyle kolay kolay kırılmaz insanlara, hayata. Ya da ben öyle bilir, böyle tanırım kendisini.

Siz de yeter ki can olun karşısında, mutlaka sever sizi göstermese de...

Dostumun Mevlana' dan olduğunu belirterek gönderdiği bir yazıyı eklemek içindi bütün bu girizgah, daha fazla uzatmadan ekleyelim yazıyı gitsin yüreklere.

Teşekkür ederim Müslüm Abi...

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içindeiyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi... Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadarönemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...

Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha elsürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da"lezzet" kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur... Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ...   20 Ocak 2011 Perşembe

Türk usulü yargılamayı da tartışalım - Mehmet Yılmaz

Bildiğim kadarıyla Türkiye'de henüz vizyona girmemiş bir film var Arbitrage! Richard Gere bu filmde entrikacı bir işadamını oynuyor. Filmi anlatarak sonunu da söyleyecek değilim elbette. Ama anlatacağım şey filmin heyecanını kaçırmayacak.


Filmin bir bölümünde Richard Gere’in bir yalanını ortaya çıkarmak için çalışan bir polis dedektifi ile bir savcı, bir tanık ile ilgili olarak sahte bir kanıt üretiyorlar. Avukat itiraz edince yargıç, savcıdan belgenin orijinalini istiyor, “Kaybettik” yanıtını alınca da tanığı salıveriyor. Savcı ve dedektife uzun bir hukuk dersi vermeyi de ihmal etmeden!

Filmi seyrettiğimde henüz Türkiye’de başkanlık sistemi tartışması başlamamıştı ama o vakit şunu düşündüm: Türkiye’de de hukuku böyle kararlılıkla koruyacak yargıçlar olacak mı? Hürriyet’te 27 Ekim günü Toygun Atilla’nın bir haberi yayımlandı. O haberi okuduğumda da aklıma bu film gelmişti.

Askeri casusluk davasının” önemli kanıtlarından biri emekli Deniz Piyade Albay İbrahim Sezer’e ait olduğu iddia edilen bir çantadan çıkan belgelerdi. Sezer de bu davanın bir numaralı sanığıydı. Çanta, emekli Albay Sezer’in bir arkadaşına ait olan evde bulunmuştu. Arama izni Sezer adına çıkarılmıştı ama Sezer’in askeri lojmanlardaki evinden önce nedense arkadaşının evi aranmış ve bu çanta bulunmuştu. Çantadan bilgisayar diskleri çıkmıştı. Ayrıca içinde gemilerde görev yapan subayların giydiği türden bir üniforma ve şapka da bulunmuştu. Sezer’in böyle bir üniforması hiç olmamıştı çünkü kendisi deniz piyadesiydi!

Toygun Atilla’nın haberine göre Sezer yargılama boyunca bu çantada DNA testi yapılmasını, parmak izine bakılmasını talep etti ama talebi yerine getirilemedi. Çünkü çanta da, üniforma ve şapka da nasıl olduysa kaybolmuştu, bir türlü bulunamıyordu.

Sezer bu davada 15 yıl 7 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Başkanlık sistemini, parlamenter sistemi filan boş verin! Amerikan tarzı başkanlık mı, Türk usulü başkanlık mı tartışmalarını da!

Günün birinde Amerikan filmlerindeki gibi bir hukuk düzenimiz olacak mı, adil yargılama her şeyin üstünde tutulacak mı? Ona bakın!

Salı, Kasım 13, 2012

10 Kasım, Silivri Ziyareti - Yılmaz Özdil

Askeri cezaevindeydim. Açık görüşte.
Ismet Çınkı, Sami Yüksel, Cüneyt Küsmez, Can Bolat, Bülent Olcay, Ender Kahya, Fahri Yavuz
Uras, Gürsel Çaypınar, Derya Günergin, Berker Emre Tok, Ali Yasin Türker, Baybars Küçükatay
Levent Kerim Uça, Cem Okyay, Hasan Özyurt, Önder Çelebi, Erdinç Altıner ve aileleriyle
birlikteydim.

Ortak özellikleri...

Hepsi kurmay albay. Hepsi sınıfının birincisi. Hepsi generallik bekliyordu. Hepsi içerde!

Komodor var aralarında, amiral yetkilerine sahip filo komutanı yani... Donanmanın gözbebeği
Oruçreis ve Gelibolu fırkateynleri nasıl yüzüyor bilmiyorum, çünkü, şu anki komutanları hapiste.
Yıldırım, Gökova, Yavuz, Gemlik, Gediz, Salihreis fırkateynlerinin eski komutanları da orda...

Hepiniz fırkateyn mi kullanıyorsunuz birader dedim, biri denizaltı komutanı çıktı. Bordo bereli var
Pilot var.

Pilot albay’ı bir başka albay pilot’la birlikte, İMKB’yi basmakla suçlayıp, içeri tıkmışlar. Bu pilot,
burda. Öbürü nerde? THY’de uçuyor iyi mi... Sanırım, Atatürkçüysen buraya konuyorsun, badem’sen pırrr.

Roma ataşesi orda.

Bir diğer ortak özellikleri bu... Paris’te, Atina’da, Kabil’de, Yeni Delhi’de, İslamabad’ta “ataşe”olarak görev yapmışlar ABD, Fransa, Almanya, İspanya, 50’den fazla ülkede Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmişler

Girit adasında NATO merkezinde görevli olanı mesela... Gel demişler, Beşiktaş’taki savcılığa gelmiş, tam geldiği gün, 13 şehit var, akşama kadar beklemiş, işimiz başımızdan aşkın, sen en iyisi Girit’e geri dön, sonra çağırırız demişler, peki demiş, Girit’e geri dönmüş, sonra gene çağırmışlar, gene gelmiş... Bizzat savcılık tarafından yurtdışına gitmesine izin verilen albayı “kaçma şüphesi” yle tutuklamışlar!

Kimisi Aden Körfezi’nden gelmiş tutuklanmak için, kimisi Hint Okyanusu’ndan... Gemisinin kasasında nakit üç milyon dolar varken, Libya’dan gelip1 kaçma şüphesiyle tutuklanan var. Tutuklanacağı belli olmasına rağmen, “Birleşmiş Milletler görevini aksatma, tamamla, ondan sonra teslim ol” emri üzerine, kasasında 1.5 trilyon lirayla, 15 yurtdışı liman ziyareti yapan, sonra gelip teslim olan var.

Yunanistan’da görevli bulunan, daha bi enteresan... Hükümeti devirmek kastıyla, şu şu tarihte, Aksaz’da görevli bi tuğgenerali takip etmekle suçlanıyor. Şu şu denilen tarih, Kasım 2002’den önce... Yıkmaya teşebbüs ettiği hükümet henüz kurulmamış! Bu işlerden pek anlamam ama, yıkmak için önce bi hükümetin kurulması gerekmiyor mu? Tuğgenerali şu şu tarihte Aksaz’da takip ettiği iddia ediliyor, halbuki, o tarihten üç ay önce Gölcük’e tayin olmuş, taşınmış, arada hem üç ay, hem 700 kilometre var! Bitmedi... Şu şu denilen tarihlerde, bırak Aksaz’ı Gölcük’ü filan, gemisiyle beraber Yunanistan’ın Suda Limanı’nda! Üstelik, adının geçtiği bilgisayar diski’nin sahte olduğu, çok sonradan oluşturulduğu, üniversite bilirkişisi tarafından resmen tespit ediliyor. Gemi jurnallerini, raporları, şahitleri, fotoğrafları kanıt olarak mahkemeye sunuyor, hâkim “hımm, peki” diyor. 16 seneyi yapıştırıyor!
Ben hayatımda bu kadar onurlu, bu kadar çelik iradeli adamları birarada hiç görmedim. Gülümseyerek konuşuyorlar. Yazayım çizeyim, hiçbir beklentileri yok. Sadece eşleri ve çocukları için endişe ediyorlar. Aile fertlerinin telefondaki ses tınıları onlar için her şeyden önemli... Canlarını sıkkın, morallerini bozuk hissederlerse, 16 seneden ağır geliyor. Bazıları sohbet sırasında izin isteyip, yan taraftaki sahada, ziyarete gelen çocuklarıyla basketbol oynadı. Kızlarının, oğullarının bir anlık kahkahası, onlar için dünyaya bedel...

