Perşembe, Mayıs 30, 2013

Bravo - Kubilay Gündüz

Bay Ahmet Kekeç,

Vallahi Bravo. Oncelikle muthis bir komedyen oldugunuz icin, sonrasinda ise tam olarak sahibine gore davranan sadik bir yandas oldugunuz icin bravo.

Yalniz kaldiginizda, soyle bir "hayatimda yaptiklarimla gurur duyuyor muyum" diye bir muhasebe yaptiginizda (yapiyor musunuz), hala huzulu hissediyorsaniz kendinizi, bu kez saglam midenize bravo.

Mehmet Yilmaz'a soylediklerinizi savunmak benim isim degil ve yapmayacagim. Ama tam bir gorev elemani olarak yuzunuz kizarmadan, konulari carpitmayi basarabilmeniz ve nezaketi geregi muhtemelen anladiginiz dilden size yanit vermeyecek bir muhataba araliksiz cakmaniz benim midemi bulandiriyor.

Peki, bundan sikayetci miyim? Elbette hayir, sizi ve sizin gibileri her gun zevkle okuyorum. Okuyorum ki; size, AKP'ye, din tuccarlarina, yalakalara, liboslara, emperyalistlere olan nefretim katlansin...

Sevgi ve saygilarimla yazmak isterdim ama size sevgim zaten yok, saygiyi da siz hak etmiyorsunuz.

Ayranı Fazla Çekince - Bekir Coşkun

Senin "ayyaş" dediğin insanlar, at sırtında üzerine oturduğun cumhuriyeti kurdular...


Sen ayık kafa ile otuz saniye duramadın ya atın üzerinde...

*

Sen ayran iç...

Bizim liderlerimiz rakı içerdi... "Yalan" sözcüğünü devlete sokmadılar... Özleri, sözleri doğruydu... Bir tek dediklerinin tersini yapmamış, bir tek gün sözlerinden dönmemişlerdi...

"Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir" sözünü sen söylemiş olsaydın var ya...

Zikzak, strateji ortağı, danışma, beysbol sopası derken... Bakmışsın ordu Polatlı'dan dönmüş geliyor...

*

Söyledikleri her söz tarih kitaplarına geçti "ayyaş"ların... Birçok ülkenin duvarlarına yazdılar vecizelerini... Çinli çocuklar hâlâ onların sözlerini ders kitaplarından okur...

Sen ayran iç... Ayranla bu kadar söylenir ancak: "Men dakka dukka..."

*

Müslümanlar son asırlardaki tek şanlı zaferini "kıyak kafa" ile kazandılar, her biri kurşun altında... Kantin subayı değildi "ayyaşlar"... Oğulları askerlikten tüymedi...

*

Rakı içtiler... Yaşamlarında kin yoktu... Ne nefret... Ne intikam...

Onun için Çanakkale'de savaştıkları Anzak askerlerinin ailelerine "Müsterih olun, onlar artık bizim çocuklarımız" demişti...

Avustralya'da o sözleri anıtlarına yazdılar...

Kendi şehit çocuklarına saygın yok... Dedin zaten: "Kelle..."

*

Bu topraklarda yaşayanlardan tek millet yarattılar onlar kıyak kafayla; Türk'ten, Kürt'ten, Lazdan, Tatardan, Abazadan, Boşnaktan, Çeçenden, Çerkezden, Süryaniden, Zazadan...

Ayranı fazla çekince demek ki... Dağıttın... Paramparça vatan...

*

Sen ayran iç... Ne kadar koyun, ne kadar inek... O kadar ayran...

Pazartesi, Mayıs 27, 2013

Sınav Vakti - Mehmet Yılmaz

İSLAMCI faşizmin ahlak bekçileri geçen gün Ankara'da metro istasyonunda vatandaşları "ahlak kurallarına uygun hareket etmeye" çağırmıştı.


Bunun üzerine Ankara'da bir protesto eylemi düzenlendi ve beklendiği gibi İslamcı faşistlerin paramiliter güçleri (henüz bir üniformaları yok) ellerinde palalarla protestoculara saldırdılar, dövdüler, yaraladılar.

Bu marifetlerinden sonra da hepsi taksilere doluşup, olay yerini terk etti.

Şimdi bu meseleyi bugünden itibaren dikkatle izleyin, bakalım içlerinden yakalanıp, yargı karşısına çıkarılan olacak mı?

Biliyorsunuz, polisimiz bu konularda çok usta.

Daha önce bu tür bütün olaylarda suçluları başarıyla yakalayabildi.

MOBESE kameralarının kayıtlarını dikkatlice izleyip, saldırganların kimliği belirlenebiliyor ve sonra polis gidip onları eliyle koymuş gibi bulabiliyor.

Bakalım bu olayın eli palalı saldırganları da yakalanabilecek mi?

Yoksa onlar da üst makamlarının korumasında oldukları için tıpkı KPSS sorularını çalıp dağıtan çete gibi elini kolunu sallayarak dolaşmaya devam edecek mi?

Erdoğan'ın paramiliter rejim muhafızları - Mehmet Yılmaz

BİREYSEL özgürlüklerin, toplumun saadeti ve refahını sağlamak gerekçesiyle devlet eliyle ortadan kaldırıldığı ya da sınırlandığı rejimlere totaliter rejimler deniliyor.


İlk kez Mussolini kullanmış bu kavramı, İtalyan halkının geleceğini kurtarmak için yeni bir toplum inşa edeceklerini anlatırken! Bu rejimlerin en belirgin özelliği liderin tek güç olmasıdır.

Her şeyi o bilir, her şeyi yapma hakkını da kendinde görür, kimseye hesap vermek, açıklama yapmak zorunda da değildir.

Onun gözüne girenler siyasette, iş hayatında, üniversitelerde vs. yükselirler.

Her iş onun ağzına bakar, onun bir işaretiyle kararlar değişir, hukuku tek başına o temsil eder.

İslamcı faşizmin, totaliter İslam'ın en belirleyici özelliklerinden biri de kafayı vatandaşlarının ne yiyip, ne içtiğine takmasıdır.

Günümüzde bu rejimlerin dünyanın değişik yerlerinde örnekleri var, bir tanesinin de Türkiye'de tesis edilmesine çalışılıyor.

Bunun bir adımı da geçenlerde atıldı, şimdilik önemsiz görünüyor, uygulanmasında sorunlar olacağı en başından belli ama her adım, bir sonraki adımın hazırlayıcısıdır, bunu akılda tutmak gerek.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, içki yasakları ile ilgili kanun değişikliklerini ve gece yarısı baskınıyla yapılan değişiklikleri savunurken şöyle diyor:

"Affedersiniz ufacık çocukların şaribül leyli ven nehar olmasını istemiyoruz. Yani gece-gündüz içen, gece-gündüz böyle sekr halinde kafa kıyak dolaşan, böyle bir nesil istemiyoruz. Uyanık olacak, diri olacak, bilgiyle mücehhez olacak, böyle bir nesil istiyoruz.  Bunun adımlarını atıyoruz".

Başbakan'ın içki içenler için argo sözler kullanması elbette kendi terbiye seviyesi ile ilgili ve ne yazık ki artık bunu düzeltmek için çok geç. İyi bir gençlik yetiştirmek istiyor ama dilinden argo sözler düşmüyor, ne diyeyim bilemedim, bunu geçelim.

Başbakan daha önce de devlet eliyle genç nesiller yetiştirme hevesinden söz etmişti. Bu zaten totaliter bir rejimin olmaz ise olmazı sayılır.

Onun için bu meseleyi tartışırken "Türkiye'de bir alkolizm sorunu yok ki" diye izahata girişmek anlamsız.

Kafalarını taktıkları mesele ülkemiz insanlarının ya da gençlerinin alkol sorunu değil.

Dertleri toplumu yeniden dizayn etmek, toplum mühendisliği yapmak. Kafalarındaki islamcı hayat tarzını, gerekirse faşizan yöntemleri de hiç ihmal etmeden dayatmak. Başka hayat biçimlerine bu toplumda yer olmadığının mesajını vermek, herkesin kendine çekidüzen vermesini sağlamak.

Dertleri budur, alkolizm filan bahanedir.

Biliyorsunuz, 10 bin kişilik "polis olmayan ama polis gibi silah taşıyabilecek" bir paramiliter ordu da kuruyorlar.

Bunlar şimdilik üniversitelerdeki kafalarına göre aykırı buldukları çocukları dövmekle işe başlayacaklar, sonra elbette başka görevleri de olur.

Böyle rejimler her zaman "rejim muhafızlarına" ihtiyaç duyarlar, bu 10 bin kişilik paramiliter ordu da Erdoğan'ın rejim muhafızlarının çekirdeği olacak belli ki.

Cuma, Mayıs 24, 2013

Aman ha Kaçması - Yılmaz Özdil

Baki Yiğit.


İstanbul'da bankayı, sinagogları, konsolosluğu havaya uçurup, 57 kişinin ölümüne, 700 kişinin yaralanmasına sebep olduğu gerekçesiyle müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.

Suriye'de Esad'a karşı savaşırken öldürüldü. E nasıl olur diye bakılınca... Sayın devletimizin, güya müebbete çarptırılan bu arkadaşı 2010 senesinde serbest bıraktığı, yurtdışına çıkış yasağı bile koymadığı anlaşıldı.

Nasır E.

Reyhanlı'da 51 kişinin canına mal olan bombalamanın bir numaralı şüphelisi olarak aranan bu arkadaşın, Türkiye'den Suriye'ye Suriye'den Türkiye'ye bir senede 400 defa geçtiği... Birader hayrola, iki ülke arasında dolmuş mu işletiyorsun diye sorulmadığı... Allah muhafaza, eli silahlı köktendinciler rencide olmasın diye, folofoş haline getirilen sınır kapımıza güvenlik kamerası bile konulmadığı ortaya çıktı.

Mehmet Haşimoğlu.

Albaydı.

Madalyalı.

Tutuklandı.

Safrakesesinden ameliyat oldu. "Kaçma şüphesi var" diye, derhal cezaevine geri götürüldü. Komaya girdi. Komplikasyon oluşmuş, iltihap sarmıştı.

Rapor al, heyet görsün, inceleyelim falan derken...

Tekrar hastaneye gittiğinde bilinci kapalıydı. Solunum cihazına bağladılar. Gene ameliyat. Öldü. Ve dün iddianamesi açıklandı...

Hakkında "takipsizlik" kararı verilmiş! Aferin.

Hep işte böyle geberene kadar takip edin bu Atatürkçü teröristleri...

Ki, maazallah kaçmasınlar.

Perşembe, Mayıs 23, 2013

Siyasi sorumluluk ahlaki sorumluluktur - Mehmet Yılmaz

GÜMRÜK ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Türkiye-Suriye sınınndaki Yayladağı Gümrük Kapısı'nın geçici olarak kapatıldığını açıkladı.

Bakanlık, "son günlerde" Hatay Valiliği ile istişarelerde bulunmuş, "muhtemel güvenlik sıkıntılarını önleyebilecek altyapı sistemleri bulunmadığı" fark edilince de sınır kapısı kapatılmış.

İngilizler gibi "gece yemeğinden sonra günaydın" demek gerekiyor sanınm! Bugüne kadar işleri neymiş, bunu neden Reyhanlı'da bombalar insanlarımızın canını almadan önce fark edememişler onu da açıklasalardı iyi olurdu.

Ortaya çıkıyor ki ne Hatay Valiliği işini yapıp zamanında Gümrük Bakanlığı'nı uyarmış, ne de Gümrük Bakanlığı işini yapıp "Bu sınır kapısı güvenlik sorunu yaratır, bu işler yatışana kadar kapatalım" demeyi akıl edebilmiş.

Reyhanlı'daki bombalamalar, MİT-Emniyet hesaplaşmasına da alet edildi ve sanki bütün sorumlular bazı polislermiş gibi bir hava yaratıldı.

Ama görüyoruz ki kimse işini doğru düzgün yapmamış! Medeni ülkelerde bunun siyasi sorumluluğunu üstlenip istifa edecek ahlaki sorumluluğu gösterecek bakanlar, valiler çıkar.

Bizde ise böyle bir şey olmaz, herkes koltuğu ısıtmaya devam eder!

12 Eylülden günümüze Türkiye aynı ülke! - Mehmet Yılmaz

MEHMET Baransu, Taraf gazetesindeki köşesinde aşağıdaki cümleyi yazalı bir buçuk yıla yakın zaman geçti: "AK Partili bir ismin 2004 yılında İsviçre'ye neden gittiğini, gelirken yanında bulunan valizde kaç milyon dolar olduğunu, bu paranın Türkiye'ye neden getirildiğini de doğrusu merak ediyorum." Savcılıklar bu iddiayı ciddiye almadı, nasıl ciddiye alsınlar ki, önlerindeki örnek Deniz Feneri soruşturmasını yürüten üç savcının başına gelenlerdir.


Görevden alındılar, az kalsın hapishaneye de tıkılacaklardı! MASAK deseniz zaten hükümete bağlı bir kurum, hükümetten bir işaret gelmeden böyle bir iddianın üzerine gidemezdi.

Hatırlar mısınız bilemiyorum, 12 Eylül'ün en şiddetli günlerinde ABD'de Lockheed Skandalı patlak vermişti.

Lockheed şirketinin askeri uçaklarını satabilmek için dünyanın dört bir yanında rüşvet dağıttığı ortaya çıkmıştı. Rüşvet dağıtanlar ABD'de, rüşveti yiyenler de kendi ülkelerinde yargılandılar, hapis cezalarına çarptırıldılar.

Dünya yüzünde bir tek ülkede Lockheed rüşvet skandali soruşturulamadı: Türkiye 12 Eylül'ün güçlü isimlerinin bu işe bulaştığı iddia ediliyordu ama Türkiye öyle bir dönemden geçiyordu ki hiçbir savcı bu dosyanın kapağını açmaya cesaret edemedi.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile Başbakan adına kavga eden AP Sosyalist Grup Başkanı Swoboda'nın kansının da yönetici olarak sorumlu olduğu Siemens rüşvet skandali da tıpkı Lockheed gibi dünya yüzünde bir tek bu ülkede soruşturulamadı.

Bir bakanın, rüşvet dağıtmak için Türkiye'ye gelen firma yetkilisiyle yemek yediğini Münih Savcılığı tespit etti ama hiçbir savcı cesaret edip de "Şu dosyayı bana da yollayıverin, ben de burada bakayım, kimler rüşvet yemiş" diyemedi.

12 Eylül dönemiyle, bu dönem, bu açıdan ne kadar da çok birbirine benziyor! Her dönemin bir baş hırsızı var, kim olduğunu herkes biliyor, "damda gezip, miyav diyor" ama kimse ona dokunamıyor.

Çarşamba, Mayıs 22, 2013

Rüşvetçi ile buluşan bakan kimdi? - Mehmet Yılmaz

BU olay Türkiye'nin gündemine girdiğinde 2008 yılının ağustos ayındaydık.


Önce Metin Münir, Milliyet'teki köşesinde bu konuyu kamuoyunun dikkatine sundu. Ardından ona ben de katıldım. Metin Münir bununla ilgili bir yazı dizisi de yayımladı, ben de sanınm 10 a yakın yazı yazdım.

Bir sonuç alamadık, Metin Münir'in köşesinin elinden alınmasının dışında tabii! Önce olayı hatırlayalım: Siemens isimli Alman şirketinin dünyanın değişik ülkelerinde rüşvet dağıttığına ilişkin Almanya'da sürdürülen soruşturmada ortaya çok çarpıcı bir gerçek çıkmıştı.

Siemens, Türkiye'de de bazıları askeri olmak üzere kamu ihalelerine girmişti ve bu ihalelerde de rüşvet dağıtıldığı ileri sürülüyordu.

Siemens'in rüşvet ağının Türkiye ayağını Tonio Arcaini isimli bir İtalyan iş takipçisi yönetiyordu.

Arcaini, önemli bir ihale öncesinde Siemens Telekom Mali İşler Müdürü Michael Kutschenreuter ile bir Türk bakan arasında bir yemek organize etmişti.

Özel uçakla gelip dönen Mali İşler Müdürü, Almanya'daki rüşvet soruşturmasında verdiği ifadede iddiaları doğruluyor ve Siemens yöneticilerinin Türkiye'de gördükleri işbirliğinden memnun olduklarını söylüyordu! Siemens eski finans direktörünün 7 Aralık 2006 tarihinde Münih Savcılığı'na verdiği ifadeye göre Türkiye'de bir ihale almak için rüşvet verilmesi üst yönetimde kararlaştırılmıştı.

Türkiye'de askeri bir ihale söz konusuydu ve Kutschenreuter konuyla ilgili olarak İtalyan iş takipçisi aracılığıyla bir bakan ile de görüşüldüğünü söylüyordu.

Siemens, Amerikan Adalet Bakanlığı ile hakkında açılan davanın düşürülmesi için anlaşmış ve bunun için ABD'de 800 milyon dolar ceza ödemeyi kabul etmişti.

ABD Borsa Denetleme Kuruluşu, Siemens'in dünya çapında 4 bin 283 olayda toplam 1 milyar 400 milyon dolar rüşvet dağıttığını iddia ediyordu.

Şirket, Almanya'da sürmekte olan davada da rüşvet dağıttığı için 400 milyon Euro para cezasına çarptırılmıştı.

Olayı soruşturan Alman savcı, Türkiye isterse dava dosyasının ilgili bölümünün gönderilebileceğini de belirtmişti.

Böyle bir istek gelmedi tabii! Biliyorsunuz Türkiye'de bütün bu hırsızlıkları planlayan, koordine eden ve yakalanması riski ortaya çıkınca savcılan bile değiştirebilen bir "güç" var. Hani Deniz Feneri eski savcısının "damda gezer, miyav der" diye tanımladığı baş hırsız! Neyse, konumuz bu değil, bunu daha sonra tekrar hatırlatırım.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında söylediği sözler için kavga eden AP Sosyalist Grup Başkanı Swoboda'nın karısı, bu rüşvetçi şirketin üst yöneticilerinden biriymiş! Bunu Milliyet'te Mehmet Tezkan'ın yazısından öğrendim. CHP'nin bu konuda Başbakan aleyhine verdiği gensoru nedeniyle karısının afişe olmasından çekinen Swoboda meğerse Kılıçdaroğlu'na diş biliyormuş! Dünya ne kadar küçük! Bu da bir tür "kelebek etkisi" olmalı! Burada bir rüşvet soruşturması istiyorsun, çığlığı atan bir Brüksel sakini olabiliyor! Swoboda Bey'e buradan teşekkürlerimizi iletelim, bütün dünyada (Yunanistan dahil) Siemens rüşvetleri soruşturulurken, bir tek Türkiye'de üstünün örtüldüğünü bize bir kez daha hatırlatmış oldu.

Bu memlekette.. - Nihat Sırdar

Hatay'da "Senin evinin bahçesinde cinlerin koruduğu 12 küp altın var. Onları çıkarıp temizlememiz için Suriye'den özel bir madde getiriyoruz. Gramı 3 bin 500 dolar" diye kafalanan, bu maddeden (ki sonra naftalin olduğu anlaşılmış o maddenin) 1 kilo kadar alan, "Cinleri kovmamız için nefesi güçlü hoca getirmemiz lazım. En az 200 bin dolar alır ama kesin kovar" denince o parayı da veren iş adamı var bu memlekette...

Suriye deıı gelen hoca üst katta cinlerle kavga ettikten sonra aşağı kata gelip ölmüş bu arada.

Olen hocayı 2 ay sonra Porsche Panamera yla sokakta görünce bizim işadamı, olay patlamış.

Yaııi 200 biıı dolara cinlerle kavga edip onları kovan ve ardından ölen, sonra dirilip kendine Panamera alan hoca var bu memlekette...

"Ben Türkiye'ye gelmeyi çok istiyorum. Ama yol paranı yok. Bana bilet parası gönder, geleyim, birlikte gezelim" isteğine inanarak muhabbet kurduğunu sandığı Bulgar kızına daha sonra "Tam gelecektim annem hastalandı. Özel hastaneye yatırdım. 5 bin dolar yollar mısın?" diye ayrıca para yollayan, bununla yetinmeyip dalıa yüklü bir parayı bankadan yatırmak isterken kendisini uyaran ve dolandırıldığmı söyleyen bankacıya, sivil polise ve hatta savcıya manınayıp parayı yollayan adam var bu memlekette...

Menekşe den kiraladığı sandalla Marmara ya açılıp, dalgaların sallamasına rağmen elindeki lazeri Atatürk Havalimanına inişe geçen ve saatte 250 km hızla ilerleyen uçağın kokpit penceresine denk getirip pilotun gözünü bozan adam var bu memlekette...

Rize'de balıklar yumurtlasın, dalış eğitimi yapılabilsin diye eski bir donıanma gemisini batırmak üzere satın alıp batırılacak mevkiyi belirleyen, sonra burada tören hazırlıkları yapan, ardından fırtınalı denize rağmen motorsuz gemiyi çekerek tören alanına getirmeye çalışırken asıl batması gereken yerden 3 km uzakta "yanlışlıkla" batırmayı başaran, ardından "Doğal batma oldu" diye açıklama yapan "yetkili" adamlar var bu memlekette...

"Şu duvarı yıkayım. Evin büyüteyim daha ferah olsun" diye düşünüp balyozla bu işi yapmaya üşenen, "Dinamitle bir seferde patlatırım, uğraşmaya gerek kalmaz" diye bütün mahalleyi havaya uçuran adam var bu memlekette...

"Reyhanlı saldırısıyla bağlantınız olduğunu tespit ettik. Ama sizi bu soruşturmadan kurtarabiliriz. Bankadaki bütün paranızı çekip tarif edeceğimiz parka götürün, arka taraftaki bankın altına bırakın" yalanına ve buna benzer akla hayale gelmeyecek telefon görüşmelerindeki yalanlara inanan dekan, hakim, doktor, profesör, il başkam, belediye başkanı var bu memlekette...

Ve sen hâlâ soruyorsun "3 yılda 666 kaduı nasıl öldü, seçimlerde nasıl böyle oy çıkıyor, madem ekonomi iyi niye bu kadar borcumuz var, 53 kişi ölmüş niye hiç tepki yok?" diye...

Salı, Mayıs 21, 2013

Eyvallah Amirim - Can Dündar

Ne finaldi ama! "Amirim", kimliğiyle rozetini, kendisine işten el çektiren badem bıyıklı savcının yaka cebine sıkıştırdı.


İki kere vurduğu kalçasını göstererek, "Bu bende" dedi.

Sonra ekibiyle buluştu; eski bir teypte Neşet, "Haydar Haydar "ı söylerken o ince belli çay bardağına rakı doldurttu.

"Unutmak kelimesi 'un dan çıkmış" dedi: "Birini bir bütün olarak unutamazmışsın.

Unufak etmek, gözünü, kaşını, sesini yavaş yavaş silmek gerekiyormuş ki unutasın. Ben unutmak istiyorum, ama unutmak istedikçe her şeyi yeniden hatırlıyorum.

Unutamıyorum." Sonra durdu.

"Rakı koy" dedi.

96 haftalık serüveninin son sözü bu oldu.

Rakısını örtmeye buz yetmedi.

"İçme artık, kaldıracaklar yayından...

Süleyman gibi nedamet getir, Hürrem gibi secde et. Küfretme, idare et" diyenlere inat, bol bip'li bir küfür sallayıp fondipledi.

Ve kırmızı vosvosuna atlayıp gitti.

*

Baskıya yenilmiş televizyonumuzun son kahramanıydı.

En sevdiğimiz, belki de tek sevdiğimiz "aynasız'dı.

Ankaralıydı. Küfürbazdı. Yenikti.

Alkolikti.

Bir romandan çıkıp gelmişti.

Hayatına giren tüm kadınları kaybetmişti.

İçine atmaktan içi şişmişti.

Daraldıkça meyhaneye kaçıp Neşet'le içmişti.

Muhalifti.

"Derin devlet"e, polisteki cemaate, haksız adalete kafa tutmuş, her daim ezilenin yanında durmuştu.

Hem kendisinin hem kanalının başını belaya soktuğu halde "ıslah olmamış", "bip"leye bipleye sövmüş, mozaiklene mozaiklene kafa çekmişti.

Kendisini yaratan Emrah Serbes ile senaristi Ercan Mehmet Erdem'in dediği gibi, herkesin boyun eğdiği dönemde, "Kimseye eyvallah demeden geldi, eyvallah demeden gitti." Belki de o yüzden, gidişi bu kadar canımızı acıttı.

Yaratıcıları, şimdi onunla buluşmamız için yeni bir yol deneyecek: Dizinin son bölümünü Kızılay'da kurulan dev barkovizyonda bir arada izleyen seyirciden aldıkları cesaretle her ay bir bölüm çekip Behzat'ı küçük salonlarda gösterecekler.

Sinemada ne kadar özgür olunabileceğini test edecekler.

Bir benzerini Onur Ünlü, harikulade son filmi "Sen Aydınlatırsın Geceyi ' için deniyor. Dağıtımcılara vermediği filmini kent kent gezdiriyor.

Tarihe geçecek bir kavşaktayız.

İktidarın, sansürün, baskının, piyasanın, reklamın kıskacında sanat, çıkış anyor.

Alternatif mecralar bulma sırası, çok yakında Devlet Tiyatrosu, operası, balesi sanatçılarına geliyor.

Erdal Beşikçioğlu'na ve Behzat Ç.

ekibine bize, dik durmanın yollannı ve televizyonun hudutlarını gösterdikleri için teşekkür ediyoruz.

Şimdi korkaklara arkamızı dönerken kalçaya iki şaplak atıp "Bu bende" demenin ve kırmızı vosvosun peşine takılıp "eyvallah'sız laf edilebilecek yeni yollar keşfetmenin zamanıdır.

BRÜKSEL KRİZİNİN PERDE ARKASI - Mehmet Tezkan

Adına; Kılıçdaroğlu Swoboda çekişmesi mi dersiniz.. Atışması mı, restleşmesi mi.. Ne derseniz deyin ama bi gariplik olduğu belliydi.. Saçma sapan bi durumdu..

Bir ülkenin ana muhalefet partisi lideri, kendi ülkesinin başbakanı hakkında birtakım sözler sarf ediyor..

Ağır diyelim..

Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı lafını geri al diye tepki gösteriyor..

Acayip değil mi? Sanki sözün muhatabı!.. Bu acayip durum nedeniyle biraz bekledim.. İşin içinde bit yeniği vardı.. Vardı da neydi?

*

Krizin veya skandalin üzerine atlayan çok oldu.. Yine CHP'yi dövmeye kalktı diyecekler ama vallahi billahi dayanamadık, baksanıza Sosyalist Gnıp Başkanı bile dayanamamış mealinde çok yazı okudum..

Hatta Swoboda makarna kömür almadığı için yandaş olmadığına göre CHP kendine çeki düzen versin diyen de çıktı..

Swoboda'nın CHP karşıtlığı kömür kadar basit, makarna kadar hafif değilmiş.. Arada koskoca Siemens varmış..

Nasıl mı varmış?

Şöyle.. Siemens'in bazı ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de rüşvet dağıtarak iş yaptığı ortaya çıkmıştı..

Siemens yalanlamadı..

Kabul etti..

Üzerine gidilmediği için rüşveti kim verdi kim aldı ortaya çıkmadı.. Çıkmadı ama Siemens suçunu kabul edip tazminat bile ödedi..

Bize değil tabii..

ABD'ye...  Şöyle.. ABD'de ve Almanya'da açılan soruşturmalar nedeniyle uzlaşmaya gitti.. 1.3 milyar dolar ceza ödedi..

Yunanistan bile tazminat aldı..

*

O tarihte Türkiye'deki rüşvet meselesinin üzerine giden kişi Kılıçdaroğlu'ydu..

Tamam da Swoboda'nın bu işle ne ilgisi var diyeceksiniz?

CHP'nin iddiasına göre; eşi, Türkiye'nin de dahil olduğu bölgenin sorumlu yönetim kurulu üyesiymiş..

Husumet buradan kaynaklanıyormuş..

*

Swoboda bu konuda da yazılı açıklama yapar herhalde!.

Faşist yasaklar demokrat ikna eder - Mehmet Yılmaz

AŞIRI alkol tüketimi ile mücadele etmek, toplumu aşın alkol tüketiminin yaratacağı sakıncalardan korumak kuşkusuz ki devletlerin görevleri arasındadır.


Bunu nasıl yaptığınız, rejiminizin temel karakterini ortaya koyar.

Eğer ana çizginiz faşizme eğilimliyse tümüyle yasaklamak, belli koşullarda yasaklamak, satışı zorlaştırmak gibi yöntemler kullanırsınız.

Bireysel haklara değer veren demokrat karakterli bir rejimde ise bu kimsenin aklına gelmez.

Devlet bu rolünü eğitimle yerine getirmeye çalışır.

Demet Cengiz in dün Hürriyet'te yayımlanan haberi, alkollü içki reklamının yasak olduğu ülkeleri sıralıyordu.

Buyurun liste bugün de burada: Bhutan, Bengaldeş, Mısır, Ürdün, Nepal, Pakistan, Suudi Arabistan, Vietnam, Yemen.

"Demokratik dünyada" ise yasaklamak yerine, düzenlemek söz konusu.

Temel saik alkolün aşırı tüketiminin önüne geçmek, çocuklan ve gençleri hedef kitle olmaktan çıkarmak, alkolün zararlı etkileri konusunda da uyarıcı olmak! Sadece buna bakarak "AKP türü ileri demokrasinin" aslında bir tür İslami faşizm olduğunu söyleyebiliriz.

Daha önce de yazmıştım, Federal Almanya'da Sağlık Bakanlığı böyle bir kampanya yürütüyor, gençlik dergileri ve televizyonlar ile ortaklaşa! "Sıfır alkol" başlıklı kampanyada alkolle mücadele elçileri (sporcular, sanatçılar, şarkıcılar, film-TV oyuncuları gibi) gençleri alkole karşı uyarıyorlar. Sokakta, konserlerde, plajlarda, havuzlarda, spor sahalannda vs. gençlerle sohbet toplantıları düzenliyorlar. Bu etkinliklerde çekilen video ve fotoğraflar bununla ilgili internet sitesinde de yayımlanıyor ve 360 derece yayıncılık ile etkinlikler canlı tutuluyor.

Gençlere alkol olmadan da eğlenilebileceği anlatılıyor.

Bizimkiler böyle bir kampanyayı akıl edemiyorlar tabii, çünkü akılları fikirleri yasakçılıkta.

Kafalarındaki İslami hayat tarzını ancak faşizan.

AKP'nin getirdiği kanun tasansı alkollü içecek reklam ve tanıtımlarını yasaklamanın yanında, satışını zorlaştıran hükümler de içeriyor.


İçkili lokantalann içinin dışarıdan görünmemesi için "tesettüre" sokulması, lokantalann açık alanlarında içki satışının yasaklanması, yeni içki ruhsatlannı verme yetkisinin valiliklere bırakılması gibi bir sürü kısıtlayıcı önlem.

İtirazlar üzerine AKP'li komisyon başkanı da diyor ki "Turistik tesisler ile ilgili olarak bazı düzenlemeleri değiştireceğiz ! Yasaklara itiraz edenlerin bir bölümü de aynı havada: Turistik memlekette böyle yasaklar olur mu?

Neden kimsenin aklına bu ülkede yaşayanlar gelmiyor, bilemedim.

Ne yani, Türkiye turistik bir ülke olmasa bu yasakları sineye mi çekeceğiz, normal mi karşılayacağız?

Hayır kardeşim, burada Türkler de yaşıyor ve bütün medeni ülkelerde insanlar nasıl yaşıyorsa öyle yaşamak hakkına sahibiz! Devletin aşın alkol tüketimi ile mücadelesini herkes destekler, yeter ki bu yasakçı faşist bir anlayışın ürünü olmasın, demokrasilerde olduğu gibi eğitim ile yapılsın.

Belli ki İslamcı faşistler Türkiye'yi de alkollü içkilerin sadece otellerde satıldığı bir tür Dubai yapma peşindeler.

Çarşamba, Mayıs 15, 2013

Hayat Tarzına Toplu Müdahale - Mehmet Tezkan

İktidarın artık karar vermesi gerekiyor.. Türkiye nasıl bir ülke olacak.. Batı standardı mı olacak, Doğu standardı mı?

Bir yandan ülkemize daha fazla turist gelsin diyoruz, İstanbul dünyanın sayılı merkezlerinden biri olsun diyoruz.. Öte yandan içki veren lokantalan tesettüre sokmaya çalışıyoruz.. İçki veren yerleri yok etmek için acayip yasa teklifleri veriyoruz..

İçki içilen yer dışarıdan görünmeyecekmiş.. Dışarıda masa olmayacakmış..

O zaman olimpiyata da talip olma.. O zaman turistlere de kusura bakmayın de.. Ya o ya öbürü..

Erzurum örneği ortada.. Üniversite kış oyunları için şahane tesisler yapıldı.. Sonra..

Ne gelen var ne giden.. Çünkü kentte oturulacak mekan yok!.. Yasa teklifi bütün kentleri o hale sokmak istiyor..

Dört duvar arasına sokmak istiyor..

Tek tip yapmak!..

*

Yeri gelmişken sorayım..

Hani yaşamlara müdahale edilmiyordu.. Bir zamanlar televizyonlara çıkanlar kimin yaşamına müdahale edildi diye soruyordu..

Bir tek örnek gösterin diyorlardı..

Doğru, her bireyin tek tek yaşamına müdahale edilmiyor..

Topluca edilmeye çalışılıyor..

Şam'ar Oğlanı - Yılmaz Özdil

Henüz Fantomumuz Suriye tarafından vurulmamış, pilotlarımız şehit edilmemişken... Topraklarımıza havan topu düşmemiş, üçü çocuk beş insanımız hayatını kaybetmemişken...


Sınınmız folofoş olmamış, memlekete resmi olarak 400 bin, gayriresmi olarak 700 bin Suriyeli yerleşmemişken...

Afganistan'dan Libya'dan köktendinci militanlar Hatay'a taşınmamışken...

