Pazar, Ocak 23, 2011

Asos Çiçekleri - 2009 / Mayıs






























Fotoğraflar: Öznur Özel Gündüz

Çağan Ilgaz' ın Son Halleri

El Arabası - Yılmaz Özdil

Patronlara sipariş veren Başbakan, “Soyadınız gibi yerli marka otomobil yapın” dedi.

Bertaraf olmak istemem ama, “soyadı gibi yerli” marka otomobilimiz zaten var.

Üstelik, bizim Başbakan, başbakan olduğundan beri var.

Alman otomotiv devi Volkswagen, sekiz sene önce, bir milyar Euro yatırım yaparak, çok çocuklu aileler rahat rahat sığıp turlasın diye, geniş, ferah bi model tasarladı. Adını da tour kelimesiyle, önceki modeli Sharan’ı birleştirip, “Touran” koydu. Devasa bütçeli uluslararası reklam kampanyaları hazırladı. Tam bangır bangır piyasaya sürecekti ki… Zırrr, telefon!

- Alloo, Volkswagen mi?
- Evet, buyrun.
- Touran çıkıyormuş.
- Evet, çıkıyor.
- Zor çıkar hemşerim.
- Nası yani?
- Touran benim!

Arayan, Mehmet Turan’dı.

Henüz çocukken, 1972’de ailesiyle Almanya’ya göçen, dil sorunu yüzünden okuyamayan, çıraklıktan başlayıp Hamburg’un arka sokaklarında tamirhane açan, Konyalı Mehmet Turan.

Kendi çapında vites mites gibi bi şeyler geliştirmiş, kimse kapmasın diye de, 2000 senesinde Alman Patent Dairesi’ne başvurup, soyadını tescil ettirmişti… Hem de, sağlam olsun diye, sadece Turan’ı değil, Touran, Tuoran, Turoan, Toruan gibi versiyonlarını da bağlamıştı.

Volkswagen’in yönetim katına adeta bomba düştü. 22 dakika sessizlik oldu! Yedişer tane diploması olan CEO’lar, müdürler 22 dakika birbirine baktı… Galiba ayvayı yemişlerdi.

Avukatlar inceledi.
Galiba’sı fazlaydı.

Düşündüler, taşındılar, çok uyanıklar ya, isim hakkından vazgeçmesi karşılığında beş bin Euro teklif ettiler, bir de hediye duvar saati gönderdiler; saat başında kuş çıkıyordu içinden… Bizim Mehmet, saftirik ya, pek beğendi teklifi, hediye saati tamirhanenin duvarına astı, teşekkür olarak “Touran’ı piyasaya çıkaranı oyarım” içerikli mahkeme kararını gönderdi!

Avukatlar inceledi.
Oyar…

Volkswagen’in yönetim katı ilk şoku atlatmıştı. Bu sefer 12 dakika sessizlik oldu.

Uzatmayayım…
370 bin kişi çalıştıran, 300 milyar Euro değerindeki Alman gururu, diz çökmek zorunda kaldı. Altı sıfırlı olduğu öne sürülen çeki verdiler kuzu gibi, hem helallik aldılar, hem isim hakkını.

“Soyadı gibi yerli” marka otomobilimiz var yani O

(Alman’ın elinden çatır çatır patenti alan Türk zekâsından devletin haberi olmazsa… Alman’ın çıkıp İstiklal Marşımızın patentini almasına şaşmamak lazım sanırım!)

Ha diyorsan ki, yerli soyadından değil, yerli üretimden bahsediyoruz… Bordrolu işçiyi yolunacak kaz görürsen, ahaliyi dünyanın en pahalı benziniyle gezdirirsen, gümrük duvarını ardına kadar indirip, vergileri köküne kadar bindirirsen, el arabasına binmediğine şükret.

Cuma, Ocak 21, 2011

Çürümüşlük Düzeni...

Herkesin bu çürümüşlükten sorumlu olduğunu bilmesi lazım...

Öyle yok ben bu partiye oy verdim öbürüne vermedim gibi bahanelere gerek yok.

Çünkü; toplum, siyaset, devlet adamlığı öyle bir hale getirildi ki, baya zaman aldı. Siz 50 yıl deyin ben 70 yıl... Farketmez...

Çünkü, bu adamlardan her zaman vardı. Mesele, bu adamların varlığı değil, bu adamları halkın el üstünde tutup tutmamasıydı.

Alınmaca gücenmece yok...

Bakın; mantıklı olup olmadığı konusu hiç tartışılmadan, "Ezan Türkçe okunmalıdır, insan ibadetini kendi dilinde yapmalıdır ki Dinini öğrensin" diyen dinsiz ilan edildi. İlk seçimde sandığın dibine gömüldü...

"Bu ülkenin toprakları, işleyen köylülerin olmalıdır, bu nedenle toprak reformuna gerek vardır" diyenler komünist ilan edildi. Kimisi hapsi boyladı. Çoğu, ömrünü verdikleri mesleklerinden alındı.

Diğer taraftan "Odunu koysam onu bile milletvekili seçtiririm" zihniyeti iktidar yapıldı.

Faili meçhullerin araştırılmasını isteyenler "darbeci", üzerini kapatmak için komisyon kurulmasını red edenler "demokrat" oldu...

12 Eylül yasaklarının devam etmesi için 1987 referandumunda HAYIR diye yırtınan Özal "ilerici", bu ülkenin en değerli şirketlerini peşkeş çektirmem diyen Baykal "gerici" yapıldı.

Anlayacağınız, halkı eşşek yerine koyup, odunu seçtirmeye kalkanlar, 3-5 yılda kendi çevrelerinin tamamını zengin edenler, kendin pişir kendin ye gibi "kendi anayasanı kendin yap" gibi saçmalıklarla mülletin aklı ile dalga geçenler halkçı olurken,

Feodal toplumu reddedenler elitist diye aşağılandı.

Sizce kim halkı aşağılıyor acaba...

Bu ülkede ne olacağını da söyleyeyim size; yarın bir gün yanlışlıkla gerçek bir halkçı iktidar gelirse başa, 20-30 yılda ancak temizlenecek bu çürümüşlükle başa çıkmak için alacağı ekonomik ve sosyal önlemler olacak.

Mesela, rantın önünü kesmeye kalkacak... Arazi yağmacılarının, belediye meclis üyelerinin canı yanacak...

Rüşvetin önünü kesmeye kalkacak, kamudaki pisliklerin canı yanacak...

Kayıt dışılıkla mücadele edilecek, kayıt içi kalınca vergi vermek zorunda kalanların canı yanacak.

Gecekondulaşma ile mücadele edilecek, halkın canı yanacak...

Dersane imparatorluğuna dur denecek, dersanecilerin canı yanacak...

VE!!! İlk seçimde yine çürümüş düzene devam denecek...

Çünkü biz bunu istiyoruz...

Arada, elbet bu çürümüşlüğe isyan edenler çıkacak.. Ama onlar da okumuş adamlar olduğu için yine ELİTİSTler iş başında diye başlıklar atılacak.

O nedenle, yine mevcut dandik eğitim müfredatı ile devam edilerek kültürsüzleşme operasyonu hızla ilerleyecek. Bu da marifetmiş gibi sunulacak...

O nedenle, Yılmaz Özdil' in 21 Ocak 2011 tarihinde yayınlanan yazısı anlamlıdır.

Ne diyordu o yazıda, "anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az"

Keyifli günler dilerim...

Anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az - Yılmaz Özdil

Avanta kömür” muamelesini ıslıklayan taraftarı para cezasına çarptırıp, bi daha stada sokmayacaklarmış… Halbuki, para cezasına çarptırılıp, stada sokulmaması gerekenler başkaları!
*
Çünkü…
*
New York’un “demokrat” valisi var, Obama’nın has adamı, David Paterson… Bu vali, beyzbol efsanesi Yankees’in taraftarı… Geçen seneki final maçını, en faça koltukta seyretti.
*
Gel gör ki, “şerefsiz” New York Post Gazetesi, merak eder, Yankees Kulübü’nü arar, Vali’nin kaç bilet aldığını, parasını ödeyip ödemediğini sorar. ABD bizim gibi “ileri demokrasi” ülkesi olmadığı için, “kabile devleti” olduğu için, “Sana ne lan” diyemezsin, cevaplayacaksın.
*
Yankees Kulübü, Vali’ye beş tane bilet verildiğini, parasının ödenmediğini açıklar. Niye ödenmemiş?
Resmi görevli” olarak geleceği bildirilmiş, resmi görevliden para alınmıyor.
*
Gel gör ki, “haysiyetsiz” New York Post Gazetesi, bu sefer, neden bir tane değil de, beş tane bilet verildiğini merak eder. Araştırır… Vali’nin iki yardımcısına, oğluna ve oğlunun arkadaşına “avanta” bilet aldığını ortaya çıkartır…
Haşırt diye manşet yapar.
*
Buyrun burdan yakın…
Manşetteki soru basittir: “Avanta biletrüşvet değil mi?
*
Vali tutuşur…
Yankees’le temas kurup, parayı ödemek istediğini söyler. Orası “yalakalar devleti” olduğu için, Yankees kulübü “Reca ederim efenim, ödenmiş kabul edelim” diyemez maalesef…
Hesapları denetleniyor. “Kredi kartı numaranızı verin, tahsil edelim” der.
*
Vali “ebelek gübelek” der.
Çünkü, kredi kartından öderse, ödeme tarihi ortaya çıkacak. Yani, maçtan önce değil, gazetenin manşetinden sonra mecburen ödemek zorunda kaldığı anlaşılacak.
*
Hal çaresi?
Vali der ki: “Çek vereyim!
*
Verir çeki… Ancak, cinlik yapar, eski tarih atar. Böylece, sanki maçtan önce parayı ödemiş gibi olur. Sonra da utanmadan basın toplantısı yapar, “İftira atıyorlar... İşte ödediğim çek” der.
*
Gel gör ki, “karaktersiz” New York Post’un manşeti, ihbar kabul edilmiştir.
Badem bıyıklı” polis devreye girer. Çek, adli tıp tarafından incelenir. Mürekkep testiyle, çeke atılan tarihin çakma olduğu kanıtlanır.
Puşt” New York Post manşeti dayar: “Vali yalan söylüyor!
*
Hadi bakalım, New York Eyaleti Dürüstlük Komisyonu devreye girer iyi mi…
*
Dedim ya, orası bizim gibi “ileri demokrasi” ülkesi olmadığı için, böyle saçma sapan komisyonları var… Toplanır, haşırt diye 62 bin 500 dolar cezayı geçirir Vali’ye.
*
2 bin 500 dolar bilet parası, 60 bin dolar yalan söylediği için!
*
İşin “hazin” tarafı... Dürüstlük Komisyonu’nun üyeleri, bizzat vali tarafından seçiliyor. Yani, “Koltuğumuzu ona borçluyuz, pisliğini örtelim, aklayalım” demiyor “nankör” herifler!
*
Netice? Uçtu vali.
*
Obama çıkıp “Kefilim” demedi. Zart diye değiştirildi.
İnsan içine çıkamıyor şu anda.
*
Bizim şeref tribünlerine çoluğunu çocuğunu doluşturan bürokratları, VIP localarında saçını tarayarak poz veren generalleri, maçı yazmadığı halde baş köşeye kurulan gazetecileri, koltuğunu beğenmediği için kavga çıkaran siyasileri, el pençe durup ihale kapan kulüp yöneticilerini görünce… “İyi ki ileri demokraside yaşıyoruz” diye mutlu oluyor insan.
*
Demem o ki, değil ıslık...Vuvuzela öttürsen hikâye.
*
Sivrisinek eskidendi çünkü…
*
Anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az.

Sevgili Dostumdan...

Müşteri bankacı ilişkisinin dostluğa dönüşebildiğini mesleğin ilk yıllarında duymuş ve görmüştüm. Ne var ki, bizim meslekte müşteri ile dostluğun yan yana gelmemesi gerektiğine inanılır. Profesyonel ilişkiyi zedeleme ve güvenlik sebepleri ile.

Ve fakat, bazen öyle insanlarla tanışırsınız ki, mıknatıs gibi kendine çeker insanı... Sigara gibi alışkanlık yapar. Duymak istersin arada sesini. Duyamasan da adını zikredersin boş kaldığın bazı zamanlarda...

İşte öyle biri Müslüm abi benim için...

Müslüm Özcan' dır tam adı, ama adı yetmez tanımlamak için bu adamı. Gerçekten Öz bir Can' dır benim için. Ayrıca kırılmaz bir cam'dır aynı zamanda. Öyle kolay kolay kırılmaz insanlara, hayata. Ya da ben öyle bilir, böyle tanırım kendisini. Siz de yeter ki can olun karşısında, mutlaka sever sizi göstermese de...

Dostumun Mevlana' dan olduğunu belirterek gönderdiği bir yazıyı eklemek içindi bütün bu girizgah, daha fazla uzatmadan ekleyelim yazıyı gitsin yüreklere.

Teşekkür ederim Müslüm Abi...

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadarönemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha elsürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da"lezzet" kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur... Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur

Çarşamba, Ocak 19, 2011

Yılmaz Özdil Ropörtajı - Ayşe Arman

Yılmaz Özdil Erdoğan’ın kendisini sevdiğini vurguladı Yılmaz Özdil, Ayşe Arman'a samimi açıklamalarda bulundu.

Yapmış olduğu sıradışı röportaj ve ilginç yazılarıyla gündeme gelen Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman , Elele dergisi için sivri dilli yazar Yılmaz Özdil ile ilginç bir röportaja imza attı. Hürriyet'in iki yazarı arasında geçen röportajda, Özdil Mehmet Turgut'a özel pozlar vermekten de kaçınmadı.

