Salı, Kasım 06, 2012

10 Kasım Yazısı - Zülfü Livaneli

Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkmasıdır.


Büyük bir trajedidir bu. Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilir.

Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de başına gelmiştir.

Mustafa Kemal her şeyden önce dünyada artık kaybolmuş bulunan “subay ve centilmen” figürünün en son örneklerinden biridir.

Büyük bir askeri deha olmasına rağmen; kibarlığı, centilmenliği elden bırakmayan, hayatının her anını soylu ve mert davranışlara adayan büyük bir şahsiyettir.

Askerlik yapan herkes, o ortamda sık sık küfür edildiğini bilir.

Ama Mustafa Kemal küfür etmeyen bir subaydır. Yaşamına tanıklık etmiş olan yakın çevresi, kızdığı zaman onun ağzından çıkan en kötü sözün; “Şaşarım senin akl-ı perişanına” olduğunu aktarır.

Ne kadar masum değil mi: Sadece “Şaşarım senin akl-ı perişanına!” Hepsi bu kadar.

Ülkenin en kudretli insanı olduğu sırada, Çankaya sofrasında içkiyi fazla kaçırarak saygısızlık eden genç milletvekili Reşit Galip’e söyledikleri, onun nezaketine müthiş bir örnektir.

O sıralarda Atatürk’ün hocası, Maarif Vekilidir (Milli Eğitim Bakanı). Genç milletvekili Reşit Galip de o zatın bu görevi yürütemediğini söylemektedir.

Atatürk sabırla “Reşit Galip bey, o zat beni yetiştirmiştir. Galiba biraz rahatsızlandınız. Kalkıp bir parça nefes alsanız!” dediğinde Reşit Galip yumuruğunu masaya indirerek “Burası milletin sofrasıdır, kalkmıyorum” demiştir.

Bir düşünün, bugünün liderleri böyle bir davranış karşısında ne yapar?

Hep beraber düşünelim, sonra da Atatürk’ün ne yaptığına bakalım.

Bugün “diktatör” olduğu öne sürülen “tek adam”, bu terbiyesizlik karşısında sinirden mosmor kesilir ama kendisine hâkim olarak ayağa kalkar “O halde masadan kalkmak bize düşer!” diyerek salondan çıkar.

Ertesi gün Reşit Galip, yaptığına bin pişman olarak memleketine gider.

Birkaç ay sonra Atatürk, Reşit Galip’in ne yaptığını sorar. Mahcup bir biçimde gittiğini söylerler.

“Çağırın” der.

Huzuruna geldiğinde ise bu tatsız olayı hiç hatırlatmadan onu güler yüzle karşılar ve ne yapar biliyor musunuz: Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine getirir.

Çünkü o, böyle bir insandır.

Anlattıklarımın inanılmaz geldiğinin farkındayım ama noktası noktasına doğrudur. İnanmayan kaynaklara baksın.

BARIŞ DEHASI

Atatürk’ü askeri deha olarak selamlamak için onun, kazandığı zaferlerle iki kez Britanya hükümetini devirdiğini anmak yeterlidir.

Ama büyük adamın daha da önemli yönü, bir “barış dehası” olması.

Bakın 1937 yılında Amerikalı bir gazeteciye verdiği röportajda ne söylüyor:

Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa (hizmet etmeye) elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akil adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.

Dünyada faşizmin kol gezdiği 1937 yılında bu sözleri söyleyebilmiş bir lider gösterin, bütün iddialarımdan vazgeçmeye hazırım.

Ama kimse gösteremez.

Bu yüzden diyorum ki “İnsanlık tarihinin en büyük birkaç evladından birisidir Atatürk.”

Hiç yorum yok: