Pazartesi, Eylül 30, 2013

Ey Eğitim Bakanı! Bu avanta kimin için? - Mehmet Yılmaz

OYLE bir memlekette yaşıyoruz ki, çok önemli olaylar üzerinde muhalefet partileri bile konuşacak vakit bulamıyor.
Ne diyorsunuz, çok mu iyimser oldu? Vakit mi bulamıyorlar, Erdoğan'ın ortaya attığı yemlerle oyalandıkları için farkına mı varamıyorlar?
Bu öğretim yılında lise son sınıfı yurtdışında herhangi bir okulda okuyan TC vatandaşı öğrenciler, istedikleri üniversitenin, istedikleri bölümüne sınavsız olarak girecekler.

Bitmedi: Bu öğrencilerden üniversite harcı vs. de alınmayacak.

Çocuğu bu yıl liseyi bitirecek olan ebeveynleri uyarıyorum: Dershanelere, özel hocalara para dökmeyin! Çocuğunu yurtdışında ortalama bir üniversiteye yollamayı düşünenler, akıllı olun! OTDÜ, İTÜ, Boğaziçi elinizi uzatsanız tutacağınız mesafede duruyor artık.
Sınav yok, para harcamak yok.

Dünyanın dört bir yanında Türkçe eğitim yapan okullar var, ödeyeceğiniz para da yıllık 700-1000 doları geçmez. Oralarda kalabilecekleri yurtlar da var, aylığı 50 doları bulmaz.

Gönderin çocuğunuzû hemen, geleceğini bugünden garantileyin.

Herkesi uyarma görevimi yerine getirdiğime göre şimdi sorabilirim! Ey Milli Eğitim Bakanı! Bu avanta, kimin ya da kimlerin çocukları için tezgâhlandı? Bu çocukların istedikleri okullara girerek, kontenjanları doldurmaları, sınavı kazanacak başka çocukların haklarının yenmesi anlamına gelmiyor mu? Bu kul hakkı yemek değil mi? Kul hakkının yenmesine aracı olanları öbür dünyada ne bekliyor?

Perşembe, Eylül 26, 2013

Neşet Ertaş, Başbakan'ın detone sesine sığmayacak kadar büyük bir çığlıktır - Emine Ülker Tarhan

Sanki hepimizin fahri akrabası gibiydi o mütevazi adam yanılıyor muyum? Bize aslında bildiğimiz seher vaktinin güzelliğini, evvelle ahirin muazzam ortak paydasını başka kim hatırlatabilir, bu yalınlıkla kim anlatabilirdi ki..

Yazdığı dizelerle hepimizin ruhunu darmadağın eder, koca koca adamları, kadınları “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”le sarıp sarmalayıp hareketsiz bırakırken nasıl da mahçup bir insanoğlu insan.

Küçücükken babasıyla düğünlerde Pir Sultan’dan çaldıklarında yediği yobaz dayakların sebebini de, evvelini de ahirini de unutmamıştı. Yoksulluğun “şu garip halinden bilen, göynünün hep aradığı işveli nazlı” annesini erken alıp götürüşünü, garipliğini, yalnızlığını hiç unutmamıştı.

Ben halkın sanatçısıyım” der, devlet sanatçılığını reddederken, “önemli olan insan ve yüreği” diyen açlığında bile emir almayan, kimseye biat etmeyen, gurbetten döndüğü zaman verdiği ilk konserde izleyenlerden "saygısızlık olmasın ceketimi çıkartabilir miyim?" izni isteyen, bir naif ozandı.

Ve sessizce yaşarken, bu yalan dünyaya unutulmaz tınılar bırakırken, kimse onu sahiplenmemişti. Ama ah siyaset, ah gözün kör olsun. “Bırakalım rahat uyusun” diyemedi yine. Ölümünün gücünü gören o adam yine rahat duramadı. Her şeyin ama her şeyin, AVM'lerin, rezidansların, meydanların, üniversitelerin, spor kulüplerinin hatta tüm konuların sahibi olan o adam, şimdi ona da sahip olmak istiyor.

Onun bir dokunmadığı üstad kalmıştı ki, şimdi Neşet Ertaş’ın da sahibi olmaya çalışıyor. Ferman buyurmuş, Kırşehir’de onun türküsünü söyleyecekmiş. Gönül dağını. Hani “dost elinden gel olmazsa varılmaz, rızasız bahçenin gülü derilmez” diyen Gönül Dağını…

Rızası var mı Neşet Ertaş’ın? Yanıtı biz biliyoruz. Ama Recep Tayyip Erdoğan bilmiyor ki, Neşet Ertaş, onun detone sesine sığmayacak kadar büyük bir halkın çığlığıdır ve sadece Anadolu halkına aittir.


Ahmet Hakan Gerçek Bir Müslüman Değildir - Fatih Yaşlı

"Ahmet Hakan Gerçek Bir Müslüman Değildir" şimdi ben oturup, yazının başlığına uygun bir şekilde, Ahmet Hakan'ın 'gerçek' bir Müslüman olmadığını anlatan bir yazı yazsam ya da herhangi birinin gerçek milliyetçi, muhafazakâr, liberal, Budist vesaire olmadığını anlatan bir yazı yazsam, olur mu?

Olmaz elbette. Niye olmaz, peki?

Kendini sosyalist olarak tarif eden bir insan olarak, kimin gerçek Müslüman ya da liberal, kimin gerçek Hıristiyan ya da muhafazakâr olduğunu söylemeye hakkım yoktur da. ondan! Ayrıca; bir sosyalist olarak, sadece kendisine sosyalist diyen birinin 'sosyalistliğinin gerçek olup olmadığını' tartışabilirim ancak: bir sağcının hakiki sağcı olup olmadığı meselesi üzerine ise bir şey söyleyemem; çünkü bir sosyalist olarak ideal sağcılığın kriterlerini belirleyip, buna uygun davranmayanlara "Siz gerçek sağcı değilsiniz" demem tam bir saçmalık olur.


Oysa Türkiye'de, İslamcısından liberaline, milliyetçisinden muhafazakânna kadar uzanan bir çizgide, her önüne gelen, kendince bir ideal sol, gerçek sol tanımı yapabilmekte ve buna uygun olmadığını düşündüklerinin de solculuğunu sorgulayabilmektedir.
Böylesi bir garabetin son örneğini Ahmet Hakan sergiledi, zaten yazının yazılma sebebi de bu.

Ahmet Hakan, Sol gazetesinin bir haberinden yola çıkarak, Sol'un yaptığı şeye solculuk denemeyeceğini, bunun solculuk adına din düşmanlığı yapmak anlamına geldiğini, hatta buna yobazlık ve gericilik denmesi gerektiğini söyledi, Hürriyet'teki 24 Eylül tarihli yazısında.

Sosyalist olmayan birinin 'Sol Standartları Enstitüsü Müdürü' misyonunu üstlenip, Sol gazetesinin solculuğunu tartışmasının saçmalığı zaten baki ama biz yine de ileri sürülen iddiaları tartışmaya çalışalım.

Neyi haber yapmış gazete? Başbakan Erdoğan'ın "Peygamber efendimiz Tek Önder, Rehber ve hayatı bizim için izdir. Çocuklarımız seçmeli derslerini alırken buna dikkat edelim" açıklamasını. Bunu haber yapmış ve eleştirmiş.

Haksız mı peki? Haksız değil. Değil, çünkü; Başbakan konumundaki biri, hele bir de Erdoğan gibi her konuda son sözü kendisinin söylemesi gerektiğini düşünen biri, böyle bir söz söylediğinde, bu tavsiye anlamına gelmez, dayatma anlamına gelir ve bu hiçbir şekilde kabul edilemez.

Bunun dışında tartışılması gereken esas nokta: ilkokul çağındaki çocukların böylesi derslere maruz bırakılmalandır; pedagojik açıdan ilkokula giden bir çocuğun din içerikli dersler almasının kendisi başlı başına bir sorunken, bir de bunun bir tür dayatmaya dönüştürülmesi. herhangi bir şekilde savunulabilir değildir.

Ve elbette ki, normal hiçbir ülkede, hiçbir başbakan, öğrencilerin din dersi almaları gerektiğini tavsiye dahi edemez; bu, hem laiklik ilkesiyle çelişir hem de bireysel tercihlere müdahale anlamına gelir, çünkü.

Normal bir ülkede, hükümet mensuplarının bir tarikat şeyhine övgüler düzmesi de kolay rastlanır bir şey değildir. Said Nursî övgüsü, bakanlar ya da Ahmet Hakan için doğal olabilir; ancak 'Türkiye Siyasal Islamı'nın kurucu figürlerinden birine yönelik bir övgüyü, 'Siyasal İslam'ı siyaseten hasmı olarak görenlerin eleştirmesi asıl doğal olandır ve asıl bu yapılmazsa "Bunlar gerçekten solcu mu acaba" diye düşünülmesi gerekir.

Özetle, Sol gazetesi yapması gerekeni yapmış, denilmesi gerekeni demiştir. Bunun solculuk olup olmadığını tartışmak ise. Ahmet Hakan'a ya da solcu olmayan birine düşmez; bu, en fazla "sol dine nasıl bakmalı" tarzı sol içi bir tartışmanın parçası olabilir; Ahmet Hakan'ın ise, herhangi bir şekilde bu tartışmanın bir parçası olması mümkün değildir.

Salı, Eylül 24, 2013

Yüzde 42 milli iradenin kaçta kaçıdır - Ertuğrul Özkök

Artık siyaset yazmak hiç içimden gelmiyor.
Emin olun Eyy demokrat arkadaşlar diye başlayan
bu yazı siyasi bir yazı değildir.
Bir kültür yazısıdır...
Derin bir kültür yazısı...

***

Eyy demokrat arkadaşlar...Ey demokrasi ile yetinmeyip, başına bir de “ileri” sıfatını ekleyen en ileri demokrat arkadaşlar...
Eyy ağzından “Milli irade” kavramını düşürmeyen, ona Tanrı katında yerlerden yer beğenmeyen arkadaşlar...
Bir şeyin farkında mısınız.

***

Almanya Şansölyesi Angela Merkel üçüncü defa seçimi kazandı.
Kamuoyu anketleri çuvalladı.
Onu “Sarkozy ile birlikte balık avlamaya göndermeye ant içmiş” Türk siyasetçileri daha da fazla çuvalladı.
Üst üste üçüncü seçimi kazandı.
Aldığı oy yüzde 42...Herkes şaşkın, bir tek ben değilim.
Bekliyordum.

***

Yok ben de şaşkınım...
Hem de fena halde şaşkınım.
Çünkü şu anda dünyanın hiç tartışmasız en güçlü siyasi lideri olan Şansölye, aldığı yüzde 42 oyla, hükümeti tek başına kuramıyor...
Neden, nasıl oluyor...
Hazır mısınız, söyleyeyim mi...
Ama kızmak, bağırmak, çağırmak yok.
Çünkü Angela Merkelin arkasında, onu yüzde 34 oyla bile tek başına iktidara getirebilecek bir “darbe seçim kanunu” yok...

Seçimde yüzde 40 küsur oy alan bir demir leydi neler yapmaz

ÜÇÜNCÜ defa seçim kazanıyor.
Amerika ve Avrupa ekonomik krizde, o, ülkesini hep sakin sularda yüzdürmüş.
Dünyanın önde gelen bütün gazeteleri ve dergileri onu manşetlerine, kapaklarına dünya
lideri olarak taşıyor.
O tam bir demir leydi...
O demokratik bir ülkeyi yönetiyor ve şunları çok iyi biliyor?

BİR DEMİR LEYDİ Yüzde şu kadar küsur oy alsa da, göğsünü yumruklaya yumruklaya “Ben milli iradeyim, ben mutlak gücüm, ben Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiyim” diye böbürlenemez.
BİR DEMİR LEYDİ Yüzde 40 küsur oy alsa da, “Ben şöyle nesil yetiştireceğim, böyle inançlı insanlar imal edeceğim” demez, okullarda hangi seçmeli derslerin seçileceğine zorla karar vermez. Çünkü bilir ki, demokratik ve laik bir ülkede bu yetki lisansını dağıtan ilahi bir güç kaynağı yoktur.
BİR DEMİR LEYDİ Başbakan olabilir, ama tek başına “Ben şuna savaş açarım, bunu bombalarım” diyemez, demez.
BİR DEMİR LEYDİ şunu çok iyi bilir. Yüzde 42 oy alabilir, yüzde 50 küsur oy da alabilir, ülkeyi yönetir, ama istediği, aklına gelen her şeyi yapamaz, kendini bağlayan kurallar, kanunlar vardır.
BİR DEMİR LEYDİ Demir gibi güçlü olabilir. Ama ülkenin yargısına, adaletine talimat vermeyi aklından bile geçiremez.
BİR DEMİR LEYDİ Aleyhine yazan gazetecilere, muhaliflere kızabilir.
Ama onları hapse attırmak, ne aklından geçebilir, ne de gücü yetebilir.
BİR DEMİR LEYDİ Oyların yarısını, daha fazlasını da alabilir. Ama aklından ülkeyi “Onlar, bunlar” diye bölmek geçmez.
Neden.
Çünkü ülkesinde demokrasi sadece sandıktan ve oradan çıkan oydan ibaret değildir.
Bir de demokrasinin kültürü de vardır.
Kuvvetler ayrımı vardır, kanunlar vardır, özgür medya vardır.
Farklı olma hakkı vardır.
O nedenle en demir leydi bile olsa bilir ki...
O ülke, sadece ona oy verenlerden ve onların haklarından ibaret değildir.
Oy vermeyenlerin de onun kadar hakkı ve sözü vardır.
Okullarında seçmeli dersler vardır, ama
o dersleri seçmeme hakkı da vardır.

Cuma, Eylül 13, 2013

Dünyamda Yer Eden Köşe Yazarları

Eğlendiren - Düşündüren - Vay Be Dedirtenler

• Kanal 7 yıllarında üstünde sakil duran kıyafeti, itici gelen sakalları, sakin ses tonuyla dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Şimdi ise, zaman zaman beni kızdıran gereksiz kıyaslamalarının yanı sıra, mümkün olduğunca ve yine gereksiz yere tarafsız olabilmek adına zorlamalı yorumlarıyla her gün okumam gereken yazarlar arasına girdi. Gündemin tam göbeğindeki olayları, konuları, kişileri tüy kadar hafif ama bir o kadar etkileyici bir şekilde yorumluyor ki, okumadan geçemiyorsunuz Ahmet Hakan’ı.
• İlk ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum. Sabah gazetesinde yazıyordu. Sanırım, Türkiye’nin en çok okunan yazarı. Seveni çok, nefret edeni de. Yazdığı kitaplar kapış kapış gidiyor, imza gününde iki kilometre sıra oluyor. Var bir nedeni bu teveccühün. Kabul edin etmeyin, işlediği konunun hakkını veren derin araştırmaları (nadiren küçük kronolojik hatalar olsa da), araştırdığı konuları mizahi bir dille anlatımı, yüze tokat gibi çarpan finalleri, iki satır da yazsa, elli satırda hiç bitmesin hissi veren kurgusu muhteşem. En çok üzüldüğüm, İzmir, Cumhuriyet ve Atatürk aşkını ifade ediş biçiminin “faşist” zihniyet olarak algılanması. Öyle olmadığına eminim. İsmine gerek bile yok….
• Üstad diyorlar kendisine. Kalemini pek korkmadan sallaması sanırım Üstad sıfatını hak etmesinin büyük nedeni. Yılmaz Özdil kadar olmasa da mizahı kullanmayı da bilir, Ahmet Hakan gibi tarafsızlık iddiası olmamasına rağmen her tarafa laf sokabilir. Bunlar da yine ustalık emareleri. Biraz da düşünün dedirten ince dokunuşlar kullanan dili ile kolay okunan cesur adam Bekir Coşkun.

Akil Adamlar

• Hala Milliyet okumamın üç nedeninden biri. Güzel rakı içen Müslümanlardan. Geç keşfettim kendisini. Hele eğitim sisteminin yap boza dönmesi üzerine yazdığı eleştiriler, öneriler ve analizler oturaklı ve uzman edasındaydı. Kimisi muhalif diyebilir ama neye göre, adam nerede aksama görse yazabiliyor. Hem de eğmeden bükmeden, ve en önemlisi kırmadan… Hiçbir topa sert girmedi henüz, her zaman ağır abi oldu. Çok sevdim ben Mehmet Tezkan’ı.
• Milliyet’in bir diğer ağır abisi. Yılların tecrübesi Hasan Pulur’u anlatmaya ne hacet. Okumalı, okutulmalı. Keşke memlekette herkes Hasan Pulur gibi olabilse dedirtiyor. Uzun ömürler olsun ki daha okuyabilelim.
Ahmet Kekeç’in laf sokmaktan bıkmadığı Hürriyet yazarı. Kızıyorum bazen O’na. Hafta sonları yazdığı melankolik denemelerini okuyamıyorum. Her zaman siyaset, sosyolojik sorunlar ve gündeme dair notlarını okumak istiyorum. Bir de gezi notlarını. Mehmet Yakup Yılmaz’dır tam adı. Bu adama kim neden kızar anlam veremiyorum. Her yazdığında o kadar doğru tespitler, o kadar doğru sorular var ki, belki de bunun için kızıyorlar. Az kişi okusun diyorlar. Belki bir “şahin” değil ama, yazdıkları kolay yenilir yutulur cinsten olmuyor çoğu zaman. Her gazeteye lazım
• Nerede okuyacağımı bilemiyorum. Çünkü artık çalıştığı bir gazete yok. Kendi elleriyle, kurucusu olduğu Vatan gazetesinden ayrılmak zorunda kaldı. İktidarın baskısından yılan medyanın yazar kıyımına dayanamayıp bastı istifayı. On parmağında on marifet olan Zülfü Livaneli’yi anlatmak zor. O nedenle, albümlerini alıp dinleyeceksin önce. Memik Oğlan’ı, Dağlara Küstüm Ali’yi, Özgürlük’ü, Ada’yı ve daha nicelerini, dinleyecek, öğrenecek, onunla beraber söyleyeceksin. Sonra, alacaksın Mutluluk’u eline okuyacaksın. Dalacaksın içine romanın. Göreceksin dünyayı. Ülke ve Dünya sorunlarına sanatçı olmanın da avantajı ile çok yukarıdan bakabiliyor. Öngörüleri de isabetli.

Sportmenler

Uğur Meleke’nin en müthiş yanı; futbolcu analizleri. Ayrıca, büyük futbol turnuvalarındaki gözle görünmeyecek denli detayları bulması, derlemesi ve bize çarpıcı rakamlarla sunması da keyif veriyor. Futbol oyun kural ve yerle düzenlemelerine ilişkin eleştiri ve önerileri ise çarpıcı oluyor genelde. Ziya Şengül, Ömer Üründül, Ercan Saatçi gibi ne söylediği anlaşılmayan, ya bana benim bildiğimi anlatan, ya da taraftarlıktan gözleri görmeyenlerin olduğu yerde daha çok Uğur Meleke’ye ihtiyaç var
Mehmet Demirkol, insan olarak da, bir sporsever olarak da müthiş. Tespitler yerinde, teşhisler on numara, tedavi önerileri doktor tadında. Okurken diyorum ki bazen, hangi akıllı teknik direktör bu adamı danışman olarak işe almayı düşünecek. Bence önemli bir husus. Dışarıdan öyle detayları görüyor ve onları o kadar güzel anlatıyor ki spor yazarlığının yüz akı olduğuna işaret ediyor. Sadece spor ile ilgili değil, hayata ve hayata dair konulara da son derece hakim ve yeri geldiğinde sözlerini sakınmıyor. Çok iyi bir kitap okuyucusu olduğuna da eminim.

Ve elbet nefret ettiklerim

Bunlardan çok var ama, hem okuduğum, okurken çıldırdığım tipleri not edeyim dedim
Ahmet Kekeç, Mümtazer Türkone, Nazlı Ilıcak, Engin Ardıç, Hasan Karakaya, Nagehan Alçı

Kıl - Bekir Coşkun

"AKP oyları düştü" diyorlar...
Yüzde 44...
*
Bir ara yine düşmüştü, yüzde 40'a kadar...
Bizim muhalif medya "AKP oyları eriyor" diye haber yaptı...
CHP önde gelenleri o gece restoranda bunu kutladılar ki...
Doğalgaza yüzde 35 zam geldi...
Oyları çıktı 50'ye...
*
Zaman geçti...
Oyları yine düştü 42 civarına...
Editör "İktidarda oy paniği" diye başlık attı...
CHP restorana, kutlamaya...
Uçağımız düştü, yerini bulamadılar o sıra...
Oyları çıktı; 51'e...
*
Bir zaman sonra...
Düştü, yüzde 40...
Ben yazı yazdım "gidiyorlar" diye...
CHP doğru restorana...
Alman mahkemesi "asrın en büyük dolandırıcılık olayı" dediği davayı sonlandırdı... Bunların inançlı saf insanları dolandırdıkları, paraları bavullarla Türkiye'ye taşıdıkları anlaşıldı ve...
Oyları fırladı...
Yüzde 54...
*
Son durum: Yüzde 44 diyorlar...
Genel yayın yönetmeni aradı, "Gidiyorlar yani" dedi...
CHP restoranda...
Ama; çocuğun gemicik sayısının altıyı bulduğu medyada yer aldı, 2 puan oradan artış desen... Benzin beş lirayı geçti, 3 puan da oradan gelsin... Suriye'de rezil olduk dünyaya, hadi 4 puan olsun... Günde bir genç öldürüyorlar, 6 puan kadar daha koy...
*
Ki kürsüden dedi ki: "52 çıktı, 58 olması lazım..." ?
Hadi sen yüzde 44 de...
Yani bunca rezillikten, bunca kepazelikten sonra...
Sadece yüzde 6'nın mı aklı başına geldi?..
*
Kadın bağırdı televizyonda zaten "G.tünün kılıyım" diye...
Daha ne desin?..

Perşembe, Eylül 12, 2013

İlan İşleri

Geçtiğimiz günlerde, yandaş gazetelerde tam sayfa teşekkür ilanı yayınlayan Ulaştırma Bankanlığı'ndan sonra, bugünün gazetlerinde de Sağlık Bakanlığı'nın bir ilanı var. İlan'ın içeriğinden çok, RTE'nin kocaman suratı dikkate çarpıyor. Belli ki yıkama yağlama var. İlanın içerisi de, yapılacak, edilecek, cek, cak, cek, cak...

Yapılsın, aferin...

Konu şu ki, bir bakanlık Başbakan'a teşekkür etmek için gazetelere neden boy boy ilan verir. Teşekkür edilmesi gereken bir durum var ise normali şudur; açarsın telefonu, ya da alırsın randevuyu, ya da beklersin sonraki Bakanlar Kurulu toplantısını edersin teşekkürünü.

Yok, ama derdin yalamak ise, reklam ise, yandaş gazetelere milletin cebinden kaynak aktarmak ise bu iş böyle olmaz. Vereceksin boy boy ilanları... Hem yalakalık yerine getirilmiş olur, hem de beyefendinin reklamı yapılmış olur. Ne de olsa keriz milletin boşa harcanabilecek parası bol. Hesabını soramayacak, bunu düşünemeyecek kadar da mal bir toplumuz. Normal bir ülkede, bu iş deneteleme kurulları tarafından soruşturmaya konu olur, birileri istifa eder...

Ne o, üzerine alınan mı var? Göbeğini kaşıyan adam deyince, bidon kafalı deyince olduğu gibi mal deyince de mi alındın? Vah canım. Aynaya baktığında her sabah, bu gerçeği yüzüne söyleyebilecek bir aklın olsaydı alınmazdın... Soygun düzenine, hesap verilmemesine, adam yerine konulmamaya karşı sözün yok ise, alınma ama malsın.



Çarşamba, Eylül 11, 2013

Bugün De Aynı Yerdeyim - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, hayatının anlatıldığı belgeselde, şiir okuduğu için mahkûm edildiği gün kendisi için “Muhtar bile olamaz” diye yazıldığını, bugün demokrasi diye tutturan benim gibilerin o gün sustuğunu söyledi.
Evet, o mahkûmiyetin hukuki sonucu af ve kanun ile değiştirilmeseydi muhtar bile olamazdı.

Bunun için Deniz Baykal’a da teşekkür etmeli ve kendisine sormalı:
Bugün, iktidar gücü de elindeyken, kendisi hapisteki milletvekilleri için kılını kıpırdatıyor mu?

Biliyorum, başı okumak eylemi ile hoş değil ama mahkûm edildiği gün Radikal’deki yazımın başlığı şöyleydi: “Düşündüğünü ifade etmek herkesin hakkı.
Tarih 22 Nisan 1998.
Yazım şöyle başlıyor:
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi bir toplantıda yaptığı bir konuşma nedeniyle mahkûm edilmesi Türkiye’nin düşünce özgürlüğü bakımından dünyadaki konumunu belirlemesi bakımından önem taşıyor.”
Bugün ne söylüyorsam, o gün de aynı şeyi söylemişim:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri ‘özgür, medeni ve demokratik Batı’nın bir parçası olmak’ konusundaki temel tercihi de, mevcut hukuki durumu tartışmamızı ve değiştirmek için bütün gücümüzü harcamamızı gerektiriyor.
“Türkiye demokratik ve özgür Batı’nın bir parçası olacaksa, düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün her türlü kısıtlamadan uzak olması gerekiyor.
Düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün kısıtlanmasının bütün demokratik ülkelerde tek bir sınırı var: Şiddet.”
Bu satırları da sanki bugünü görmüş gibi yazmışım:
“Türkiye’de yapılan temel yanlışlardan birisi de, ifade özgürlüğünün sınırlarının belirlenmesinde o görüşün sahibinin kim olduğuna bakılmasıdır.
Bu yüzden herkes kendi canı yanınca sesini yükseltiyor, başkası aynı durumdan ceza aldığı zaman olayı görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Recep Tayyip Erdoğan olayında da muhtemelen böyle olacak. Daha önce kendisi için düşünce özgürlüğünün kısıtlanmaması gerektiğini savunan bir kesim susarken, iktidardayken düşünce özgürlüğünün geliştirilmesi için hiçbir çaba harcamayan, hatta statükonun korunması için direnen bir kesim ise feryat edecek.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesi için ilk yapmamız gereken şey işte bu davranış biçimini terk etmektir.
Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü herkes içindir. Bazı görüşleri beğenmesek ve toplumun geleceği için tehlike olarak görsek de bu durum değişmez.
Demokrasi kendi karşıtı olan düşüncelerin ifadesine de aynı saygıyı göstererek büyür, gelişir, topluma kök salar. Demokrasinin korunmasının tek yolu da budur.”
Elbette Başbakan’ın bizlerden özür dilemesini beklemiyorum.
Kendisi için istediği demokrasi ve ifade özgürlüğünün bugün kendisi gibi düşünmeyenler için de
şart olduğunu idrak etsin, bana yeter.

Terbiye Çukurda - Mehmet Yılmaz

GENÇLİK ve Spor Bakanı Suat Kılıç, olimpiyat kentinin seçildiği oylamanın ardından “Kına stokları tükenmiş” diye tweet yazmış.
AKP milletvekili Şamil Tayyar da “İster merdivenleri boyasınlar, ister kıçlarını” diye yazmış.
Bugün memleketin başında olan zihniyetin terbiye seviyesi işte budur.
Bir seviyeden söz edebilmek ne kadar mümkün, orası da ayrı mesele tabii.
Seviye” yine de bir tür yükseklik belirtiyor, az ya da çok!
Karşı karşıya olduğumuz durum ise daha çok bir “çukura” işaret ediyor.
Şeyini şey ettiğimin şeyi” demek bunlarda!
Ananı da al git” demek de.
Meclis Genel Kurulu’nda ana–avrat küfreden de aynı heyetten.
Genel bir seviyesizlik hali.
Merak ediyorum, bunları uluorta söyledikten sonra çocuklarına nasıl terbiye veriyorlar?
Kötü sözler söylemenin iyi bir davranış şekli olmadığını nasıl öğretiyorlar?
Çocuk bu! Yumurtayla terbiye edilmiyor ki!

Suat Kılıç'a dair 5 maddelik bildiri - Ahmet Hakan

-BİR: Yurttaşların büyük bölümü olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını isterken, bir bölümü bunu istemeyebilir. Özgürlükler kapsamındadır... Demokrasilerde yeri vardır... Bu bir.
-İKİ: Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasına karşı çıkmak ile vatan haini olmak arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tıpkı isteyenler gibi karşı çıkanlar da “vatan” için karşı çıkmaktadır ve ellerinde gayet sağlam veriler bulunmaktadır... Bu iki.
-ÜÇ: Olimpiyatların bir ülkeye yarar ve kazanç sağlayacağı konusunda ihtilaf vardır. Bazıları “Bu iş yarar sağlamaz” demektedirler. Yani “Olimpiyat eşittir mutlak kazanç” diye kanıtlanmış, üzerinde anlaşma sağlanmış bir durum yoktur... Bu üç.
-DÖRT: Bir bakanın olaya demokratça yaklaşmamasını, olimpiyatlara karşı çıkan herkesi “vatan haini” olarak görmesini bile bir dereceye kadar anlayabiliriz. Ancak bir bakanın “Kına yaksınlar” pespayeliğine düşmesini anlayabilmemiz mümkün değildir... Bu dört...
-BEŞ: Bakana sorulan, “Neden kına stokları tükendi diye yazdınız?” sorusu, “Neden düzeyi bu denli düşürdünüz?” sorusudur. Bu nedenle soruya “Şöyle oldu, böyle oldu” diye cevap verilmez. “Yaptık bir hata... Kendimizi tutamadık... Keşke yapmayaydık...” falan diye cevap verilir. Bu da beş.