Cilvegözü gümrük kapısında bomba yüklü araç patlamamış, 17 kişi ölmemişken... Akçakale gümrük kapısından zorla girmeye çalışan Suriyeliler takır takır ateş açıp polisimizi şehit etmemişken... MİT'in komple bütçesi bile 850 milyon lirayken, Başbakanımızın bir senelik örtülü ödenek harcaması 900 milyon liraya ulaşmamışken... Reyhanlı havaya uçmamış, çoluk çocuk en az 51 kişi ölmemişken... "Ben önce hayırlısıyla Obama'ya gideyim, sonra bi ara Reyhanlı'ya uğrarım" denmemişken... Aralık 2011'de.

Hani şu van münüts'teki moderatör vardı ya, Davos'ta başbakanımızın fırça kaydığı Amerikalı gazeteci David Ignatius... İşte o arkadaş, Washington Post'taki köşesinde şunları yazmıştı.

"Arap Baharı'nı yönlendirmek için geri planda kalmayı tercih eden Amerikan yönetimi, bu işe en uygun kişi olarak Tayyip Erdoğan'ı seçti. Çünkü, İslamcı partilerde saygın bir yere sahip..Beyaz Saray yönetimi, Başkan Obama'nın ilk yurtdışı gezisi için Ankara'yı düşünürken, bunları hesapladı. Obama ve Erdoğan, Mısır, Libya, Suriye ve İran'da çok sıkı işbirliği yürütüyor. Sadece bu sene 13 defa görüştüler."

Peki "kardeşim Esad" derken, niye aniden "kötü adam Esed" ilan ettik?

Washington Post'un yazarı. Beyaz Saray tutanaklanna dayanarak, bu sorunun cevabını da veriyordu...

"Bir zamanlar Esad'ın en yakın müttefiki olan Erdoğan, şimdi en keskin düşmanı... Erdoğan'da sıkça görüldüğü gibi, bu da kişisel... Çünkü, Obama bastırıyor, Suriye meselesinde Türkiye devreye giriyor. Erdoğan, aralarındaki dostluğa güvenerek Esad'ı 72 saatte ikna edebileceğini söylüyor. Esad, reformları yapacağı konusunda söz veriyor. Ancak, sözünü tutmuyor. Türk Başbakanı mahcup durumda kalıyor. Öfkeleniyor. Bu öfke hâlâ devam ediyor. Türkiye'yi katı bir tavır izlemeye itiyor."

Allah'tan "ileri demokrasimiz"de yayın yasağı var da... Buralarda böyle saçma sapan yazılar yazılmıyor.

Mayın Tarlası - Bekir Coşkun

Sincan...

Tren istasyonunda karşılaştılar... Genç olan K, öbürüne "Bir lira ver" dedi... Adam "Vermem" diye reddetti...

*

Peşini bırakmadı bir lira isteyen... Ceketinden tutup çekmeye başladı... Tartıştılar...

"Bir lira ver" diyen ile "Vermem" diyen kavgaya tutuştular...

*

Cumhuriyet'in Ankara ilavesinde yayımlanan habere göre, geçen nisan ayında polis, tren raylarının yanında yanmış bir erkek cesedi buldu...

Üzerine kâğıt, inşaat tahtaları konularak yakılmıştı...

İyi çalıştı polis... K yakalandı... Suçunu itiraf etti; "Bir lira istedim vermedi, ben de bıçaklayarak öldürdüm, sonra üzerine kâğıt, tahta koyup yaktım" dedi...

K, daha önce de planlayarak adam öldürmüş, yakın zamanda çıkarılan "denetimli serbestlik yasası" ile salınmıştı...

Çıktıktan kısa bir süre sonra yapmıştı bunu... Bu kadar...

*

Teröre, bombalara, silahlara gerek yoktur...

Mayın tarlasıdır bu ülke...

Evinizin kapısından çıktıktan sonra, her an bir mayına basabilirsiniz... Sokakta, köşe başında, durakta, metroda, kaldırımda, bir vitrine bakarken, maçta...

Ben yazıp da siz okuyuncaya kadar Reyhanlı'da ölenlerin sayısı kadar insan ülkenin dört bir yanında mayına basacak...

Günde ortalama 50 kişi, çeşitli nedenlerle boşu boşuna ölecek...

*

Sağlıksız ve eğitimsiz bir toplumun, kendisine benzeyen güvensiz ve kanunsuz devlet düzenindeki yaşamıdır bu...

Dört bir yan mayın tarlasıdır...

*

Bir lira vermediği için canından olan yaşlı adam, her gün mayına basan 50 kişiden birisiydi sadece... Onu bulduklarında... Cebinden üç lira çıktı...

Salı, Mayıs 14, 2013

Neye Sansür - Can Dündar

23 Nisan'da Başbakan‘ın koltuğuna oturduğunda duygusallaşıp gözyaşına boğulan küçük Nermin İrem‘in ilk talimatını hatırlıyor musunuz?


Gazeteciler, ağladığım görüntüleri yayımlamasın.”

O koltuğun bir defosu mudur nedir, oturanın ilk aklına gelen, istemediği görüntülere yayın yasağı koymak oluyor.

Aradan 3 hafta geçti, “zirve”, talimatı revize etti:

Gazeteciler, Reyhanlı görüntülerini yayımlamasın.”

***

RTÜK, “Görüntüler delilleri ele veriyor“ gerekçeli mahkeme kararıyla her türlü sesli-görüntülü yayınlar ile internet bilgilerini yasakladı.

Mesela yasak nedeniyle Türk basınında göremediğimiz bir “delil“ şu:

BBC, saldırı haberini verirken, bir süre önce çektiği bir görüntüyü yayınladı.

Görüntüde, Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye sınırları içindeki bomba üretim tesisi vardı.

Habere göre “Sınırın Türkiye tarafında laboratuvar ekipmanlarıyla üretilen el yapımı bombalar, sınırın öbür tarafına getirilerek resmi binaları havaya uçurmakta kullanılıyor”du.

Hatta muhalifler, bombaların etki gücünü sergilemek için BBC kameralarına bir patlatma gösterisi de yapmıştı.