Maalesef, bazılarının isimlerini özellikle vermedim. Çünkü, bazılarının 85-90 yaşındaki ana-babalarının haberi bile yok. Eşleriyle konuşma vakitlerinden vazgeçip, telefon haklarını mecburen ana-babalarına ayırıyorlar,
yurtdışında görevdeyim diyorlar.

Bir kez daha görüyorum ki... Sınıflarında birinci, kariyerlerinin zirqesindeki bu pırıl pırıl adamları, nizami rekabetle geçmeleri, komuta kademesindeki ilerleyişlerini durdurmaları “normal Şartlarda asla ve asla mümkün değil.. Tek yol var. Önce içeri tıkmak, sonra silahlı kuvvetlerden atmak. Başka yolu yok

Ve astsubaylar...

Tuncay Küçük, Cafer Uyar, Bülent Akalın, Canatan Turgut, Murat Dülek, Kenan Yüce... Denizci
astsubaylar. Onlar da orda yatıyor. Onlarla da görüştüm. “Bize cüzzamlı muamelesi yapmayan herkese minnettarız” diyorlar. Hepsi çoluk çocuk sahibi. Kimisinin kızı üniversitede okuyor, kimisinin oğlu otistik... “Aklım hep onda” diyor, “Hayatı öğrenip, anlamaya çalışıyor, gerçi, öğrenip anlasa da, bu hayatın ne işe yarayacağını bilmiyorum ama, yine de çabalıyor işte” diyor!

Bir tanesi ise, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım şu benzetmeyi yapıyor “Son günlerde kimliği merakla aranan bahtsız bedevi var ya... Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki 96 bin astsubayın arasından seçilen bizleriz o bahtsız bedevi!”

10 Kasım sabahı...

Kıdem sırasına göre dizilip, tören yaptılar, Atatürk’ü andılar. Sonra, açık görüşe çıktılar, bi çadırın içinde aileleriyle kucaklaştılar. Tek tek tanıştık. İlk sordukları soru, helikopterdeki 17 şehitti. Kimlerdi, nasıl olmuştu, nereliydiler filan... Gazeteciyim ya, hadiseyi bütün detaylarıyla anlattım. “Bilmiyorum” dedim!

İki saat kadar sohbet ettik. Belki öyle zannedebilirsiniz ama, mahkeme konuşmadık. Konuşmuyorlar. Yukarda anlattığım “hukuki vaziyet” i, internetten, yayınlanmış haberlerden derledim.

Çünkü, sadece, “Ömrümüzü vatana verdik, helali hoş olsun, suç işlemedik, suça karışmadık, bu komplonun neden kurulduğunu da tahmin ediyoruz, gerekçeli kararı bekliyoruz” diyorlar. Hepsi o.

Çocuklarımızdan, büyüdüğümüz şehirlerden, okul maceralarımızdan bahsettik, sağlık durumlarını konuştuk; bir tanesi beyin ameliyatı olmuş, öylesine sakin anlatıyor, sanırsın bademcik ameliyatı oldu. Denizci subayla evlenip, Gölcük’e yerleşen ve eşi hapse atılan Koreli gelin’den sözettik, ki, yazsam film olur.

Prosedürü bilmediğim için, öküz gibi, eli boş gittim. Çay ikram ettiler “Boyoz bulamadık, kusura bakma” dediler. Baybars albayın beş yaşındaki kızı Beray geldi, piti piti yaklaştı, “Size ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar’ı söyleyeyim mi” dedi, 10 Kasım için, babasına sürpriz için ezberlemiş, baştan sona söyledi, alkışladık. Bu kadar gurur duyarken, bu kadar utandığımı hiç hatırlamıyorum.

Neticede süre doldu.

Uğurlarken, Milgem projesiyle inşa edilen, ilk Türk savaş gemisi Heybeliada’nın şapkasını hediye ettiler bana, hatıra olarak... Ayrıldık. Tel örgülerin arkasından el salladılar.

Hepinize selamları var.

Başbakan'ın Gizli Ajandası - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde Almanya’ya gitti, orada söylediği sözler ile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda ısrarlı olduğunu vurguladı. Hatta Avrupa Birliği’ne süre de verdi: “2023’e kadar üye olamazsak kendimize başka bir yol çizeriz.”

Sonra bir gün aklına birden “idam cezasının gerekliliği” konusu geldi.

Bunu da o günden beri gittiği her yerde tekrarlıyor. Oysa idam cezasının kaldınlması söz konusu olduğunda yeni kurulmuŞ AKP’nin lideri olarak idam cezasının kaldırılmasına, AB üyeliği hedefi için destek olmuştu. 0 vakit “Türkiye AB’nin kenar mahallesi olmamalı, idam cezası tamamen kalkmalı” diyordu.

Şimdi tam tersini savunuyor. Bunu seçimler sırasında vatandaşa verdiği sözler olarak değerlendirmemiz gereken “seçim beyarınamesinde” de hiç söz konusu etmemişti üstelik.

Ama şimdi “Öldürmeler karşısında gerekirse idam cezaları yeniden masaya getirilmelidir” diyor.

Hangisini söylerken samimi? AB üyeliği için bastınrken mi, idam cezasının yeniden konulmasını
tartışırken mi?

Bence ikinci durumda samimi.

AB üyeliği hedefi, Erdoğan için askeri vesayetin kınlması için bir kaldıraç, bir araçtı, başından beri AB’ye tam üyelik hedefi yoktu diye düşünüyorum. Nitekim asker meselesi AB uyum yasalan ve siyasi kararlılıkla çözülünce, AB üyeliği hevesi de tavsadı!

Onun için gayet rahatlıkla idam cezasının yeniden konulması meselesini gündeme getirebiliyor.
Öte yandan bu konudaki referansı da ilginç: İdam cezasının kaldırılmasını ve cinayet suçlularına hapis cezalan verilmesini “devletin cinayet işleyeni affetme yetkisini kullanması” olarak tarif ediyor. “Bu yetki öldürülenin ailesine aittir, bize ait olamaz” diyor. Düzenlemenin “bununla ilgili olarak yapılması gerektiğini” söylüyor.

Dini referans alıyor, “kısas hukuku” istiyor.

2012 yılının sonunda istediği şey, hukuk düzeninin dini kuralları referans kabul etmesi! Ve bunu anayasasında “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” laiklik ilkesinin yazılı olduğu bir ülkede yapıyor.

Yıllardır AKP’nin ve Başbakan’ın bir “gizli ajandası” bulunup bulunmadığı tartışılıyor Öyle görünüyor ki güçlendiğini hissettikçe ajandadaki gizlilik de ortadan kalkacak.

Önce başkan olmak istiyor ki bütün gücü eline geçirsin ve ajandada yazılanlar bir bir hayata geçsin.

Salı, Kasım 06, 2012

10 Kasım Yazısı - Zülfü Livaneli

Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkmasıdır.


Büyük bir trajedidir bu. Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilir.

Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de başına gelmiştir.

Mustafa Kemal her şeyden önce dünyada artık kaybolmuş bulunan “subay ve centilmen” figürünün en son örneklerinden biridir.

Büyük bir askeri deha olmasına rağmen; kibarlığı, centilmenliği elden bırakmayan, hayatının her anını soylu ve mert davranışlara adayan büyük bir şahsiyettir.

Askerlik yapan herkes, o ortamda sık sık küfür edildiğini bilir.

Ama Mustafa Kemal küfür etmeyen bir subaydır. Yaşamına tanıklık etmiş olan yakın çevresi, kızdığı zaman onun ağzından çıkan en kötü sözün; “Şaşarım senin akl-ı perişanına” olduğunu aktarır.

Ne kadar masum değil mi: Sadece “Şaşarım senin akl-ı perişanına!” Hepsi bu kadar.

Ülkenin en kudretli insanı olduğu sırada, Çankaya sofrasında içkiyi fazla kaçırarak saygısızlık eden genç milletvekili Reşit Galip’e söyledikleri, onun nezaketine müthiş bir örnektir.

O sıralarda Atatürk’ün hocası, Maarif Vekilidir (Milli Eğitim Bakanı). Genç milletvekili Reşit Galip de o zatın bu görevi yürütemediğini söylemektedir.

Atatürk sabırla “Reşit Galip bey, o zat beni yetiştirmiştir. Galiba biraz rahatsızlandınız. Kalkıp bir parça nefes alsanız!” dediğinde Reşit Galip yumuruğunu masaya indirerek “Burası milletin sofrasıdır, kalkmıyorum” demiştir.

Bir düşünün, bugünün liderleri böyle bir davranış karşısında ne yapar?

Hep beraber düşünelim, sonra da Atatürk’ün ne yaptığına bakalım.

Bugün “diktatör” olduğu öne sürülen “tek adam”, bu terbiyesizlik karşısında sinirden mosmor kesilir ama kendisine hâkim olarak ayağa kalkar “O halde masadan kalkmak bize düşer!” diyerek salondan çıkar.

Ertesi gün Reşit Galip, yaptığına bin pişman olarak memleketine gider.

Birkaç ay sonra Atatürk, Reşit Galip’in ne yaptığını sorar. Mahcup bir biçimde gittiğini söylerler.

“Çağırın” der.

Huzuruna geldiğinde ise bu tatsız olayı hiç hatırlatmadan onu güler yüzle karşılar ve ne yapar biliyor musunuz: Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine getirir.

Çünkü o, böyle bir insandır.

Anlattıklarımın inanılmaz geldiğinin farkındayım ama noktası noktasına doğrudur. İnanmayan kaynaklara baksın.

BARIŞ DEHASI

Atatürk’ü askeri deha olarak selamlamak için onun, kazandığı zaferlerle iki kez Britanya hükümetini devirdiğini anmak yeterlidir.

Ama büyük adamın daha da önemli yönü, bir “barış dehası” olması.

Bakın 1937 yılında Amerikalı bir gazeteciye verdiği röportajda ne söylüyor:

Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa (hizmet etmeye) elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akil adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.

Dünyada faşizmin kol gezdiği 1937 yılında bu sözleri söyleyebilmiş bir lider gösterin, bütün iddialarımdan vazgeçmeye hazırım.

Ama kimse gösteremez.

Bu yüzden diyorum ki “İnsanlık tarihinin en büyük birkaç evladından birisidir Atatürk.”

Perşembe, Kasım 01, 2012

Gıcık Olduğum Küçük Şeyler

* Yürüyen merdivenlerde ve bantlarda boş boş dikilen ve yayılan insanlar. Özellikle alışveriş merkezilerinde sıkça gördüğüm tiplerdir. Elleri boş, alışveriş arabası yok hala dikiliyor. Arkadan gelip yürümek isteyenlere de engel oluyor. O değil de, zaten hareketsizlikten göt göbek şişmiş, hala kendini yürüyen merdivene taşıtıyor.

* Trafikte geçemeyeceğini bildiği kavşağa yine de girip, çarpraz geçişi de tıkayan geri zekalılar. İki gün önce aynı durumda kalan birisine bu yaptığı yüzünden kendisinin gidemediği gibi, tıkanma ihtimali olmayan diğer yönüde kapatarak onlarca insanı mağdur ettiğini anlattım ama pek anlamış gibi bakmıyordu gözler.

* Metroda "Lütfen Önce İnenlere Yol Veriniz" anonsu duyulurken dahi, içeriye dalmak için kalabalığı yarmaya çalışan insanlar.

* Yine metroda, trende, otobüste boş boş oturanlar. Bazen 5 dakika, bazense 1.5 saat süren yolculuklarda insanların hiç bir şey okumadan sadece boş gözlerle, her gün zaten gördükleri o caddeleri seyretmesini hala çözemedim. Nedir bu okuma korkusu?

* Topuklu ayakkabı ile tarihi / turistik yerleri gezen yerli Turistler

* Trafik kurallarını bilmeyen trafik polisleri

Çarşamba, Eylül 26, 2012

Balyoz İndi

Askerlere neredeyse müebbet verdiler…


Adamları-kadınları domuz bağı yapıp öldüren Hizbullahçılar dışarıda, Sivasta adam yakanlar dışarıda, PKK’ lılar dışarıda, 12 Eylül’ cüler ve yandaşı gazeteci ve bürokratları (çoğu şimdi bakan veya AKP yandaşıdır) dışarıda, buna karşın 2003 yılında olmayan yazı tipi ile yazıldığı iddia edilen belgelerle, TRT’ ye denizin altında dalgıç kıyafetiyle belgesel çektiği sıralarda laptopuna darbe fişlemeleri yazdığı gibi saçmalıklarla suçlanan askerlere 20 yıl ceza…

İşte bu yüzden, işte bu heriflerin gizli emelleri olduğundan emin olduğum için (aslında sadece Zaman adlı gazete parçasının yıllarca her gün 100 binlerce kişiye elden ve bedava teslim edilmesi bile bir gizli emelin varlığının ispatıdır) bu adi heriflerden dünyada hiçbir şeyden, hiçbir kimseden nefret etmediğim kadar nefret ediyorum…

Ulan bari, bir savunmaları dinleseydin, bu CD’ leri incelemeye gönderseydin. Nasıl olur bu tarihte bu yazı tipi ile yazılmış dosya olur diye düşünseydin… 2006 – 2009 yıllarında verilmiş sokak isimleri 2003 yılında bu planlarda yer alır diye azcık süphe duysaydın… Bunları yapsaydın adam olurdun…. Şimdi ne mi oldun, yalaka, yalancı, düzenbaz ve benim gözümde vatan haini oldun. Bu hakim ve savcıların cezası daha ağır diyeceğim de, sonuç şudur; Müslüman olabilirler ama vicdan sahibi asla…

Suçları varmış yokmuş.. Bunlar teferruat... Asıl oyun başka, asıl dertlendiğimiz olay başka...

Adam boğazlayıp toprağa gömen Hizbullahçılar dışarıya bilerek bırakıldıkları gün ortadan kayboldular. Sivas' ta katliam yapanlar yakalandı, salıverildi... Pardon dendi ama iş işten geçti, bi daha ara ki bulasın...

Öbürü, Avustralya' dan koptu geldi mahkeme çağırdı diye... Belki de tutuklanacağını bile bile... Üç gündür izliyoruz, tutuksuz yargılananlar tek tek gelip teslim oluyorlar... Neden mi? Onur için, şeref için, vatan için... Suçsuz olduklarını bildikleri için. Yargıtayın, Anayasa Mahkemesinin AKP' nin oyuncağı olduğunu bile bile geliyorlar...

Birileri de kenardan gülüyorlar.. Hatta dün STAR yazmış, darbe olsaydı neler yapılacaktı neler diye. Sözde 12 Eylül' den beter olacakmışız... 12 Eylül' ün bir numaralı ürünü badem bıyıklı zibidiler, göz göre göre yalan söylemekten utanmıyorlar.. .Çünkü bu yalanları yiyen var, afiyetle zevkle yiyorlar...

Anayasa' ya göre millet vekili bile olamayacak olan RTE, 2002 yılında ABD Başkanı Buş tarafından ağırlanmasının bir sebebi olmalıydı dedik... 2003 yılında Kondeliza Rays hanımefendi Erdoğan' ın BOP eş başkanı olarak açıklayıp, Ortadoğu' da rejimler ve haritalar değiştiğinde aman dedik... Bu adamlar başımıza işler açacak dedik ama dinletemedik... Hala dinlemiyorlar... Yine saftirikleri, dinle, imanla, cami bombalama ile kandırdılar yapacaklarını yaptılar. Birkaç aydır Fethullah Gülen' in eski vaazlarını dinliyorum.. 1978' de Edremit' te bugün yapacaklarını anlatıyor zatı muhterem... İlkokul mezunu vaiz, nasıl şirket kurulur, banka kurulur onu anlatıyor, para nasıl basılırı anlatıyor... Zaman gazetesinin günlük 450 bin TL giderini karşılayacak sistemi 40 yıl önce kurmaya başlıyor... Gülmeyeceksiniz, hep ağlayacaksınız mağdur görüneceksiniz diyor...

Elinize sağlık. Çok güzel oldu. Yaptığınızı beğendiyseniz, artık sıvamaya geçebilirsiniz...

Yılmaz Özdil - Neşet Ertaş

Salı, Eylül 25, 2012

Balyoz'da Delil Saçmalığı

Balyoz darbe planları davasında iddia edilen eylem planlarından biri de Jandarma Yüzbaşı Nail İlbey’in Eyüp Camii hakkında keşif ve gözlem raporu hazırladığı iddiasıydı. İddia makamına göre de keşif sonuç raporu Yüzbaşı Nail İlbey tarafından hazırlanmıştı. Bu evrakın C bendinde ‘Hedef ve Harekat Bölgesinin Arazi Durumu’ başlığı altında ‘Hedef Yaklaşma ve Uzaklaşma İmkan ve Kolaylıkları’ bölümünde yer alan 2 imla hatası avukat Mahir Işıkay’ın dikkatini çekti. Bu bölüm, “Doğudan (Haliç İstikametinden) YAKLAŞİMA ve Eminönü Beyazıt arası (Tramvayla intikal ederek) 10 dakika buradan Veznecilere olan yaya intikalin 6-7 dakika buradan da araçla veya otobüsle Fatih Camii’ne intikalin 4-5 dakika olduğu ÖLÇÜLMİÜŞTÜR...” Avukat Mahir Işıkay dosyaları tek tek okuduğunda o tarihte Jandarma Üsteğmen olan diğer müvekkilleri Jandarma Üsteğmen Özgür Ecevit Taşçı ve Jandarma Teğmen Erdinç Atik’in Fatih Camii ile ilgili hazırladığı iddia edilen keşif sonuç raporunda aynı bölümlerde, aynı imla hatalarının yapıldığını tespit etti. Hatta Eyüp Camii hakkında rapor hazırladığı iddia edilen Jandarma Yüzbaşı Nail İlbey’in hazırladığı raporun C bendi, Fatih Camii keşif raporuyla birebir aynıydı. Fatih Camii’ne gidiş anlatılıyordu. Bu raporun Hüseyin Topuz kullanıcı adlı farklı bir bilgisayarda Jandarma Üsteğmen Özgür Ecevit Taşçı ve Jandarma Teğmen Erdinç tarafından hazırlandığı iddia ediliyordu.




SAVUNMA: Sanıkların avukatı sordu: Her 2 farklı bilgisayasarda, farklı kişiler tarafından hazırlandığı iddia edilen 2 ayrı raporda, 2 ayrı metin birbiri ile nasıl aynı olur, nasıl aynı imla hataları yapılır? Bu durumda tek bir sonuç ortaya çıkar bu rapor aynı bilgisayarlarda ve aynı kişiler tarafından hazırlanmıştır.



Emniyetli telefon yok



- Çarşaf Eylem Planı Harekat Emri’nin Komuta ve Muhabere bölümünün B şıkkı: Operasyon esnasında muhabere, emniyetli cep telefonları ile sağlanacaktır.



SAVUNMA: Balyoz davası sanıklarından Kurmay Albay Jandarma Hüseyin Topuz, Jandarma Genel Komutanlığı’na yazılı olarak emniyetli cep telefonlarının hangi tarihte kullanılmaya başlandığını sordu. Jandarma Genel Komutanlığı’ndan 21 Ocak 2011’de gelen cevapta emniyetli cep telefonlarının Genelkurmay Başkanlığı tarafından 28 Kasım 2008’de Jandarma Genel Komutanlığı’na tahsis edildiği, 2 Aralık 2008’den itibaren de ilgili personele bu telefonların verildiği belirtildi. Çarşaf Eylem Planı’nın yazıldığı ön görülen tarih ise 2002-2003 yıllarıydı...



2003’te o sokaklar yok



- Çarşaf Eylem Planı içinde bulunan 2003 yılında hazırlandığı iddia edilen keşif raporunda bir takım cadde ve sokak isimleri geçiyordu. Keşif yaptığı öne sürülen subayların bu cadde ve sokak üzerinden tarifleri yer alıyordu.



SAVUNMA: Savunma avukatları İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden bu sokakların 2003’teki isimlerini sordu. Gelen cevap ilginçti, subaylar tarafından hazırlandığı iddia edilen keşif raporunda adı geçen 10 sokak ve caddenin 2003 yılındaki isimlerinden farklıydı. Sokak ve caddelerin 2007’de değiştirilen isimleri, 2003 yılında hazırlandığı iddia edilen keşif raporunda yer alıyordu.



O hatta tramvay yok



- Çarşaf Eylem Planı’nda Keşif Formu isimli belgenin Yaklaşma Yolları Bölümü: Eminönü-Vezneciler arası tramvay, Vezneciler-Fatih istikametinden otobüs, araç ve taksi ile ulaşım imkanı mevcuttur.



SAVUNMA: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na avukatlar 2002-2003 yılları arasından Eminönü-Vezneciler arasında tramvay hattı olup olmadığı sordu. Cevap: Eminönü-Vezneciler arasında çalışan raylı sistem tramvay hattımız bulunmamaktadır. Aralık 2002-Ocak 2003 döneminde Zeytinburnu-Eminönü tramvay hattı mevcut olup yolculu işletme yapılmıştır.



O tarihte halk pazarı yok



- Darbe planlarının yapıldığı iddia edilen dijital belegelerdeki Beyazıt Camisi ile ilgili Keşif Sonuç Raporu’ndan bir cümle: Sahaflar Çarşısı ile devamındaki ara sokaklarda kurulu açık halk pazarlarından oluşmaktadır.

SAVUNMA: Avukat Mahir Işıkay, Fatih Belediyesi’ne raporda adı geçen bir halk pazarı olup olmadığını Fatih Belediyesi’ne sordu. Fatih Belediyesi’nden gelen cevap: Fatih Beyazıt Mahallesi Sahaflar Çarşısı’nın civarında belirtilen tarihlerde açık halk pazarının kurulmadığı tespit edilmiştir.

Çarşamba, Ağustos 29, 2012

Maganda Kurşunu mu?

Belinde silah taşıyan cani ruhlu manyaklar geçtiğimiz gün yine can aldı. Genellikle kanıksamış olduğumuz bu haberlerden bir yenisiydi ama bu kez çok kişinin ciğeri cız etti. 6 yaşında, okula başlama heyecanı ile pıt pıt atan küçük bir yürek taşıyan dünya güzeli, annesinin kuzusu Umut Ceylan, "maganda" kurşunu ile kaydı gitti cennete.

Gazetelerin bir kısmı haberi ilk sayfasına taşımıştı...

Şu gülen güzel gözlere baktıkça içim yanıyor, gözlerim sulanıyor. İçimde bir nefret birikiyor. Parkta oynarken, az sonra kaydıraktan kayıp annesine koşacakken birden yığılıveriyor yere. Ve son. Nereden geldiği belli olmayan bir kurşun saplanıyor minik bedene. Annesi ve ablasının gözleri önünde hayata son kez bakıyor Umut.

Offff...

Kurşunu atan belli değil, ama o kurşunun atılmasına yol verenler belli;

Hepimiziz...

Belinde silah, külhanbeyli gibi dolaşan onlarca adam var çevremizde. Sözde erkeklik simgesi ama dünyanın en aşağılık insanlarıdır, görevi ve geçerli sebebi olmadan silah taşıyanlar... Durup dururken sağa sola ateş etmeleri de cabası. Kaçını ihbar edebildik ki?

Offfffff...

Yazarken elim titriyor öfkeden. BU ülke, emniyet şeridinde 100 km hızla giderken, arıza yapmış aracının yanında duranları öldüren insanların 3-5 yıla mahkum edildiği, karısına ölüm tehdidi gönderenlerin hemen salıverildiği, daha önce birden fazla insan öldürmüş, yaralamış, tecavüz etmiş manyakların affedildiği bir ülke... Ve biz hukuka güveneceğiz öyle mi?

Bireysel silahlanmaya hayır diyenlerin, "entel" tanımlaması yapılarak aşağılandığı, evet diyenlerin ise dini bütün olduğu için iktidar yapıldığı bir ülke...





Pazar, Temmuz 08, 2012

Kayda Geçsin - Mehmet Tezkan

Hükümet adamları başkalarını suçlamaya başlarlarsa..
Anlayın ki kabahatlidir..
Kendine sorulması gereken soruları başkalarına soruyorlarsa..
Bilin ki çıkış arıyordur..
Başkalarını suçlayarak kendini aklamaya çalışıyor..
*
Hemen örnek.. Dışişleri Bakanı Davutoğlu; Suriye politikasında çuvallamamış gibi, Esad’a yıllardır kol kanat geren kendileri değilmiş gibi, kefil olmamışlar gibi davranıyor..
Kendini eleştiren aydınlara sormuş..
Geceleri rahat uyuyor musunuz?
Aslında aydınların ona sorması lazım..
Geceleri rahat uyuyor musunuz?
Suriye’nin insan hakları diye bir kavramla tanışmadığını yeni mi gördünüz diye..
*
Bakan 61 kez Suriye’ye gitmiş.. Suriye’nin dikta rejimi ile yönetildiğini görmemiş..
İşkence merkezlerinden haberi olmamış..
Hapse tıkılan muhalifleri duymamış.. Şimdi çıkmış, solculara kızıyor, liberallere kızıyor, İslamcılara kızıyor..
Ona buna kızıyor.. Aslında kızması gereken kendisi..
İşin bu boyuta geleceğini görmediği için..
*
Demiş ki; Suriye’de 27 işkence merkezi var.. Ankara ile Şam ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken işkence merkezleri yok muydu?
Sıfır sorun diye övünürken..
Esad’ı alışveriş merkezinin açılışına davet ederken..
Kardeş ilan ederken..
*
Sudan mevzuuna girelim mi?
Ömer El Beşir diktatör değil mi, 300 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulmuyor mu? Hakkında tutuklama kararı yok mu?
Neden kankayız..
Neden askeri anlaşma imzaladık? Esad da aynı Beşir de aynı değil mi?
İkisi de zalim değil mi?
İşin garibi..
‘Zalim Müslüman’sa masum mu göreceğiz?’ sorusu yıllarca Bakan’a soruldu yanıt vermedi..
Bu soruyu şimdi Bakan başkalarına soruyor..
Zalim Müslüman’sa masum mu görelim?
Kime soruyor..
Karar merciinde olmayanlara soruyor.. Kısaca kendini aklamaya çalışıyor..
Geçmişte yaptıkları hatalardan sıyrılmaya çalışıyor..
Derdi dünü unutturmak..
Bunu yaparken de insanlık onuru, özgürlük, ahlaki duruş gibi kavramlara sığınıyor ama olmuyor..
Düne kadar Esad’ı..
Bugün hâlâ Beşir’i neden desteklediğini izah etmiyor..
*
Pazar pazar bunları niye yazdım..
Kayda geçsin diye yazdım.. Duruma göre konuşma devri bitsin diye..
Balık hafızalı olmadığımız anlaşılsın diye..
Hata yapanların hata yaptıklarını kabul etme dönemi başlasın diye..
*
İyi pazarlar!..

Tanrı'nın bizdeki parçacığı - Bekir Coşkun

CERN’de bilim adamları büyük olasılıkla “Tanrı parçacığını” bulduklarını açıkladılar:
“Büyük Hadron (LHC) çarpıştırıcısında, Higgs Bozonu deneyindeki 126 giga ekertrovolt-Ge-V kütle bölgesinde, maddenin kütlesel dönüşümü atom altı yapısal projektörde belirlenirken, ancak izlerin 5 sigma seviyesinde izlendiği…”
İki saat oku…
Anlarsan…
*
Bizdeki parçacık açıkladı:
“Takdir-i ilahi geldiğinde, hak vaki olur…”
Altı kelime…
*
Deney:
TOKİ konutları birinci etap…
Yerin altı…
Derenin içine apartman yaptı, derinde iki oda bir salon… Çoluk çocuk ile dereyi çarpıştırınca; 11 ölü…
Yandaş müteahhitlerin oluşan dünyaları ile yoksulun yıkılan dünyasının açıklaması bu kez sadece iki kelime:
“Rahmetin hikmeti…”
*
Deney:
İsyancıları silahlandırıp, sınırdan içeri silah ve adam sokup, “sonun geldi” diye tehdit edip, iyice fıttırtılan Suriye’nin önünden, uçağa bindirilmiş iki pilot geçirildi…
Büyük çarpışma gerçekleşti…
Sonuç; 1260 metre suyun altı…
İki postal, bir kask…
Önünden tabutlar geçerken, sonucu açıkladı bizdeki parçacık:
“Şehadet mertebesine erdiler…”
Üç kelime…
*
Hâlâ 100 metre yerin altında, 10 milyar dolar harcayarak dünyanın nasıl oluştuğunu arayıp dursun fizik…
Bununki iki satır tüzük…
Diyelim ki en az üç doğurtuyor…
Bebeğin rahme kaç adet gireceğini belirliyor…
Nasıl çıkacağını ayarlıyor…
*
Parça, marça…
Ama Tanrı ya…
Cenneti var, cehennemi var mesela…
Başörtülüler, badem bıyıklılar, cami yaptırma derneğine makbuz kesenler… Yandaşlar, yalakalar, yanaşmalar cennete…
Öbürleri zaten cehenneme…
Gözaltı, tutuklama, infaz, hapis, eziyet, işkence, zulüm…
*
Ve nihai deney:
İlkellik ile çağdaşlık karşı karşıya geldi…
Çarpıştırıldı…
Bizdeki Tanrı parçacığı çıktı ortaya…
*
“Peki, bizdeki parçacık Tanrı’nın neresi?” derseniz…
Siz bilirsiniz artık..

Stratejik Derinlik - Yılmaz Özdil

Dışardan…
Büyükelçi yapıldı.
Dışardan…
Dışişleri bakanı yapıldı.
*
Hariciyeci’dir yani.
Hep hariç’ten geldi.
*
İç politikayı “hiç” politikaya çeviren AKP’nin “düş politika” mimarı oldu.
*
Bi kitap yazdı:
“Stratejik Derinlik… ”
Kullanım kılavuzu gibi.
*
Komşularla sıfır sorun dedi.
İyi kötü selam veriyorlardı.
Sıfır komşumuz kaldı.
*
“Kara” ve “deniz” havzalarıyla…
“Hava” sahası ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğini izah etti kitabında.
*
“Kara”da çuval geçirdiler.
“Deniz”de gemimizi bastılar.
“Hava”da uçağımızı vurdular.
*
Geriye “derinlik” kalmıştı…
*
El âlem düşürdü.
El âlem çıkardı.
Boyumuzun ölçüsünü olmasa bile…
Taaa nerelerde boy verdiğimizi göstermiş olduk cümle âleme.
1260 metre.

Pazartesi, Haziran 11, 2012

Gavur İzmir’in Bizans konsolosuyuz ya…
Herkes soruyor:Orda n’ooluyor?



AKP geçen hafta “2 Mayıs”ta İzmir’e
yönelik projelerimizi açıklayacağız dedi…




“2 Mayıs”ta İzmirBüyükşehirBelediyesi basıldı.Olan bu.



Konak belediyesini böldüler, Karabağlar belediyesi yarattılar, hesapta avanta kömür vererek kazanacaklardı,çünkü Karabağlar’da dar gelirli vatandaşlarımız yaşar. Kömür götürenlerin ağzını burnunu kırdılar iyi mi, ezici üstünlükle CHP çıktı… Karabağlar belediyesini bastılar.



Bi parça Karşıyaka’dan, bi parça Bornova’dan kopardılar, Bayraklı belediyesi yarattılar, güya avanta makarnadağıtarak devşireceklerdi. Ahalimiz teşekkür mahiyetinde (!) odunla bekledi makarnacıları, ezici üstünlükle CHP çıktı… Vay sen misin, Bayraklı belediyesini bastılar.



Olan bu.



Başbakanımız, geçen ay, TRT’de Hakan Şükür’ün programına katıldı, “Şu anda İzmir’in Süper Lig’de takımı yok,tabii İzmir’in Süper Lig’de bir tane takımı bile olmayınca Halkapınar Stadı boş kalıyor” dedi. Kafasına ampulşapkası takan mebus adayı Hakan da, tasdikledi.



Bucaspor, eskiden AKP’li belediyeydi. CHP’ye geçti. Anlaşılan o ki, Buca CHP’li olunca, lügatinden sildi… “Boş kalıyor” denilen statta, daha bu hafta 50 bin Göztepeli vardı. 15 milyonluk İstanbul’un Büyükşehir Belediyespor’u ise, 6 seyirciye oynuyor, futbolcu sayısı taraftardan fazla… Üstelik, o stadın adı Halkapınar değil. Atatürk de mi defterden silindi?


Olan bu.



“İzmir’de AKP’liler bile Aziz Kocaoğlu’na oy verir” dedim, küfür ettiler… AKP İzmir mebusu Taha Aksoy,büyükşehir belediye başkanlığına aday yapıldı, Aziz Kocaoğlu’yla birlikte Fatih Altaylı’nın Teke Tek’ine çıktılar.Taha Aksoy elini vicdanına koydu, “Evimi, cüzdanımı, hatta ailemi bile emanet edebileceğim kadar dürüstadamdır Aziz Kocaoğlu” dedi! Sonu oldu tabii, bırak belediyeyi, bu seçimde mebus adayı bile yapmadılar TahaAksoy’u.
Olan bu.
(İki parantez açayım… Laik kılıflı liboşik bi arkadaş var. Yağcılığını margarin gibi suratına sürer. Belediyelerden para alır, vıcık vıcık belgeseller yapar. Aziz Kocaoğlu’dan istedi. Havasını aldı. Utanmadan, oturdu, “Expo gezisi diye Sexpo gezisine gitti” diye yazdı. Yalanlandı. Yalanlandığını yazmadı. Sevmez bu tür arkadaşlar, AzizKocaoğlu’nu.)
(Avantacı gazeteciye vermiyor da, nereye veriyor parayı? Tek örnek anlatayım… İzmir Büyükşehir Belediyesi,dar gelirli 160 bin öğrenciye haftada 2 litre süt veriyor. Bu devasa miktardaki sütü, Tire Süt Kooperatifi’nden alıyor. Bizzat köylüden yani… İzmir’in parasını, hizmet ayaklarıyla yandaşın cebine koymuyor. Haberiniz olmaması doğal, çünkü kameraları çağırıp, milletin parasıyla kendine reklam yaptırmıyor.)
Sadece 5 gün önce… “AKP’li Maliye Bakanlığı”na bağlı İç Denetim Koordinasyon Kurulu toplantısı yapıldı.Kaynakların etkili, ekonomik, verimli kullanımı, şeffaf yönetim-denetim kriterleri incelendi. İzmir BüyükşehirBelediyesi “Türkiye’nin örnek belediyesi” seçildi. Sadece 5 gün sonra, İzmir Büyükşehir Belediyesi basıldı.
Olan bu.
Yolsuzluk yapıp, köşeyi döndüğü iddia edilen “en kritik” daire başkanına, mal varlığını sordular dün… Ne cevap verdi biliyor musunuz? “Dikili ağacım yok, eşim kanserden vefat etti, borç bıraktı, reddi miras yapmak zorunda kaldım, tedavisi sırasında masrafları karşılayabilmek için Vakıflar Bankası’ndan kredi çektim, şimdi taksitle onu ödüyorum.”
(Ayrıca… İmar planına göre ancak “kültür-sanat merkezi” yapılması öngörülen araziye “apartman yapılmasınaizin vermediği için” hakkında soruşturma açılan belediye başkanı duymuş muydunuz hiç? Duyun… Kültür-sanat arazisine apartman yapılmasına izin vermediği için, hakkında soruşturma açıldı İzmir Büyükşehir BelediyeBaşkanı’nın.)
Olan bu.
Şimdiiii…Gelelim zurnanın zırt dediği yere.
Hedef, İzmirliler değil… Çünkü, İzmirliler güler geçer böyle saçmalıklara… AKP yağmurlu havada su bile bulamaz İzmir’de… Peki “Hedef kimdir” derseniz?
AKP.
AKP’nin İzmir’e gıcık olması normaldir. Ancak, Binali Yıldırım’ın “2 Mayıs”ta İzmir projelerimi açıklayacağım demesinden sonra, tam da “2 Mayıs”ta İzmir’de baskın yapılması, anormaldir. Ayak oyunlarının adamı değildir Binali Yıldırım… En azından zekâsına kefilim.
İzmir, savaş alanıdır…
Savcının, polisin aldatıldığını, yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. İzmir’e gâvur, sümüklü gibi yaftalar takanAKP’ye, tam yeridir deyip, İzmir üzerinden tezgah kuruldu. Belli ki dengeler değişti… AKP’ye çalışıyormuş gibi görünen bazı arkadaşlar, AKP’yi tufaya getirdi.
Eli verdiler…Kolu kaptırdılar.
Olacağı buydu.
Bundan böyle herkes ağızdan çıkan laflara dikkat etsin… AKP’lilerin “içeri tıkılan gazeteciler” başta olmak üzere “sürpriz” açıklamalar yapacağından adım gibi eminim

Partili Olsun Daha İyi - Yılmaz Özdil

Başbakanımız “Cumhurbaşkanı dediğin, partili olmalı” dedi.


* * *

İsmet İnönü’nün arkasında partisi vardı.

Hatta, ordusu da vardı.

Celal Bayar’ın partisi vardı.

Cemal Gürsel’in ordusu vardı.

Cevdet Sunay, genelkurmay başkanı.

Fahri Korutürk, kuvvet komutanı.

Kenan Evren’in ordusu vardı.

Turgut Özal’ın partisi vardı.

Süleyman Demirel’in partisi vardı.

Abdullah Gül’ün partisi var.

* * *

Ahmet Necdet Sezer?

Türkiye’nin ilk ve tek “partisiz”, gerçek manada “sivil” cumhurbaşkanıydı.

* * *

Var mı çocuklarının ismini bilen mesela? “Kızı Hülya” diye başlayan bi cümle kursam, kaçınız itiraz edebilir, Hülya değil de, Gülay diye? “Oğlu Hakan” desem… Var mı nerede çalıştıklarını bilen? Babaları Çankaya’dayken VIP’e girdiklerini gören? Elalemin yatında, otelinde rastlayan?