Olimpiyatları Neden Kaybettik - Ahmet Hakan

GEÇEN gün Taksim’den otomobiliyle yola çıkan bir İstanbullu, Mahmutbey Gişeleri’ne iki saat 15 dakikada gidebildi ya...
Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Japonya Başbakanı’nın gururla söylediği, “Biz halkı bir arada barış içinde yaşayan süper bir ülkeyiz” cümlesini, bizim yetkililerimiz gönül rahatlığıyla söyleyemiyorlar ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Biz kazanınca kaybedenin üstüne çıkan, kaybedince kazanana laf sokmaya çalışan bir kültürün çocuklarıyız ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-İstanbul dediğimiz güzelim şehri, boş yer bırakmamacasına inşaata boğduk ve boğmaya devam ediyoruz ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Gün geçtikçe daha çok azar, daha çok demagoji, daha çok retorik, daha çok anlayışsızlık sardı ya dört bir yanımızı... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Olimpiyatlarda oynanan birçok müsabakanın adını bile bilmiyoruz ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-İstediğimiz neticeyi alamayınca anında çirkinleşme potansiyeli taşıyoruz ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Bizde spor denilince akla futbol, futbol denilince de vahşi bir rekabet gelir ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-İstanbul’un aday olduğu bir büyük yarışta en az konuşan kişi İstanbul’un belediye başkanı oldu ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-İktidarımızı destekleyen basın, her olayın ardından halkın bir bölümüne manşetten hakaret etmeye başladı ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Dopingli çıkan sporcularımızın sayısı, dopingsiz çıkan sporcularımızın sayısından daha fazla ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-“Akdeniz’e doğru bir kısrak başı gibi uzanan” coğrafyamız ve bulunmaz Hint kumaşı jeopolitiğimiz, en az 15 sene sürmesi mukadder bir savaşın en uzun sınır komşusudur ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Değerli midir, değersiz midir bilmem ama yalnızlığımız var ya yalnızlığımız... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-En küçük bir nümayiş ihtimali belirdiğinde İstanbul polisinin yarısını nümayişin yapıldığı alana sevk ediyoruz ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.
-Birbirimizi sevmekten uzaklaştık, birbirimize diş biler olduk, kıyasıya cepheleştik, ölümüne düşmanlaştık ya... Biz olimpiyatları işte bundan kaybettik.

Hükümet Olimpiyat'ma Yeri Değildir - Yılmaz Özdil

Bizim spor bakanı “olimpiyatlara adını veren dağ, Antalya’daki Olimpos Dağı’dır, Çıralı’da yanan ateşin tanrısal olduğuna inanılıyor, olimpiyat meşalesini doğduğu topraklara, Anadolu’ya götürmek gerekir” dedi.
Olimpos Dağı, Antalya’da değil, Selanik’te... Olimpiyata adını veren, dağ mağ değil, Yunanistan’daki antik kent Olimpiya... Olimpiyat meşalesinin Çıralı’yla alakası yok, tarihte ilk kez Hollandalılar tarafından 1928 Amsterdam olimpiyatında yakıldı. Olimpiyat meşalesinin elden ele koşturulması geleneği ise, Hitler’in icadı, 1936 Berlin olimpiyatında başladı.

*

Bu bilgisizliğe, değil olimpiyat, kiraz festivali bile vermezler!

*

Bizim başbakan, Mersin Oyunları’nın açılışında “Akdeniz, beyaz deniz, White Sea olarak adlandırılır” dedi. White Sea, Rusya’nın kuzeyinde.

*

Japon başbakanına dedim ki, bu olimpiyattan çekilin dedim, inanıyorum ki kendileri de Tokyo Valisi’ne bu talimatı vereceklerdir” filan... E hani? İstanbul Valisi mi sandın sen onu emmioğlu!

*

Milli takım bayrağı taşıttığın yandaş güreşçi, ırkçılıktan ceza aldı.

*

AKP’li Üsküdar Belediyesi’nin sporcusu diye hava attığın, spor salonuna adını verdiğin olimpiyat şampiyonu, dopingci çıktı, spordan men edildi.

*

Olimpiyat bize verilseydi, İstanbul’da havayi fişek gösterileri yapılacak, sabaha kadar şenlik olacaktı. Sen değil miydin, Mısır için yas ilan eden? Bitti mi matem?

*

Dünyada, gençlerine spor bayramı armağan eden tek lider var, tek devlet var, Mustafa Kemal Türkiyesi... 19 Mayıs’ı yasaklayacaksın, sonra utanmadan, spor ülkesiyim diyeceksin öyle mi?

*

Rize çıkacak, Kasımpaşa çıkacak, Kayseri Belediyespor bile çıkacak, Diyarbakırspor garibanlıktan amatöre düşecek... Sen hâlâ sporda fırsat eşitliği sağladım hikâyesi anlatacaksın.

*

20 senedir olimpiyata talibiz, tesisler hâlâ çizgi film şeklinde... Maketi bile yok. Yapa yapa bi tane olimpiyat stadı yaptın, onu da yanlış yere yaptın. Ağustosta bile anca paltoyla oturabilirsin, devamlı fırtına var. Kaleci degaj yapıyor, öbür kalenin arkasına uçuyor. Cirit fırlat, Bahçeşehir’e kadar gider. Atletizmde rüzgâr limiti var, istersen dünya rekoru kır, meteorolojik limit aşılmışsa, kabul edilmez. Bu statta olimpiyat yapmana izin verilmez. Bundan hiç bahsetmeyeceksin di mi?

*

Bir numaralı kriter, olimpik vatandaş... Bu işin olmazsa olmazıdır. Olimpik vatandaş, spor yapan, spor takip eden, spor için para ödeyen insandır. İstanbul’da anket yapıldı, ahalinin yüzde 38’inin olimpiyat adaylığımızdan haberinin olmadığı ortaya çıktı. 20 senedir adayız, bu arkadaşların hâlâ haberi yok. Sence, kime oy vermiştir bu “bilinçli” yüzde 38?

*

Kızlara ayrı, erkeklere ayrı havuz yapacaksın. Spor bakanlığının gençlik kamplarını harem-selamlık ayırdın. Parktaki banklara kızlı-erkekli oturulmasına bile gıcık oluyorsun. Olimpiyat köyü’nde laik mi olacaksın?

*

Avrupa’da sokağa çık, bu ülkede ne kadar çok engelli var dersin. Türkiye’de sokağa çık, bu ülkede hiç engelli yok dersin. Engelli vatandaşlarımızı belediye otobüsüne bile bindirmeyi başaramıyorsun birader... Paralimpik senin neyine?

*

Altın madalya kazananlara toki’den ev vermeyi vaat ettin, olmadı... Usain Bolt’a avanta kömür vermeyi de düşünüyor musun?

*

Sloganımız neydi?
Bridge together.
Fatih Köprüsü’nü kim yaptı?
Japonlar.
Marmaray’ı kim yapıyor?
Japonlar.