Özel hayatından, güncel konulara kadar birçok konuya dair soruları yanıtlayan Özdil, Bekir Çoşkun'un Habertürk'ten kovulmasıyla ilgili değerlendirmelerde de bulundu. Özdil, böyle bir şeyin kendi başına gelip gelmeyeceğine ilişkin sorulan 'Sizi attırmak için uğraşmıyor mudur Başbakan?' sorusuna ilginç bir yanıt verdi.

İŞTE O RÖPORTAJ...

BU ay Elele’ye Yılmaz Özdil röportajı yaptım. 9 sayfa. Çevir çevir bitmez. Ama aklım çıkıyor, göremeyeceksiniz diye. En iyisi, işi sağlama alıp hatırlatmak. Gidin bir Elele alın, sakın kaçırmayın. Fotoğrafları Mehmet Turgut çekti, olağanüstü oldu.

İşte size o röportaj...

Tek başına muhalefet partisi Yılmaz Özdil Geçenlerde bir dergi,

“Bu aralar, Türkiye’deki en karizmatik adam kim sizce?” dedi.

Düşündüm, bulamadım. “Beni pas geçin” dedim. Ve hayatıma devam ettim. Sonra fark ettim ki. Var benim için de karizmatik biri: Yılmaz Özdil.

Son zamanların, en tavan yapan yazarı o bence. Her gün inanılmaz yazılar yazıyor, pardon döktürüyor! Bazen bildiğimiz ama fark edemediğimiz, bazen de bilmediğimiz şeyleri gözümüzün önüne getiriyor. İnce bir zekayla yapıyor. Boş sallamıyor. Hep donelere, verilere dayanıyor. Bir ağız isali hali yok yani. “Nerede belgesi?” desen, “Aha burada!” diyecek. Ve cesur. Çok cesur. Onlardan çok kalmadı artık...

Ama galiba beni en çok etkileyen, bu kadar çok konuşulmasına, okunmasına rağmen, içinde egosunu ayarlayan bir regülatörün olması. Tek başına bir muhalefet partisi gibi o. Ama “Şu küçük dağları ben yarattım” edasıyla dolanmıyor ortalıkta. Bu haline bayılıyorum.

Aslında herkesin birbirinin gözünü oyduğu bir ortamda, Uğur Dündar’la olan ilişkisine de bayılıyorum. Ona duyduğu saygıya, bağlılığa. Her zaman eşi Hülya’dan aşkla söz etmesine. Ailesine verdiği değere. Bence nesli tükenen adamlardan...

Geçtiğimiz günlerde, bir gün yazmayınca ödüm koptu. “Aman Allah’ım yoksa” dedim. Ve onu aradım, Elele için röportaj sözü aldım. Buyurun buradan okuyun...

S: Deli misiniz, divane misiniz, size gelen bütün mailleri yanıtlıyormuşsunuz...
C: Süs olsun diye koymuyorlar o mail adresinleri. Yazar değilim, okur-yazar’ım, evet yanıtlıyorum. Bir sakıncası mı var...

S: Yoo da, nasıl vakit buluyorsunuz?
C: Cevaplamayanlar, vakit olmadığı için mi cevaplamıyormuş!

S: İyi de gerekçesi nedir?
C: Merhaba diyene, merhaba demez misin? Yüzünü mü çevirirsin? Okur, vakit ayırmış, görüşünü iletmiş, en azından bir teşekkür cevabı anormal mi?

S: Yok değil, şahane! Devleştiniz siz. Ve aslında Bekir Coşkun’dan sonra, daha da devleştiniz. Sizin “Yok canım” diye cevap vereceğinizi biliyorum ama ben öyle görüyorum. Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz?
C: İyiyim Allah’a şükür, sağlığım yerinde...

S: Siz, Beyaz Türklerin mi temsilcisisiniz?
C: “Beyaz Türk” diye bir şey yok. Eğitimli, seçkin halk çocukları var. Kendini Beyaz Türk zannedenler, sonradan para kazanıp, golfe başlayanlar. Dünyadaki en iyi golfçü de “zenci” iyi mi!

S: O zaman Ege’de Trakya’da mahallede, kahvede oturanların mı temsilcisisiniz...
C: Okeye dördüncü lazım olduğunda çağırıyorlar, katılıyorum bazen aralarına! Ben kendi temsilcim gibi de hissediyorum sizi. “Yaşasın biri, geniş kitlelere sesimi duyuruyor!” diyorum.

S: Buna ne diyeceksiniz?
C: Okey biliyor musun?

S: Referandumda beklentiniz neydi?
C: “Evet.”

S: Tarhan Erdem’in anketini gördüğünüzde, inandınız mı, inanmadınız mı?
C: Ben daha çok Selçuk Erdem’i okuyorum!

S: Peki hayal kırıklığı ne ölçüde oldu?
C: Hayal kırıklığı yaşamadım, inan. Titanic filmi gibiydi benim için, başlarken sonunu biliyordum zaten. Neticede güvertedeki zenginler kurtuldu, ambardakiler sizlere ömür!

S: Kendinizi yenilmiş gibi hissetmiyorsunuz yani...
C: Bir reyim vardı, hayır verdim, 1-0 galibim. Şu ana kadar beni yenebilen parti olmadı!

S: “Biz”, azınlık mı olduk artık?
C: Din değiştirme maddesi yoktu referandumda, dolayısıyla Lozan’a göre hala azınlık değiliz Allah’a şükür! Sokma akıllarına, onu da yaparlar!

S: Bu sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz, Türkiye nereye gidecek?
C: Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız var, 17’ye bağlarız!

S: İçkili sanat galerisi açılışlarına, eli sopalı baskınlar yaygınlaşacak mı?
C: İçkili sanat galerilerinin ne kadar yaygınlaşacağına bağlı...

S: Peki o zaman, var olan bu tehlikeyi “Evet” diyen liberaller, neden göremiyor? En zeki siz misiniz? Siz görüyorsunuz da, onlar göremiyor mu?
C: Liberal olmak için zeka şartı mı var? Marks, liberal miydi?

S: O liberaller için ne düşünüyorsunuz? Bir cümleyle onları nasıl tanımlarsınız...
C: Bir kelime yeter: Liboş.

S: Bekir Coşkun’un gidişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
C: Elimizden alınan Türk kahvesi o...

S: Hükümetin baskısı sonucu gönderildiğine inanıyor musunuz?
C: Hükümet baskı yapmaz, aksine baskı yapılmasın ister, o yüzden basılmıyor artık yazıları!

S: Emin Çölaşan gitti, Bekir Coşkun gitti, üçüncü isim olarak siz kaldınız. Siz korkmuyor musunuz? “Sıra bana da geldi” diye düşünmüyor musunuz?
C: Sırayla mı bu işler?

S: Bekir Coşkun, onun Hürriyet’teki yerini şahane bir şekilde doldurdunuz diye size sinir olmamış mıdır?
C: Vereyim telefonunu, aç sor...

S: Okur için, Bekir Coşkun’un gitmesi, sizin gelmeniz bir şey fark etmez mi?
C: Logolar, yazarların üstündedir. Yazılarınızda bir sürü arşiv bilgisi var, olay var, tarih var, rakam var.

S: Bu verilere nasıl ulaşıyorsunuz?
C: Gazeteci tanıdıklarım var!

S: Siz, bir arşiv faresi misiniz? Hangi arşivi kullanıyorsunuz?
C: Hürriyet okyanus gibi. Yeter ki yüzmeyi bil.

S: Sizin beyniniz nasıl çalışıyor? Olaylara nasıl yaklaşıyorsunuz? Önünüze bir şey gelince, önce duygularınız mı, aklınız mı harekete geçiyor?
C: Bizim ahali, lafı kıçından anlar, o yüzden tersinden yaklaşıyorum... Yazılarınızda hem mantık hem duygu var. Ve aynı oranda.

S: Nasıl başarıyorsunuz...
C: Dedim ya, oran’ı oram’dan ölçüyorum!

S: Sizce IQ’nuz mu EQ’nuz mu yüksek?
C: “Ya biri düşükse?” diye korkuyorum, ölçtürmüyorum. Ne yaparım ben sonra?

S: Yazar olarak her geçen gün daha da yükseliyorsunuz ama hep “low profile” duruyorsunuz. Hiçbir şey yapmıyormuş gibi. Bunu nasıl beceriyorsunuz?
C: Ego başka şey, megolo başka çünkü...

S: Sizin egonuz yok mu?
C: Var.

S: Saklıyor musunuz?
C: Yooo.

S: En büyük egolular en alçak gönüllülerden çıkıyormuş. Doğru mu?
C: Bak ben sana söyleyeyim: En büyük egoluların, alçak olduğu doğru!

S: Siz bu toplumu her geçen gün biraz daha fethediyorsunuz ve bu toplum da size güvenip, önemli sorumluluklar yüklüyor. Bunun sonuçlarından korkmuyor musunuz? A) Popülist olarak değerlendirilmekten B) İktidarın tepkisi çekmekten, hapse girmekten, işsiz kalmaktan, dışlanmaktan C) Taşıyamayacağınız bir yükün altına girmekten, ailenizin başını belaya sokmaktan...
C: Popül’üm; bana popülist diyenler farkında değil ama, onlar da popül! Hapse girdim, işsiz kaldım, hayatın sonu değil, dışlanmadım hiç, arkadaşlarım var benim, gerekirse hayatlarını tehlikeye atarlar, kardeşliğimizden vazgeçmezler, taşıyamadığım yükü taşımam, bırakırım, ailem desen, başları zaten benle belada...

S: Farkında mısınız böyle bir misyona doğru gittiğinizin...
C: Misyon filan yok.

S: Biri size demiyor mu, “Yılmaz yeter yazma!” diye. Size, “Dur” diyen kimse yok mu?
C: Ayşeciğim, senin hakikaten sinirlerin bozulmuş!

S: Büyük resme bakınca, medyada muhalefet bitti mi? Bütün basın, iktidarın mı?
C: Pravda bile başaramadı o işi!

S: İşinize son verilirse, B planınız nedir? Zeytin yetiştirmek mi istersiniz mesela. Yoksa Sözcü’de mi yazarsınız?
C: Devlet Planlama Teşkilatı’na danışırım!

S: Elinizde bir televizyon var. Neden bu fikirlerinizi orada duyamıyoruz?
C: Elimde televizyon yok, ama senin elinde kumanda aleti var, beğenmiyorsan zapla.

S: Dürüstlüğü konusunda kuşku olmayan Uğur Dündar’a karşı bile suçlamalar da bulundular. Ne hissettiniz? Bunlar sizi nasıl etkiliyor?
C: Gülüyoruz çok. Uğur Dündar’la toplantımıza gir, çenen yırtılır kahkahadan. Şaka değil, gel bir gün, yazarsın belki...

S: Siz, gelişmeleri nasıl görüyorsunuz? Tehlike var mı?
C: Var, hakikaten yırtılır çenen!

S: Bir İzmirli olarak, Sezen’in “Evet” deme hakkı olmadığını mı düşünüyorsunuz?
C: İzmirli değil, Kastamonulu da olsam, Artvinli de olsam, “evet” deme hakkı olduğunu düşünüyorum. İzmirlilikle alakalı bir mesele değil bu. Hasan Mutlucan olma meselesi...

S: İzmir’e ihanet mi etti? Yoksa “Evet” oyunu ilan etmesi miydi kötü olan?
C: Güfteleri, besteleri ve sesi güçlü olduğu için seviyoruz onu, güçlünün yanında yer aldığı için değil...

S: Sezen’in neden böyle davrandığını düşünüyorsunuz? Etkileniyor mu? Kimlerden?
C: İşte o haddime değil, bilemem.

S: Sokağın tabelasının yere atılması ayıp değil mi?
C: Öyle bir sokak ismi yok. Çakma. Var diyen, çıkarıp belediye meclis kararını göstersin.

S: Bence o iktidar yalakası olabilecek bir kadın değil. Sizce öyle mi? O yüzden mi “Evet” dedi? Ya da menfaat mı elde etmek istedi?
C: İşte bu ayıp. Asla böyle bir düşünce içinde olamaz. O kadar severim ki Sezen Aksu’yu, kendisi hakkında bu tür düşüncelerin oluşmasına sebep olduğu için çok kızıyorum ona...

S: Annenizi bazen yazılarınıza sokuşturuyorsunuz. Benim çok hoşuma gidiyor. Onun da gidiyor mudur?
C: Hoş kadındır çünkü. Dünyada, yanağında kaşıkçı elması gibi şark çıbanı taşıyan tek Giritli, benim anamdır. Üşenmezsem romanını yazacağım: Hanya’yı da Konya’yı da gördü Nadide.

S: Karınız, herhangi bir yerde “Ben Yılmaz Özdil’in eşiyim” demiş midir?
C: Demez, “LeBron James’in eşiyim” der. Şaka bir yana, asla bu tür şeyleri sevmez Hülya.

S: Yılmaz Özdil’siniz diye indirim yapılsa, kabul eder misiniz?
C: Etmem, hiç etmedim. Bazen istemediğim halde yapıyorlar, teşekkür için çiçek miçek gönderince daha pahalıya geliyor.

S: Ne kadar maçosunuz? “Karıma yan bakana kafa atarım!” demiştiniz...
C: Atarım. “Aman çok zarif beyefendi!” desinler diye, karımıza laf mı attıralım?

S: Yazılarınızdaki incelik, hayattaki davranışlarınızda da gözlenir mi? Bence, “Yazı ince bir zekanın ürünü olsun, insanları etkilesin” diye çok uğraşıyorsunuz, çok da iyi yapıyorsunuz. Gündelik hayatınızda da böyle bir özeniniz var mı?
C: Yok. Doktor Jekyll’ım ben. Gündelik hayatımda Mister Hyde oluyorum. Hava kararınca da, Karındeşen Jack’im. Delirtme insanı Ayşe!

S: Siz bağırır çağırır mısınız kanalın ortasında? Azarlar mısınız insanları?
C: Bağırırım. Örgü örelim diye maaş vermiyorlar bize, iş başarılı olmalı. Mide kanaması geçiren mesai arkadaşım çok. Ama bana kırgın veya küs olan mesai arkadaşım yok. İnsanları utandırır mısınız?

S: Siz ne zaman utanırsınız?
C: Yozlaşan toplumda, hala yüzü kızarabilen arkadaşları seçip, çalışmayı yeğleriz biz. Mesai arkadaşı seçiminde böyle tercihlerde bulunmasaydık, utanırdım.

S: “Keşke öyle yapmasaydım” der misiniz sık sık?
C: Hiç olmadı. Olursa, özür dilerim.

S: Herkesin hayatta kendini beğendirmeye çalıştığı bir esas insan vardır. Sizin kim?
C: Çabalar nafile. Busundur, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez.

S: Zaaflarınız neler?
C: İşimi iyi yapmaya gayret etmek zaafımdır benim. Yoruyor insanı. Hayatından çalıyor.

S: Kendinizden memnun olmadığınız yanlar...
C: Gazeteci olmak istemezdim.

S: Dinç Bilgin’e ihanet ettiğinizi düşünüyor musunuz? Öyle şeyler söyleniyor ortalıkta. O güya sizi okutmuş, eğitim masraflarınızı yüklenmiş, ama siz o zayıf durumdayken cezaevinden hastaneye çıktığında, fotoğraflarını yayınlamışsınız. Doğru mu?
C: Babam, Dinç Bilgin’in yanında çalıştı, maaş aldı, o maaşla okudum. Personeline hakkını veren işveren, kutsaldır bizim aile için. Dinç Bilgin, Cem Uzan, Turgay Ciner patronlarımdı, şimdi Aydın Doğan patronum. Patronlarım bana işimi yapmam için maaş veriyor. Dinç Bilgin’in hastane fotoğrafı haberdi, kullandım. Babam olsaydı, gene kullanırdım.

S: Sizi attırmak için uğraşmıyor mudur Başbakan?
C: Başbakan sever beni.

S: Valla mı?
C: Valla.

S: “Bu yazını basamayacağız Yılmazcım” dediklerinde ne dersiniz?
C: “Siz bilirsiniz” derim. Ben yazarım, basar değilim. Basma kararı, yöneticime ait. Bak bu mevzu gelmişken anlatayım, gazete yöneticilerinin herhangi bir yazarı işe alma hakkı olduğu gibi, işten çıkarma hakkı da vardır, yazıyı basma hakkı olduğu gibi, basmama hakkı da vardır. Aksini iddia eden, geri zekalıdır. Ya da gitsin, kendisine matbaa kursun. Patronlar muhabire para vereceğine, yazarlara para vere vere, yazarların egosu patladı. Hiç okunmayan ama patronun vicdanını sömürüp, orada kalmayı başaran, “operadaki hayalet” gibi gazete koridorlarında dolaşan tipler var. Zincirlikuyu, “Ben gidersem burası batar!” diyenlerle dolu...

S: Başucunuzda ne durur?
C: Kitap. Cep telefonu.

S: Bu aralar ne okuyorsunuz?
C: John Lloyd-John Mitchinson, Şakir Eczacıbaşı, Adnan Nur Baykal, Andre Gide. Nokia. HAMİŞ

Evet, fotoğrafları Mehmet Turgut çekti. Vakitsizlikten stüdyosun gelemeyen Özdil’in ayağına, Star’a gitti. Mehmet de cins adamdır, sevmediği biri için hayatta yapmaz. Ama o da bayılıyor Özdil’e. Teşekkürler Mehmet...

Emine' nin Ilgaz' ı, Çok Acele Ettin be Yavrum...

Emine ve Yaşar...

Uzun zaman olmuştu görüşemedik. En son 1,5 yıl kadar önce Gümuşsuyu' da karşılaştık. Emine henüz hamileydi. Mutlu ve umutluydu.

Zaman geçti;

Ilgaz dünyaya geldi... Benim Çağan Ilgaz' ımla hem adaş hem de yaşdaşdılar.

Görecek fırsatımız olmamıştı yüzünü Ilgaz' ın. Ama Emine' nin güleç yüzünü görebiliyordum hafızamda. Ne de mutlu bir yuva olmuştu evleri şimdi...

Zaman geçti;

Ilgaz rahatsızlandı... Lösemi denen berbat hastalığın pençesine düştü. Kan donörü aradık 2 hafta boyunca. Aralıksız kan değişimi gerekiyordu.

Tıp dünyasındaki gelişmeleri takip ettikçe umutlanıyordu insan, LÖSEV de vardı bir taraftan...

Ve tabi dostları Emine ve Yaşar' ın.

Zaman geçti;

Kısa bir zaman... Bir serin pazartesi sabahı kaybettik Ilgaz' ı. Sadece 10 ay misafir olduğu dünyaya veda ediverdi aniden. Ne arkasında bıraktıklarının farkındaydı henüz, ne de önünde bıraktığı yaşam denen karmaşanın.

Adını aldığın dağları görmek için memleketine gidecektin... Ne acelen vardı be yavrum...

Şimdi telefonu elime alıp alıp bırakıyorum. Yaşar' ı, Emine' yi aramam lazım biliyorum, ama olmuyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Böyle bir acı paylaşıldıkça azalır mı ki?

Dostluğumu sorguluyorum.

Adam Olacaksınız!.. - Bekir Coşkun

Öyle eskisi gibi değil işler...
Her şey değişti...
Hâlâ anlamadıysanız, anlayacaksınız...
İmamı “Başbakan” yaptınız, içki içmek
istiyorsunuz birader...
Olmaz öyle şey...
Adam olacaksınız!..
*
Yok öyle açık havada bira-mira...
Rakı dört yanı kapalı yerde, sigara dört
yanı açık yerde içilecek... Yok eğer, illa
ikisini bir araya getirmek istiyorsanız...
Bir içeri, bir dışarı...
Koşacaksınız...
Adam olacaksınız!..
*
“Çok mesafe aldık, Çoğu gitti azı kaldı,
inşallah onu da yaparız...” dediğine göre
adamımız...
Maazallah “aksırıp-tıksırırken” biri gördü
mü diye sağa-sola bakacaksınız...
Şeriatçıdan demokrasi beklemek gibi
bir ahmaklığı kim yapabilir?..
Ve kızlardan 45 santimetre uzak
duracaksınız...
Adam olacaksınız!..
*
Kars’takine kafayı taktığına bakmayın siz,
bütün heykeller “ucubedir” aslında imama
göre...
Ben söyleyeyim; sanat görmek
istiyorsanız, ha bire şiir okuyor ya size...
Onun şiirini bunun, bunun şiirini öbürünün
adı ile... Artık hangi şiir kimindir, siz
anlayacaksınız...
Adam olacaksınız!..
*
Duyuyorsunuzdur; aralıksız “ahlak,
terbiye, edep
” diyor...
‘Oy’unu satan avantacı-beleşçiye 2
katrilyonluk kömür gönderirken... Ve
böylece sağladığı iktidarda yandaşları bin
defa köşeyi dönerken... Demek ki siz daha
çoook benzini dört liradan yakacaksınız...
*
Sekiz yıldır biz ve okurlarımız anlatamadık
gitti...
Sıradan petrol zengini bir Arap ülkesine
benzemeyi istikrar ve büyüme sandınız...
Cumhuriyeti yok etmeyi, laik hukuk devletini
tekmelemeyi ise demokrasi...
Şimdi ben en çok; bu iktidarın “müthiş
demokratik açılımlar yaptığını”
söyleyenlerin, iki satır eleştiri yazısı yazınca,
hapse atılmak üzere mahkemeye
verilmelerine gülerim...
Yok öyle eleştirmek-meleştirmek...
Adam olacaksınız!..

Cuma, Ocak 14, 2011

Adalet

"Kitaptan rahatsız olan çevrelerin tepkisini bekliyordum; ama bu kadar haksızlık, bu kadar hukuksuzluk beklemediğim gibi, bu ülkede hukuku sağlamakla görevli olanların bu kadar hukuksuzluğa müsaade etmeyeceklerini, suçu olmayanların kısa sürede aklanacaklarını zannediyordum. Adalet mercilerinin, kimsenin kininin aracısı olmayacağına inanıyordum"

Bu satırlar kişi olarak beni hiç ilgilendirmeyen Hanefi Avcı' ya ait. Satırların içeriği malumun ilanından başka bir şey değildir. Hanefi Avcı şahsında bir üzüntüm olmasa da, bu tür uygulamaların normal her insanı rahatsız ediyor olması gerekir diye düşünüyorum.

Herkesin ağzından düşüremediği bir laf vardır; adalet bir gün herkese lazım olur....

Bir gün, bu tür bir hukuksuzlukla karşı karşıya kalırsam, ailemi ve onların geleceğini düşünür, yıkılırım. Böyle bir durumla karşı karşıya kalmak istemem. Ama, bu korku yüzünden de susacak değilim. Başa böyle bir şey gelirse, böyle bir şerefsizliğin kurbanı olursam da onur duyarım.

Çünkü bu şerefsizliğe sebep olanlara hayatımın hiç bir döneminde destek vermedim. 12 Eylül' cülere de destek vermedim, 1987 referandumunda da Özalcı olmadım, Susurlukçulara da hesap sorulması gerektiğini dile getirdiğim için cop bile yedim. Hep samimi özgürlükçü olanlardandım.

Soru şu; bu hukuksuzluklara, şerefsizliklere hiç sesini çıkarmadan yıllarca gizli veya açık destek verenler, başlarına böyle bir durum geldiğinde geçmişlerinden onur duyabilecekler mi?

Neydi? Adalet bir gün herkese lazım olacak

Erdoğan, Özal ve Hasan Cemal

Hasan Cemal adlı saygın liberal bugün şöyle yazmış;

"12 Eylül askeri yönetiminin siyaset yasaklarını referandum meydanlarında savunmak dahil demokrasiyle bağdaşmayan bazı hatalara böyle sürüklendiği söylenebilirdi Özal’ın..."

Hadi canım... Hiç Özal öyle yapar mıydı Hasan Cemal. Çok demokrat adamdı kendisi. Benim yaşlardaki insanların net hatırlayabildiği ilk referandum siyasi yasakların kaldırılması ile ilgili referandumdu. Özal' ın ne kadar özgürlük seven birisi olduğunu, yürüttüğü muhteşem HAYIR kampanyası sırasında anlamıştım ve ben sadece 13 yaşlarımdaydım. Hasan Abi (?) ancak akıllanıyor gibi geldi bana...

Hatta bence hala akıllanamamış ki, Tayyip Erdoğan' a verdiği müthiş destek yandaşçılık ve yalakalık tarihinde yerini almıştı hatırlarsanız.

Ama durun, bugün ne diyor kendileri;

"Şimdi de Erdoğan böyle bir süreçte!Eğer gerekli özeni gösteremezse, kendisi de yıpranacak, ayağının altındaki zemin de kayacak.Örnekler çoğalıyor.Bakıyorum, ucube olayındaki inadına...Okuyorum, RTÜK’ün Muhteşem Yüzyıl’la ilgili uyarı kararını...İkisi de demokrasi kültürünün izlerini taşımıyor.İkisi de ifade özgürlüğüne ters! İkisi de yaratıcılığa köstek niteliği taşıyor.İkisi de Tayyip Erdoğan’ı soğuk savaş yıllarının ‘antikomünist’ milliyetçiliğine yaklaştırıyor.İkisi de Erdoğan’ı eski dönemin demokrasiyi fazla takmayan muhafazakar anlayışına yaklaştırıyor.İkisi de bir zamanlar demokrasiyi yalnız kendilerine isteyen ‘eskiler’e yaklaştırıyor Erdoğan’ı..."

Haydaaa... Bu kadar da olamaz. Tayyip bu olamaz. Bin yılların demokrasi tarifini yeniden yazacak kadar özgürlükçü bir arkadaştı aslında.

Hasan Abi, Hüseyin, İnan ve Deniz asılırken kimlerin Demirel' in evet, Ecevit'in hayır oyu kullandığını bile bile, toprak reformu yapılması arifesinde Menderes' in dinci söylemlerle iktidara gelip, tam bir emperyalizm uşağı olduğunu bile bile bu çizgiye destek veriyordu son 8 yıldır. Menderes, Özal ve Tayyip.. "Bu üçlü bu ülke tarihinin en büyük hatalarıdır" dediğimizde biz darbeci, gerici oluyorduk. Olsun. Gurur duyarım.

60 yıldır sanki bu ülkeyi CHP yönetmiş gibi, her suçu CHP' ye ve bu sayede Atatürk'e atan bu zihniyetin ne mal olduğunu ben 13 yaşımda öğrendim. Hasan Abi' de elbet öğrenecek.

Sinan Çetin de aynı yolun yolcusu. Sözde sanatçı "Kağıt" adında bir film yapmış. Bir zamanların bürokratik zorluklarını ve yasaklarını anlatıyormuş film. Destekliyorum, doğrudur. ama yanlış olan şu ki, filmde anlattıkları yasakları ve bürokrasiyi yaratan zihniyet şu an iktidardadır. ve ne yazık ki, daha ılıman da olsa 1950' den bu yana çok uzun yıllar bu ülkeyi bu zihniyet yönetmiştir.

Bunları unutup, 60 yılda sadece ve sadece ve en fazla 2 yıllık dönemlerden toplamda 8 -10 yıl tek başına iktidar olmuş CHP' ye suçu atmak değil midir asıl marifet.?

Perşembe, Ocak 13, 2011

Almamya - Yılmaz Özdil

Angela Merkel, açık açık “Ağzıyla kuş tutsa, gene de Türkiye’yi AB’ye almayacağız” dedi… Almam ya’ni.

Türkiye öfkelendi.“Haddini bil” filan.Halbuki…Teşekkür borçluyuz ona.

Çünkü, gerçekleri söyleyen tek Avrupalı lider o... “Sizi kandırıyorlar” diyor.

“Ha bugün alacağız, ha yarın alacağız deseydim, beni çok severdiniz… Ama, bu palavraların size faydası olmuyor, 51 senedir kapının önündesiniz, 151 sene bekleseniz hikâye” demeye getiriyor.

“Rum tarafını tutuyorum diye bana kızıyorsunuz… Denktaş’ı devirip, Talat’ı başa geçiren siz değil misiniz? Türk tarafındaki yes be annem mitinglerinde, Türkiye yakamızdan düşsün pankartları açılmadı mı? Türk askeri işgalci, denmedi mi? KKTC milli marşını çöpe atıp, içinde Türk kelimesi geçmesin diye enstrümantal marş yazdırmadınız mı? Yönetimi Rumlara vermeye razı olduğunuz halde, Rumlar hayır deyince morarmadınız mı?” demek istiyor.

“Geçti Brüksel’in pazarı, sür eşşeği Girne’ye be annem” demek istiyor! “Çiller’le girdik zannettiniz, Mesut Yılmaz’la girdik zannettiniz, AKP’yle iki defa girdik zannettiniz; girdiniz mi? Ankara’da güpegündüz havayi fişeği ben mi attım?” demek istiyor.

“Bana küfrettiğiniz dakikalarda cumhurbaşkanınız dört bakanla Yemen’de, başbakanınız üç bakanla Katar’daydı… AB derken, Arap Birliği’ne girdiniz haberiniz yok” demek istiyor.

“AB üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne giren tek ülke sizsiniz... Tarihi hataya tarihi zafer dediniz, 200 milyar dolara yakın zararınız var, bizim suçumuz mu?” demek istiyor.

“Benim milletim zengin, özel hayatımda ikinci el Opel’e biniyorum, sizin poponuzda don yok, tüm siyasileriniz generalleriniz Mercedes’e biniyor, ben size daha ne diyeyim ki” diyor.

“Bakın bir örnek vereyim” demek istiyor… “Dünyanın fındığını siz üretiyorsunuz, bizde fındık ağacı bile yok, dünyanın fındık fiyatını bizim Hamburg Borsası belirliyor!”

“Malınızın kıymetini bilmiyorsunuz. Ahtapot Paul bile sizin spor otoritelerinizden başarılı... Mesut Özil’i aldınız da, vermedik mi, kafasına silah mı dayadık?” demek istiyor.

“İnsanlığa katkılarından ötürü sayısız ödül alan profesörü içeri tıkıyorsunuz, insanları domuz bağıyla öldürüp oturma odasına gömenleri dışarı bırakıyorsunuz, bu ne biçim iş?” demeye getiriyor.

“Bakın, din tüccarları milletinizi dolandırıyor, Keriz Feneri’nizi yakaladık, zahmet edip 800 küsur gün sonra anca geldiniz, belli ki niyetiniz yok” demek istiyor.

“Türkiye’nin çıkarlarını savunan gazetecilere darbeci diyorsunuz; AB’den para alıp AB’nin çıkarlarını savunan gazetecilere demokrat diyorsunuz. Gönül ister ki, bütün gazetecileriniz AB’den avanta alsın ama, almıyorlar... Siz en iyisi onları tek tek bertaraf edin, ben sizi AB’ye alacağımızı söyleyeyim, siz inanmaya devam edin, gül gibi geçinelim gidelim” diyor.

Bilmem ki, daha ne desin…

Pazar, Ocak 09, 2011

Muhteşem Kanuni - Yılmaz Özdil

Hukuk hakkında ahkâm kesmek için, hukuktan önce aritmetikten bahsetmek gerekiyor sanırım.

Ortalama insan, ortalama hızla okuduğunda, okuduğunun yüzde 60’ı aklında kalır… Anlamayı, akılda tutmayı boşverip, sadece okursa, dakikada 120 kelime okur.

1 milyon
346 bin 857
1 milyon 346 bin 858
1 milyon 346 bin 859 gibi, kelime okumak yerine, çok haneli sayı saymaya başladığında, hızı yarı yarıya azalır… Dakikada ortalama 60’a düşer.

Yani?

Yargıtay’da bekleyen 1 milyon 800 bin dosya var. Bırak içini açıp okumayı, o dosyaları tek tek saymaya kalksan bile, günde 8 saatten, hafta sonu tatilleri hariç…
3 ay tutuyor!

Çünkü…
10 kişiden 1’i mahkemelik.

Türkiye’de herkes birbirini “Seni mahkemelerde sürüm sürüm süründüreceğim” diye tehdit ediyor... Sonra herkes merak ediyor, bu mahkemelerde niye bu kadar dava birikiyor?

Memleketi satıyorlar, gıkın çıkmıyor, tarlana alt tarafı inek giriyor, bütün köye dava açıyorsun emmioğlu!

Bayramda herkes birbirinin elini öpüyor, kucaklaşıyor, baba bi ölüyor, iki tane kıytırık halı için bütün sülale mahkemelik…
Ev mev kaldıysa, miras davası, kan davasına dönüyor.

“Bunak bu” diye anasını dava eden evlat mı ararsın, “Üç aylığımı çaldı” diye evladına dava açan baba mı... Kayınçoyla kaçan yenge, baldızı düdükleyen enişte, gerdekten önce takılarla araziye uyan gelin, karanlıktı fark etmedim ayaklarıyla kayınvalideye takan damat meselesine hiç girmeyeyim… “Aile” ansiklopedisi yazmaya kalksan, 700 bin cilt çıkar Yargıtay’dan.

Klima aldım soğutmuyor, Yargıtay’a… Soba aldım ısıtmıyor, Yargıtay’a… Vay efendim tampon çizildi, doooğru Yargıtay’a… Sanırsın kaportacıdır Hasan Gerçeker.

Kalorifer az yandı çok yandı dalgasına, bütün apartman birbirini dava ediyor. Şahitlik yapan kapıcıyı işten attılar, Yargıtay’a gitti. Geçenlerde apartman yöneticisi komşuları vurdu mesela, ölenler mezarlık, kalanlar Yargıtay’lık…

Borcunu ödemedi bu adi herif, Yargıtay’a… Ödedim ben o şerefsize, Yargıtay’a.