First lady desen… Cebinden giyiniyordu, hâlâ cebinden giyiniyor. İnsan bi Atıl Kutoğlu, Sevan Bıçakçı filan ayarlamaz mı? Yani, affedersiniz ama, ne biçim öğretmensiniz hanımefendi… Bu şekilde mi örnek olmalıydınız öğrencilere?

* * *

Hayali ihracatçı yeğenini duydunuz mu hiç? Devlet kredisiyle ihale kapan kuzen, alışveriş merkezinde mısır tezgahı açan kayınço? Sen benim kim olduğumu biliyor musun diye rüzgar yapan müteahhit kanka, oraya buraya müdür olarak sokuşturduğu komşu? Hamili kart yakinimdir diyen damat? Nerde kardeşim, parmağında kuru soğan büyüklüğünde pırlantalarla şatafatlı pozlar veren gelin?

* * *

Mücevher, saat, tablo, heykel… Kendisine hediye edilen 1243 parça’nın 1243’ünü de bıraktı köşkte! İnsanın içi gidiyor, al götür evine di mi… Götürmedi.

* * *

Avantaları bıraktığı gibi, papelleri de bıraktı. Kafana göre savur denilen ödeneği harcamadı. 46 trilyon liracık. Yetim hakkı dedi, babalar gibi satan Maliye’ye iade etti.

Ye, yemedi, gez, gezmedi…

Bırak biz yiyelim, ona da izin vermedi.

Zaten, kırmızı’da durmasından belliydi. Kaymakam bile durmuyor, İsveç mi burası, koskoca devletin başı… Niye duruyorsun? Normalde, vatandaşı çiğneyip geçmeliydi.

14 makam aracını geri verdi. Halbuki, oturma odasına Mercedes’le, mutfağa jip’le gitmeli; uçağına bavul olarak bile almadığı gazetecileri bahçede limuzinle gezdirmeliydi. Yazları, Okluk’a geçmedi.

* * *

Oğlu evlendi, elektrik faturasına kadar kendi kesesinden ödedi. Eşi bileğini kırdı, röntgen kuyruğuna girdi. Annesi vefat etti, sivil plakayla gitti, camide flap flap fors yapmadı, taziye ilanı vermeyenlerin defterini dürmek için, kenara not etmedi.

Aşçıyı, garsonu azalttı. Yerli ürün kullandırttı. Partisiz olduğu için… Resmi davetler hariç, eşe dosta parti vermedi.

* * *

Yalaka basınımız yazmadı ama, aslında “neyi korumaya çalıştığını” tarih yazacak elbette… Vizyon denilen kavramın, Beyaz Saray’a koşup, akıl danışmaktan ibaret olmadığını kanıtladı.

Yeminine sadık kaldı.

Hukuku üstün kıldı.

* * *

E sevilmedi haliyle…

Uymadı bize.

Partili olsun.

Cuma, Mayıs 04, 2012

Psikolojik Sütlaç - Yılmaz Özdil

Çocuklar süte “bayıldı…”


Serumla ayılttılar.



Aşırı doz’dan diyen var.

Sanırsın damardan bastılar.



Halbuki…

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 2005’ten beri, yedi senedir aralıksız, her gün, 207 bin öğrenciye süt içiriyor. Henüz psikolojisi bozulan görülmedi. Doğuştan “psikopat” demek ki bizim oralı çocuklar!



Peki, orda nasıl öyle oluyor da, burda niye böyle oluyor derseniz?



Bu iş kömür dağıtmaya benzemez.

Hükümet, okullara beş günlük sütü toptan veriyor, depola, gün gün dağıt diyor. Süt bu, gazoz değil, bozulur. Sınıf kadar buzdolabı yapsan, gene yetmez. Nerede koruyacaksın?



İzmir Büyükşehir Belediyesi, Tire Süt Kooperatifi’yle çalışıyor. Kooperatif’in ortakları, o gün sağıyor, o gün dolduruyor, klimalı araçları var, her sabah saat 4’te yola çıkıyor, 246 okulu tek tek dolaşıyor, gazete dağıtır gibi, öğretmenlere teslim edilmesiyle, çocukların sütü içmesi bir oluyor. Taptaze.



Hükümet, uzun ömürlü süt dağıtıyor. İyi korunursa, altı ay bile dayanıyor ama, raf ömrünü uzatmak için kullanılan yöntemler tartışılıyor.



İzmir Büyükşehir Belediyesi, annelerin tercihi olan, günlük üretilen ve günlük tüketilen “pastörize” süt dağıtıyor. Daha az işlemden geçirildiği için, besleyici açıdan çok daha faydalı olduğu biliniyor.



Hükümet, güya uzun ömürlü süt dağıttı ama, belli ki soğuk zincir kopmuş, bismillah, daha ilk günden binlerce çocuk hastanelik oldu.



İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin soğuk zincir’i yedi senedir buz gibi.



Bakanlar Kurulu kararında açıkça görüldüğü üzre, üretim fazlasının değerlendirilmesi amaçlanıyor. Oysa, fazlasını çocuğa verelim demek, yemek arttı, dökmeyelim de, köpeğe verelim demek gibi bi şeydir.



İzmir Büyükşehir Belediyesi, Tire Süt Kooperatifi aracılığıyla “sözleşmeli üretim” yaptırıyor. Kim, ne kadar üretecek, parasını ne zaman alacak, hesabını kitabını taaa en başından biliyor, elde kalmıyor.



Hükümet, sanayiciden alıyor. Sanayici elbette canımız ciğerimiz ama, üretici üvey evlat mı? Sanayicinin cebine doldurulan paranın, anca “harçlık” kadar bölümü üreticinin cebine kalıyor.



İzmir Büyükşehir Belediyesi, kooperatif’ten, yani direkt üreticiden alıyor, aracı yok, komisyon yok. Ödenen paranın tamamı üreticinin cebine giriyor. Aportta bekleyen tüccarın kucağına oturmuyor.



Tarım Bakanı’nın mebus olduğu Diyarbakır’da bile çocuklar zehirlendi, dünyaya film olduk.



Tire Süt Kooperatifi’nin uygulamaları, Birleşmiş Milletler tarafından “dünyanın en iyi kalkınma modeli” seçildi.



(İneğin kaç memesi olduğunu bilmeyen yalaka tipler, tarım uzmanıyım diye ortalıkta gezinirken… Tekelleşme karşıtı, üretici odaklı projeleriyle “dünyanın en başarılısı” seçilen Tire Kooperatifi’nin Başkanı Mahmut Eskiyörük’e, merak edip, bu işi nasıl başardın diye soran bile olmadı.)



(Bakın iddia ediyorum, adam gibi adam Mahmut Eskiyörük’ü Tarım Bakanı yap, bu memleket en geç beş sene içinde, yeniden “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olmazsa, Tire’ye gider anırırım.)



Ve, şimdi sıkı durun!



Hakkında 400 sene hapis cezası istenen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, İzmir’in çocuklarına, her gün, 200 mililitre sütü kaç liraya satın alıp, içiriyor?

37 kuruş.

Hükümet, aynı İzmir’de, aynı çocuklara, aynı inekten, aynı miktarda sütü, kaç liraya içiriyor?

53 kuruş!



Kalkınma modeli, 37 kuruş.

Psikoloji modeli, 53 kuruş.



Çarp canım kardeşim aradaki “aşırı doz”u ülkenin geneliyle… Süt’ten çıkmış “ak” kaşığı bulursun.

Cuma, Nisan 20, 2012

1980…

Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi Sinan Suner, Sovyetler’in Afganistan’ı işgalini protesto etmek için Ankara’nın Yukarı Ayrancı semtinde afişleme yapıyordu. Sağlık Bakanı Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir oradan geçiyordu, çekti tabancasını, ateş etti, ODTÜ öğrencisi Sinan’ı öldürdü.