*

Güya “iki kıtayı birleştiren ülkeyiz” diyorsun... İki kıtayı, hem denizin altından hem denizin üstünden anca Japonlar sayesinde birleştiriyorsun.

*

Sen önce köprü yapmayı becer...
Bridge together’ı sonra düşünürüz!

Hacı kim derviş nerede? - Mehmet Yılmaz

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, CHP heyetinin Mısır ziyareti için şu yorumu yaptı: "Hacı hacıyla Mekke'de buluşur, dervişler tekkede buluşurlar. Öyle anlaşılıyor ki darbeciler de Kahire'de buluşuyor." Bu siyasi kadronun ilginç işleyen bir kafa yapısı var.
Söyleyecekleri sözlerin nereye gideceğini hiç düşünmeden konuşuyorlar, eğer sonradan başları o sözlerle derde girerse de "Amacımı aştım" deyip sıyrılıyorlar.
Ama bu söz pek öyle amacını aşmış gibi de görünmüyor.
Hacının hacıyla Mekke'de buluştuğunu, dervişlerin de tekkede buluştuklarını en iyi onlar bilebilir çünkü.
Ama hafıza ile ilgili de bir sorun olduğu su götürmez. Kim bilir belki hafızaları güçlüdür de, milletin hafızasız olduğunu düşünüyorlardır.
Böyle olmasaydı, öyle konuşmazdı çünkü.
Uluslararası Ceza Mahkemesi nin hakkında soykırım ve insanlık suçlarından yakalama kararı verdiği Sudan Devlet Başkanı Beşir ile dünya yüzünde en çok buluşanlar onlar çünkü.
Adam yakalanma korkusuyla hiçbir yere gidemiyor ama Ankara'yı komşu kapısı yaptı.
Bu durumda El Beşir ile Erdoğan, hacı mı oluyorlar, derviş mi?
Eskiden adı Esad olan şimdinin Esed'i, eskiden de acımasız bir diktatördü, ülkesini demir bir eldivenle yönetiyordu.
O devirde, batı dünyası Esad'ı "haydut" kabul ederken, en yakın dostları da bizim AKP'lilerdi.
Saraylarda beraber yenen yemekleri, özel uçaklarla davetiye götürmeleri, ortak bakanlar kurulu toplamaları hafızalarımızda taptaze! Bu durumda kim hacı, kim derviş?
Kaddafi'yi filan saymıyorum. "Ödül alacağım" diye çadırına koşturdukları günlerin üzerinden ne kadar geçti ki?
Yani diyeceğim şu ki, bu hacı ve derviş benzetmesinin ucu daha çok yukarılara dokunuyor!

Pazartesi, Eylül 09, 2013

Eğilim - Mehmet Yılmaz

Giderek 'bir eğilim' olmaktan çıkıyor Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eleştiriye tahammülsüzlüğünün medyadaki sonuçlarını birer birer almaya devam ediyoruz.

Geçtiğimiz hafta Vatan yazan Mustafa Mutlu da bu nedenle işini kaybeden yazarlar arasına katıldı. Bakalım devr-i iktidarında kaç yazar kellesi almış olacak?

Kolay kolay kırılamayacak bir rekora imza atacak gibi görünüyor.
Tabii bu tahammülsüzlük sonuçlarını sadece medyada vermiyor.
Kim ki Başbakan'ı ve icraatlarını eleştiriyor, bir şekilde suyu kaynamaya başlıyor.

Başbakan'ın sorunu, yapılan her eleştiriyi kendisine yapılmış bir hakaret olarak algılamak.
Tuhaf bir ruh durumu bu ve içinde bir kelime hakaret olmayan eleştirileri bile "Bana hakaret ettiler" diye karşılıyor.

En son Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu'nun, adli yıl açılış törenindeki konuşmasına taktı.
Prof. Dr. Feyzioğlu'nun konuşmasının içeriğine katılın ya da katılmayın ince ince tarasanız bile o konuşmada bir tek kelime hakaret sözcüğü bulabilmek mümkün değil.

Bana inanmayan Barolar Birliği'nin sitesinden bunu bulup, kendi gözleriyle de görebilirler.

Ama Başbakan şöyle diyor: "Yargıtay Kanunu'nda orada baro başkanı da konuşur diye bir madde yok.
Neymiş, teamülmüş. Yok öyle. Hakkı yok. Orada gözümüzün içine baka baka bize hakaret ediyor. Bir dahaki adli yıl açılışında bunlar konuşursa gitmeyeceğim."


Çünkü eleştiriye tahammülü yok, eleştiriyi kendisine yapılmış bir hakaret olarak algılıyor.

Seneye göreceksiniz ki Barolar Birliği başkanı, adli yıl açılışında konuşturulmayacak.

Zaten Adalet Bakanı da kanunu değiştirip. Barolar Birliği başkanına gününü göstermekten söz ediyor.
Ve sonra bu beylerin yönetim biçiminin demokratik olduğuna inanmamızı bekliyorlar. diktatoryal eğilimlerden söz edince sinirleniyorlar.

Ben uyarmış olayım: Böyle devam ederseniz durum sadece bir "eğilim" olmaktan çıkacak!

Devlete Türban Çağrısı - Ayşenur Arslan

AKP 11 yıldır iktidarda. 11 yıldır türban sorunu gündemde tutuluyor. Yeri geldiğinde, gerektiğinde yara kaşınıyor. Kitleleri "iç düşmanlara" karşı harekete geçirebilmek için masallar anlatılıyor. Pireler deve, yalanlar gerçek oluyor.
ODTÜ'deki "türbanlılara saldın haberi" gibi! Düşünün, ortaya bir "haber" atılıyor.
Yankısı, iktidardan ve hatta Çankaya'dan geliyor. Ben ya da "olağan şüpheli" herhangi bir gazeteci / yazar söylese inandıncı olmayabilir. Ahmet Hakan yazdı: "ODTÜ'de başı açık bir genç kız, başörtülü bir kıza 'buradan gidin, sizi burada istemiyoruz' diyordu. Görüntülerde bu vardı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar... Hepsi bu tepkinin "başörtüsü"ne yönelik olduğunu sandı. Ben de öyle sandım. Olayı böyle yorumladım.
Oysa olayın başörtüsüyle bir ilgisi yoktu.
Başörtülüye tepki gösteren başı açık kız öğrenci, şunu diyordu: 'Burada stant açıp ODTÜ'ye kayıt yaptıran öğrencileri cemaat yurtlarını seçmeleri için ikna etmeye çalışıyorsunuz. Bunu yapamazsınız. Sizi istemiyoruz'. Yani mesele başörtüsü değil, 'cemaat yurtlarına kayıt yaptırma çabası' idi.
"

KABATAŞ VAKASI NE OLDU!

Olayı ben de merak edip araştırmıştım. Ankara'dan aradığım birkaç deneyimli gazeteci aynı şeyi anlatmıştı: Mesele türbanla ilgili değil.. Zaten saldın da yok, karşılıklı atışma var.
Peki, ben öğreniyorum.. Ahmet Hakan öğreniyor.. Cumhurbaşkanı öğrenemiyor, işin iç yüzünü anlayamıyor mu?
Başbakan, ilgili ilgisiz bakanlar bilmiyor mu? Yoksa işlerine öyle mi geliyor! Hatırlayın, Gezi olaylan sırasında Kabataş'ta türbanlı bir kadın "70-100 kadar üzeri çıplak deri eldivenli erkeğin saldınsına" uğramıştı. Böyle inanılmaz aynntılar, insanın vicdanını kanatacak kadar çirkin sahneler anlatılıyordu. Konu bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu.
Başbakan Erdoğan, anlatılanın gerçekliğine "kefil" oldu. Hatta "elimizde görüntüler var" dedi.
Sonuç? Anlaşıldı ki, ortada ne görüntü var ne de herhangi bir fotoğraf karesi.
Dahası soruşturma bile açılmamıştı.