Banka kredi kartı veriyor, herkes alıyor, kredi kartı için üç lira kesiliyor, bütün mudiler bankaya dava açıyor, banka bütün mudilere dava açıyor, hadi bakalım Yargıtay’a.

Adam çocuk peydahlıyor kadından, sonra salağa yatıyor, matizdim hatırlamıyorum diyor, çocuğun babasının kim olduğunu Yargıtay’a soruyorlar. Nafaka desen, kafadan Yargıtay’a.

Bu memlekette, erkekken kadın olmak için cihazı kestirmen bile yetmiyor abi… Kestirmeden önce dava açıp, kazanman gerekiyor. Kazandın kazandın… Kazanamadın, Yargıtay’a intikal ediyor. Yok eğer, dava açmadan kestirdiysen, bu sefer dava açıp “delil”i göstermen gerekiyor. “Delil”i sakladın sakladın… Saklamadın, Yargıtay’a intikal ediyor. Yok eğer, kadınken erkek olmak istiyorsan, zaten Yargıtay’a intikal ediyor.

Beş kişinin gırtlağını kesip “Bi saniye izah edeyim hâkim bey” diyen adamı biliyorum ben... Katil bu kadar yüzsüz olunca, izah bi saniye sürüyor ama, dava 20 sene!

Bakın, 188 kişiyi domuz bağıyla katledip, oturma odasına gömenlerin avukatı televizyona çıktı, “Velev ki, suçlu bile olsalar, mağdurdurlar” dedi. Bu pişkinlikle dava biter mi arkadaş…

İşadamına dava açıyorlar, 78 milyar dolarlık… Hâkim alıyor, ayda 2 bin lira maaş… Hâkimin psikolojini düzeltip dosyaya hâkim olması zaten 6 ay sürüyor.

Gak dedi, hakaret davası, guk dedi, manevi tazminat davası.
İmam-cemaat misali… Bu ahalinin başbakanı, dünyanın en çok dava açan başbakanı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli Kütüphanesi’nde sadece 1 milyon 200 bin kitap var, en kalını bin sayfa... Yargıtay’da 1 milyon 800 bin dosya var; bazıları 55 bin sayfa!

Uzatmayayım.
Beş dakka durun da…
Yargıtay nefes alsın birader.

NOT:
Diyebilirsiniz ki, başlıktaki “Kanuni” yazının içinde yok... Başlığa “kanun” yazsam, dangozlar okumaz. Belki Muhteşem Süleyman’ı yazdığımı sanıp, okurlar diye öyle yazdım. Allah bilir, tüketiciyi kandırıyor diye bi dava da bana patlatırlar şimdi.

Çarşamba, Ocak 05, 2011

Dün Gece Vicdan - Bekir Coşkun

Yani şimdi Cumhuriyeti savunanları hapishanede tutmaya karar verdiler... Ama domuz bağı ile insanları villaların bodrumuna gömen Hizbullahçıları serbest bıraktılar...

Öyle mi?

İnsanlanara yaşam veren, bir tek hastasının sancısı varsa ranzanın dibinde uyuyan, bilim adamı, doktor, cerrah, insan, adam, hoca Mehmet Haberal mahkum olmadan 10 sene tutuklu kalabilecek.

Bir kişinin burnu kanasa, kelimeleri, cümleleri, satırları ağlayan Mustafa Balbay...

Tuncay Özkan...

Dili, "Laik, çağdaş cumhuriyet yaşasın" diyen nice Atatürkçü aydını, mahkum olmadıkları halde cezaevinde tutabilecekler...

Ama "dinsiz" saydıkları kim varsa kaçırıp domuz bağı ile öldürüp mahzenlere gömenleri dün gece salıverdiler...

AKP' nin yine bir gecede değiştirdiği yasa ile gerçekleşti bu...

O yasa yılbaşında yürürlüğe girdi ve böyle oldu...

Dün gece vicdan sızladı...

Eğer sızlayan vicdanların sesi duyulsaydı, eminim gökyüzü çığlık çığlığaydı dün gece...

Vurulan duygular, akıl, izan, mantık, ahlak, merhamet... Boşuna kanat çırparak ve çırpınarak yuvarlandılar karanlıkta...

Ve tüm yarasalar uçtu...

Hukuk, hukuksuzluğun ve zulmün kendisi oluverdi...

Birer kör kurşun gibi her şeyi delip geçti. Hukuk adına...

Eğer dinci iktidarın istilasına karşı çağdaşlığın yanında yer almak, insanları domuz bağı ile boğup gömmekten daha büyük bir suç sayılmaya başlanmışsa... Ve infaz aleti hukuk olmuşsa... Taş dayanmaz....

Hala umursamaz, hala aldırmaz, hala sessiz kalacak var mı?

Yine de tüm olanları görmezden gelecek bir millet, taştan beter, topraktan sessiz olabilir mi?

Sızlamamış olabilir misin dün gece ey vicdan?..

Pazar, Ocak 02, 2011

İki Gazete








İki ayrı gazeteden üç ayrı sayfa göreceksiniz. Bunlar 31 Aralık tarihli iki gazete... İlk ikisinin hangi gazeteye ait olduğunu tahmin etmek güç, en azından haberin içeriği ve verilişi açısından güç... Ama, son sayfayı daha görür görmez iktidar yanlısı olduğunu anlamanız ve hatta AKİT olduğunu tahmin etmeniz çok kolay.


İşin ilginç tarafı, koca bir sayfayı Devlet Bakanı Faruk Çelik' in açıklamalarına, diğer bir sayfayı ise Abdullah Gül' ün Diyarbakır gazetesine ayıran ve tamamen tarafsız yayınlayan bu gazete Cumhuriyet.



Yani, Sözcü ile birlikte AKP yönetimine en sert muhalefeti yapan yazarların bulunduğu gazete... Ama adı üzerinde Cumhuriyet bir gazetedir.













Aynı gün tarihli AKİT' e de bakalım;




Tam bir sayfa CHP' ye laf sokma sayfası. Yapılanın adı hadi gazetecilik olsa derim ki; haberi bulmuşlar yayınlıyorlar... Ama dikkat!!! Sayfadaki tüm haber başlıkları sataşma ve iğrençlik kokuyor. Ama zaten bu AKİT, bu adamlar birer militan ve adi karakterliler. Ama ya diğer yandaş ve yalaka basın farklı mı dersiniz. Elbette hayır. Bu adamlar sözde müslüman. Eğer varsa ilahi adalet ben cennette iken bu iftiracı, yalancı, aklı şeyinde, ahlaksız, din tüccari şerefsizle cehennemde yanacaklar. Dedim ya, adalet varsa ...













Bizim Alcatraz - Yılmaz Özdil