Gaziantep mebusu Cengiz Gökçek, hukukçuydu aslında, avukattı ama… Demirel, Erbakan, Türkeş hükümetinin koalisyon dengeleri gereği, Sağlık Bakanı yapılmıştı. Sinan’ı öldüren Süleyman Ezendemir, yargılanmayı bırak, gözaltına bile alınmadı, hatta, sonradan terfi etti.
Ertesi gün…

Sinan’ın öldürüldüğü yerde protesto gösterisi yapıldı. Polis geri durdu, gençlerin üstüne askerleri sürdüler. Arbede çıktı. Tek el silah sesi, drannn! Piyade er Zekeriya Önge düştü. Sırtından saplanan mermi, kalbini delmişti. 1979’a 2 tertip, Giresun doğumlu Zekeriya, henüz 20 yaşında… Kardeşin kardeşe kırdırıldığı “düşmansız savaş”ın şehidi olmuştu.

24 genci gözaltına aldılar.

Biri, Erdal Eren’di. Kadere bak… Şehit asker Zekeriya gibi, Giresunluydu. Henüz 17 yaşında, Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencisiydi. Tutuklandı. Jet hızıyla yargılandı. Bir ay içinde idama mahkûm edildi, utanç müzesiolan Ulucanlar’da asıldı.

Aslında, hem tıp, hem hukuk cinayeti işlenmişti. Adli Tıp raporu bilimsellikten uzaktı. “Kemik röntgenine baktık, yaşı 18’den büyük” dediler. Uzmanlar itiraz etti, nafile, astılar.
Üstelik…Hadisenin yaşandığı sokakta oturan ve mahkemede ifadelerine başvurulmayan, biri kuaför iki “görgü tanığı” vatandaş, seneler sonra televizyon programında açık açık anlattı. Erdal’ın elinde tabanca vardı ama, sokağın öbür ucunda ve askerleri karşıdan, cepheden gören bir yerdeydi. Şehit Zekeriya ise, sırtından ve yakından vurulmuştu. Fizik kuralları açısından Erdal’ın Zekeriya’yı vurmuş olması imkansızdı. Balistik ve otopsi, laga lugaya getirildi. Muhtemelen, arbedenin paniğiyle tetiğe dokunan bir asker arkadaşı tarafından yanlışlıkla vurulmuştu.

Kanıt mı?

Seneler geçti, internet icat oldu, Giresun Valiliği resmi internet sitesi kurdu. “Şehitlerimiz” bölümünde Zekeriya Önge’nin “silah kazası sonucu” öldüğü duyuruldu! Erdal’ın avukatları bunu öğrendi, “işte kanıt” diye basına açıklama yaptı. Skandal ortaya çıkınca, önce “teröristlerle çatışma” diye değiştirildi, sonra “iç güvenlik çatışması” diye değiştirildi. Gazeteler meseleyi deşmeye başlayınca, Giresun Valiliği Basın Halkla İlişkiler Müdürlüğü yazılı açıklama yaptı: Şahadet nedeni “sehven” silah kazası olarak yazılmıştır.

Sehven’di yani!

Oysa, sehven mehven değildi… Erdal’ın idam kararını iki kez bozan Yargıtay emekli hakimi Albay Ahmet Turan, 28 sene sonra konuştu: “Erdal’ın Zekeriya’yı öldürdüğüne dair vicdani kanaatim yoktu. İdam kararını bozduk, sıkıyönetim mahkemesine geri gönderdik, tekrar idama mahkum ettiler, tekrar bozduk, tekrar idama mahkum ettiler, onamadık, dosya Daireler Kurulu’na gitti, onadılar. Zekeriya’dan çıkan mermi çekirdeği ile Erdal’ın tabancasının mermileri mukayese edilmedi. Erdal’ın yaşı 18 değildi. Çocuk her duruşmada ‘ölümüne sebep olmuşsam, bundan büyük üzüntü duyuyorum’ dedi, hafifletici sebep dikkate alınmadı. Haksız yere idam edildi. Yaş haddime 8 sene vardı, erken emeklilik istedim. Emirle hakimlik olmaz. Atatürk’ün okullarında yetişmiş bir hukukçu olarak, kabul edemezdim.”

Erdal’ın idamdan önceki “son bakış”ını Savaş Ay fotoğrafladı. Emin Çölaşan’la birlikte Erdal’ın hücresine giren Savaş ağabey, o anları şöyle anlattı: “Hücrenin kapısını açtılar, Erdal arkasını bize dönmüş, yüzü duvara doğruydu. Yanımızdaki komutan ‘Erdal yüzümüze bakabilirsin’ dedi. Bunu üç kere söyledi. Talimatlar böyleymiş. Yarın asılacak çocukla, yüz yüzeydik. Kahramanmaraş, Çorum, hatta, Afrika’da kabile savaşları bile gördüm, böyle bi tablo görmemiştim. ‘Beni bitki haline getirmek istiyorlar, ailemle görüştürmüyorlar, savunmamı almadılar, yaşımı büyüttüler, ibreti alem için asacaklar ama, korkmuyorum’ dedi. Gazeteye gittim. Odama kapanıp ağladım. Emin Çölaşan’ın ‘Önce İnsanım, Sonra Gazeteci’ kitabının adı, oradan çıkmadır.”

Romanını yazdılar Erdal’ın, dizi film yaptılar, adına besteler yaptılar. Bir tanesi, müziği bıraktığını açıklayan Teoman’ındı.“İki Çocuk”tu şarkının adı!

Kalpte kurşun, ilmek boyunda, iki çocuk ölüm karşısında… Hep çocuk kalacaklar, büyümeden birer tabutta… Ama, yaşıyorlar, gülüyorlar, annelerinin rüyalarında.

Çünkü…Hem idam edilen Erdal’la, hem şehit edilen Zekeriya’yla “akraba”ydı Teoman!

Şöyle anlattı, talihsiz çocuklarımızın “kan bağı”nı… “Erdal, akrabamdı. Garip bir rastlantı sonucu, sadece suç unsuru olarak bahsedilmesine içerlediğim Zekeriya’nın da akrabamız olduğunu öğrendim. İki Çocuk’u yazdım. Zekeriya ile Erdal, akrabaydı.”

Offf, of.

2012…

Güya 12 Eylül’ü yargıladığımız ve Afganistan’ı işgal edenlere “koruma” hizmeti verdiğimiz şu günlerde… Koruması yüzünden, katmerli dramın taaa en başında adı geçen “Avukat Cengiz Gökçek Devlet Hastanesi”nde, koruma skandalı nedeniyle, günahsız bi doktoru öldürdüler.
“Hap” gibi anayasa yapılan ülkenin, hukukçu sağlık bakanının adını taşıyan hastanesinde, hukuksuzluktan tıp şehidi.

Hatırlayın, bi kaç sene evvel Profesör Göksel Kalaycı’yı öldürmüştü bi hasta yakını, bütün gazetelerde manşet olmuştu… Şimdi, Doktor Ersin Arslan’ı öldürdüler, anca üçüncü sayfaya haber olabildi. Rutin maalesef… Kurşunluyorlar, bıçaklıyorlar, yumrukluyorlar, sıradanlaştı.
Oysa…Sırf doktor cinayeti değildir bu. Kardeşi kardeşe kırdırmaktan ders almayan Türkiye’nin, fazladan iki oy kapabilmek için, eğitimli’yi cahil’e kırdırmasıdır. Bilmeyen’i bilen’e, okumayan’ı okuyan’a düşman etmesinin… Ve suç işleyen cahil’i korumasının sonucudur.

Kanıt mı?

Katil, 17 yaşında.Erdal’ı asmışlardı.
Bunun adını bile kodluyoruz…
Ki, aman diim çocuktur.
Toplum içinde rencide olmasın!