BİR TESADÜF... İKİ TESADÜF...

Daha sonra bir saldırı haberi de Eskişehir-Ankara tren seferinden geldi! Bu kez saldıran Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ve yanındakilerdi! Feyzioğlu ve yanındakiler, türbanlı bir kadına hakaret etmiş, üzerine yürümüştü falan! Sonuç? Anlaşıldı ki, türbanlı kadının "saldırdılar" dediği üç kişiden biri trende bile değildi. Bilet almış ama binmemişti.
Birkaç gün sonra iddia tedavülden kaldırıldı. Bilet alıp da trene binmeyen kişiyi o kadın neden hikayesine katmıştı?
Adını ve o trende olacağı bilgisini kim vermişti? Bu sorular da rafa kalktı.
Üç ay içinde üç vakadan söz ediyorum. Birincisi tesadüftür, ikincisinin tesadüf olma ihtimali vardır. Ya üçüncüsü?

GERİLİM HEPİMİZİ YAKAR

Cumhurbaşkanı Gül ve emrindeki Devlet Denetleme Kurulu, kabirden Ozal'ın naaşım çıkartacak kadar güçlü.
Aynı gücü, hatta fazlasını bu konuda göstermeli. Zira, toplumdaki kutuplaşma, bir de başörtüsü üzerinden arttınlmamalı. Gerilim bu kadar tırmandırılmamak.
Dönüp de memleketin haline bir bakın lütfen. Her konuda aynştı kitleler.
Aynştınldı. Bir başbakan "kininize sahip çıkın" derse, zaten başka nasıl bir sonuç beklenir ki! Unutmayın. Bu "evde" birlikte yaşıyoruz. Bir yangın sadece BİZÎ etkilemez.
Hepimizi yakar.
Bu yüzden harekete geçin. Türbanlılara saldın masallannı açıklığa kavuşturun. Belki, Ahmet Hakan gibi yapıp, "yanlış biliyormuşum, yanlış yorumlamışım, özür dilerim" diyemezsiniz.. Ama hiç değilse, lisan-ı münasip ile durumu izah eder ve bir dahaki sefere dikkatli olursunuz.
Merak ediyorum; Başkomutanlar sadece ülkelerinin içine sokulduğu savaş hallerine mi bakarlar! Yoksa, ülkenin banşı da onlan ilgilendirir mi!

Cumartesi, Eylül 07, 2013

Laikliği Hafife Almayın - Ege Cansen

İSLAMİST (İslamcı) kelimesini, ilk defa ABD'nin Japon asıllı siyaset bilimcisi Profesör Francis Fukuyama'ın İstanbul'da verdiği bir konferansta kendinden duymuştum. İslamcılık, İslam'ı sadece bir din olarak kabul etmekle yetinmeyip, onu siyasetin ideolojisi haline getirmektir.
LAİKLİK VEYA LAİSİSTLİK

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar din eğitimi de almış Osmanlı Paşalarıdır.
Onların hazırladığı 10 Nisan 1924 tarihli ilk anayasada "Devletin Dini İslâm'dır" yazar.
Bu ifade 1928'de metinden çıkarılmıştır.
Laikliğin Anayasaya girişi ise 1937'de olmuştur.
Yani laiklik, damdan düşmemiştir. Ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine erişmesinin İslamcılıkla mümkün olamayacağına kanaat getirildikçe laiklik öne çıkmıştır. Laik, Yunanca "laos"tan gelir.
Laos, asker, din adamı, toprak ağası veya tüccar olmayan sıradan en sade vatandaş demektir.
Bu tanıma tam tamına uyan Arapça kelime ise "ümmi"dir. Ümmi de, anasından doğduğu gibi olan, yani hiçbir imtiyazı olmayan halktan biri demektir. Laiki halen Yunancada halk anlamında kullanılmaktadır. Laik kelimesi bize Fransa'dan gelmiştir. Günümüzdeki anlamı "Kiliseyle, camiyle, havrayla kısaca dinle ilgisi olmayan" demektir. Laiklik, özet olarak "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" önermesine inanmaktır.
"Referansım İslâm'dır" manifestosunun tam tersidir.
LAİKLİK, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ÇİMENTOSUDUR

Büyük Türk milletini teşkil eden, ancak ebeveynleri farklı etnik kökenlerden gelenleri, "Yurtta Barış" içinde birlikte yaşatacak kaynaştırıcı ilke, laikliktir.
Bunu bilhassa kimlik mücadelesi veren Kürtlerin ve Alevilerin benimsemesi gerekir. Laiklik, demokrasinin de olmazsa olmaz şarttır.

TÜRKİYE İLE BATI ARASINDA ORTAK PAYDA DA LAİKLİKTİR

Batı ülkelerinde din, Fransız Devrimi nden sonra her geçen gün daha fazla siyaset dışına çıkarılmıştır. Kültür olarak Batı, esasta Hıristiyan biraz da Musevi'dir. Adı Hıristiyan Demokrat olan siyasi partilerde din, temel referans değildir. Batılılar genelde Hıristiyan, Çinliler, Hintliler ve Japonlar Budist, biz ise Müslüman olduğumuza göre "din" Dünya ile ortak paydamız olamaz. Ama laiklik olur.

Laik Türkiye, "Dünyada Barış"a daha çok katkı yapar. T.C.'yi kuranlar, bunun için de laiklik ilkesini benimsemiştir. Laiklikten vazgeçmek, barıştan vazgeçmektir. İç siyasette İslamcı olunduğu için, dış siyaset de buna uyumlu olarak değişmiş ve herkesle papaz olunmuştur.

SON SÖZ: Yurtta İslamcı, dünyada laik olunmaz.

Olimpiyat - Yılmaz Özdil

Ezan okunuyor.
Rihanna söylüyor.
Olimpiyat tanıtım filmimiz bu.
Televizyonlarda yayınlanıyor.
İnternette var, izleyin lütfen...
Kızlı-erkekli dolaşıyorlar.
Kızlı-erkekli parkta oynuyorlar.
Kızlı-erkekli müze geziyorlar.
Kızlı-erkekli alışveriş yapıyorlar.
Kızlı-erkekli çay içiyorlar.
Kızlı-erkekli Boğaz kenarındalar...
Kızlı-erkekli tekneye biniyorlar Dalgalı, düz, kıvırcık.
Hepsinin saçı açık.
Tekneye binen kız, mini etekli.
Sanırsın, Los Angeles'tır.
Siyah Amerikalı bile var.
Nerde türbanlılar kardeşim?
Yok mu İstanbul'da hiç türbanlı?
Neden koymadınız tanıtım filmine?
Benim başörtülü bacım, benim başörtülü bacım diye oy toplamayı biliyorsun... Utanmıyor musun başörtülü bacını saklamaya?
Başörtüsünden mi utanıyorsun yoksa?
Kızlı-erkekli bankta oturmayı hoş karşılamam diyeceksin...
Memleketi dünyaya tanıtmak için çapulculara sarılacaksın, öyle mi?
Başörtülü bacım üniversiteye giremiyor, başörtülü bacım TBMM ye giremiyor diye mağdur ayaklarına yatacaksın...
Kendi ellerinle hazırladığın tanıtım filmine, başörtülü bacını sokmayacaksın, öyle mi?
Ayıp mıdır türbanlıları göstermek?
Yoksa, bu senin yaptığın mı ayıptır?
Ayrıca...
Ezan okunurken konserlerin sesini kısmayana dinsiz diyeceksin... Sonra da, ezan a Rihanna'yla vokal yaptıracaksın...
Müezzin midir Rihanna?
İçinde "rakı" geçiyor diye Vardar Ovası'nı yasaklayacaksın.
İçinde "ecstasy" geçen Rihanna şarkısıyla Türkiye'yi tanıtacaksın öyle mi?
2020'yi verirler mi bilmem ama, "takiye olimpiyatı" yapsalar, banko bunlar alır.

Eylül - Bekir Coşkun

Dün 6 Eylül'dü...
Bugün 7 Eylül...
6-7 Eylül günleri, ulusal tarihimiz için de bizim ailemiz için de, hatırlandığında gözlerin daldığı, nefeslerin daraldığı, dudakların ısırıldığı günler...
*
Demokrat Parti iktidardaydı...
Devletin "radyo ajansı" o gün 13.00 haberlerinde "Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalandığını" duyurdu...
Akşam saatlerinde Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin evlerine ve işyerlerine saldırılar başladı...
Mağazaların vitrinleri kırılıyor, kumaşlar yollara saçılıyor, kasalar yağmalanıyor, evlere girilerek değerli ne varsa talan ediliyordu...
Caddeler yerlerde uçuşan kumaşlardan geçilmez olmuştu...
Azınlıklar panik içinde sağa sola koşuştururken, öldürülenler ve yaralananlar vardı...
Kiliseler, mezarlıklar dahi talan ediliyordu...
*
Beyoğlu'nda bir binanın ikinci katında Andree'nin babası mimar olarak çizim yaparken kapıyı kırarak içeri girenler tarafından arkadaşlarıyla camdan aşağı atıldı...
Kırılan ve sakat kalan eli yüzünden mimarlık hayatı bitmişti...
Sonraki yıllarda çocuklarını alarak Ankara'ya taşındı, elçilikte çalıştığı günlerde bizim kader çizgilerimiz kesişmişti...
Her şeye rağmen Türkiye'yi deli gibi seven, asla toz kondurmayan o yakışıklı adamı biraz utanç, biraz gıpta ile izlerdim...
*
Sonradan...
"Atatürk'ün evinin Rumlar tarafından bombalandığının" yalan olduğu ortaya çıktı...
Demokrat Parti ekonomide sıkışmıştı...
Dış politikası çökmüş, içeride itibar kalmamış, gitme korkusu sarmıştı yönetimi... Toplumdaki tepkiler ise giderek artıyordu...
Olayları bahane ederek başta Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi muhalifler olmak üzere, susturmak istediklerini "6-7 Eylül olaylarının sorumlusu" diye tutukladılar...
Suçlananlar arasında olaylardan çok önce ölmüş dört rahmetli de vardı...
*
Neyi çağrıştırdı sizde?..
Aynen...
*
Hiç değişmiyorsun kanlı el...
Patlayan bombaların, kirli oyunların, yalan tezgâhların, eli palalı yandaşların, sana hâlâ inanan ve peşine takılan gelişmemiş yığınların ile yine oradasın...
Her eylül başı bizler utanırız...
Sen utanma...

Cuma, Eylül 06, 2013

ODTÜ ve Faşizm Üzerine

5 Eylül 2013 Perşembe gününün en ilginç haberlerinden birisi “ODTÜ’de başörtülü kızlara saldırı ve taciz” idi... Gün içerisinde fırsatım olmadığı için eve gidene kadar twitter üzerinden takip ettiğim kadarıyla, ODTÜ’ye girmek isteyen başörtülü kızlara bir grup saldırı ve tacizde bulunmuş ve içeri almamış. Bu tür haberleri seven Yeni Şafak’ın müthiş köşe yazarı Özlem Albayrak arka arkaya twit atarak olayı kınamış, özgürlük(?) ve demokrasiye (???) atıfta bulunmuş.
Eve gidip ilgili videoyu açtığımda ise ortaya gördüğüm manzara, iki başörtülü kadın ve bir adamın bulunduğu yere, ellerinde “ODTÜ’de Cemaat Var” yazılı kartonlar taşıyan birkaç kadın geliyor ve “ODTÜ’de cemaat istemediklerini” dile getiriyorlar. Hatta bir ara, başörtülüler ve protestocu kadınlar aralarında konuyu tartışıyorlar, bazen gülüyorlar sonra tekrar tartışıyorlar. Ama tartışmanın iki tarafında da bağırış, hakaret ve fiziksel temas olmuyor. Güvenlik çağırılıyor, başörtülü kadınlar olayı polise aktarılacağını, özgürlüklerinin kısıtlandığını söyleyerek bölgeden ayrılıyorlar.

1- Ortada fiziksel bir saldırı, taciz ve hakaret söz konusu değil. Beğenmediği bir fikri protesto eden kişiler var… Suç unsuru var mı? Bence hayır

2- Başörtülü kadınlar özgürlük mücadelesinin bayrağı yapıldılar bu ülkede. Ancak, ODTÜ’de o an bulunmalarının sebebi, özgürlük mücadelesi veya öğrencilik faaliyetleri değil, misyonerlikti.

3- Misyonerlik, hangi din adına yapılırsa yapılsın izin verilmemesi gereken bir faaliyettir.

4- Başörtülülerin yapmaya çalıştığı şey, 1991 yılında ODTÜ’ye kayda gittiğimde benim de başıma gelmişti. Okulun yurtlarında yer bulamayan, Anadolu’dan gelmiş gençler ve aileleri, ücretsiz ev ve huzurlu yuva vaadiyle cemaat evlerine davet edilmektedir. Söz konusu evler, talep ettikleri ÖZGÜRLÜKle hiç bağdaşmayan bir sosyal ortama sahiptir. Dolayısıyla, bu özgürlük savaşçıların evlerinde namaz kılan, kuran okuyan bulabilirsiniz ama içki içen veya kız/erkek arkadaşını eve getiren, aşkını fiziksel olarak gösterebilen birilerini göremezsiniz. Ama benim yaşadığım evde söz konusu durum var idi. Ama neyse, ben faşistim yine de…

Gelelim Faşizm tarafına.

Bir insan faşist olabilir. Muhafazakar, liberal, ateist olabileceği gibi. Bir insandan, sadece dini, rengi, yaşam tarzı veya etnik kökeni yüzünden nefret etenlere biz genelde faşist deriz. Mesela ben de faşistlerden nefret ederim. Hırsız, dolandırıcı, tecavüzcü, sorumsuz araç kullanan, havaya silah sıkan, silah taşıyan kim olursa olsun, rengine, dinine, yaşam tarzına ve etnik kökenine bakmaksınız nefret ettiğim gibi. Eeee, ben de faşist miyim?

Konuları tartışırken, ne yazık ki büyük resmi görmemekte direniyoruz. Aynen, büyükşehirde yaşayan, üniversiteye giden genç kızların saçlarını inançları uğruna kapatmalarının anlamı ve arkasındaki direncin tartışılmadığı gibi.