Bombanın patlaması sonucu bina ağır tahribata uğramış, onlarca metre genişliğinde bir alan sarsılmıştı.

Reyhanlı’da olana ne kadar benziyor değil mi?

Neyse ki “yayın yasağı“ var da bu görüntüler Türk basınına ulaşmıyor, kimse bunu tartışmıyor.

***

“Olay yeri görüntüleri, soruşturmanın gizliliğine zarar veriyor“muş.

“Kamuoyunun psikolojisi olumsuz etkileniyor“muş.

Daha bir ay önce Boston’da benzer bir saldırı oldu.

Hepimiz cep telefonu, güvenlik kamerası görüntülerini, olay yerini, yaralıları, ailelerini izlemedik mi?

Yayın yasağı koymak, orada kimsenin aklına geldi mi?

Yasağın asıl hedefi, kamuoyunun “Kim soktu bizi bu batağa“ tepkisi olmasın sakın?

Reyhanlı sokaklarından yükselen “Ne için öldü bu insanlar“ sorusu, sansürle örtbas edilebilir mi?

Suriye sınırının saldırı üssüne dönüştürüldüğü mü gizlenmek isteniyor; saldırı öncesi bomba yüklü minibüslere dair istihbarat uyarısının dikkate alınmadığı mı?

Yoksa Hükümet’in, “Esat birkaç ayda gidecek“ zannı üzerine kurduğu Suriye politikasının çöktüğünün ve Ankara’nın gün be gün batağa saplandığının söylenmesi mi engellenmeye çalışılıyor?

Daha geçen yaz, Washington’daki düşünce kuruluşlarının “Türkiye’de bombalar patlarsa Ankara, Suriye’ye müdahaleye mecbur kalır“ planı yaptığını hatırlatsak, yayın yasağını ihlal etmiş olur muyuz? (Hatırlamak için:

http://gundem.milliyet.com.tr/bizimle-oynuyorlar/gundem/gundemyazardetay/25.08.2012/1585903/default.htm

***

Yayın yasağı, sadece yasaklananın daha hızlı yayılmasına yol açar.

“Bizden ne gizliyorlar” kuşkusu yayılır.

Tevatür, kulaktan kulağa büyür.

Yalan ürer. Muamma ürkütür.

Kendine, politikalarına güvenen bir devlet adamına yaraşan, Meclis’te veya televizyonda muhaliflerinin karşısına çıkıp eleştirileri cevaplamak, yaptığını savunmaktır.

“Çocuk gibi“, aleyhine olabilecek yayınları sansürlemek değil

Derbi

Sözde, Dünyanın en büyük 5 derbisinden biriymiş.

Birinci olsan ne olur... 19 yaşında bir çocuk öldükten, öldürüldükten sonra birinci olsan ne olur.

13 değil, 33 yıl başkanlık yapsan ne olur... Dışarıda milleti birbirine bıçaklatacak kadar düşmanlaştırdıktan sonra, Avrupa Şampiyonu olsan ne olur...

Ölmeyi, ölümü, çocuğunu kaybetmeyi bilmeyenler, dünya kulübü taraftarı olsa ne olur...

Her zaman dediğim gibi, böyle başaaa, böyle tarak..

Yasa geçirmeyi bilen ama yasaları uygulamayı bilmeyen insanlanların yönettiği, adaletin sadece fikir suçlularına ağrılaştırılmış olarak işlediği, seçenlerin ise koyun gibi güdülebildiği bir ülkede normal.

Yazık... Otoriteden hayır yok, bari Aziz Yıldırım, Ünal Aysal bir araya gelsinler... Dostça konuşsunlar, ve biz çok hatalar yaptık, hiç bir polemik bir can'ı geri getirmez, keşke yenilseydik, şampiyon olmasaydık ama Burak Yıldırım yaşasaydı desinler...

Bomba - Bekir Coşkun

Tam Türkiye'de terör bitti derken... Sen git Suriye'deki terörü Türkiye'ye getir...
*

Gerçi İçişleri Bakanı Muammer Güldüren çok iyi istihbarat bilgileri verdi: Patlatılan araçlar nereden sağlandı, kimler sağladı, nerede düzenlendi, özel bölümleri nasıldı, oraya patlayıcılar nasıl yerleştirildi, olay yerine nasıl getirildi araçlar?..

Tek eksik; araçların patladıktan sonra farkına varılması...

Onca gürültü ne de olsa...

*

Hatırlarsınız...

Bir kamyon silah yakalanmıştı...

Yayın yasağının tam tersi, medyaya haber verildi "Kamyon dolusu silah hareket halinde, amacına ulaşmadan yakalanacak" diye...

Müyesser Yıldız hatırlattı...

Yakalama yeri belirlendi, kameralar hazırlandı, mikrofonlar test edildi, deneme yayınları yapıldı, canlı yayın başladı... Durdurup bastılar... Kamyon Türk Silahlı Kuvvetleri'nin..Polisimiz askerimizi yakalamıştı bir bakıma...

*

Ergenekon suikast timini yakalamışlardı yine böyle...

Manisa'da olan Bülent Arınç'a, Ankara'da suikast yapacaklardı... Marangoz er ile aşçı çavuşu yakaladılar... Araç içindeki bagaj denilen gizli bölümde, bir çorba kepçesi ve testereler ele geçirildi...

İstihbarat kuvvetli olunca tabii...

*

Bu bomba yüklü iki araca gelince... Belki haftalarca süren girişten, çıkıştan, hazırlıktan sonra, getirilip en duyarlı sınır kasabasının ortasında patlatılmasını bilemediler ya... Ama kimin yaptığını ilk dakikalarda Tarım Bakanı açıkladı...

Malum...

*

Peki niçin?..

Diyelim ki komşunuz karıkoca kavga etseler, gidip araya girmek yerine, birisinin eline ekmek bıçağını tutuşturmak gibi... Komşudaki iç savaşta barış dilemek yerine, bir tarafın eline bomba, silah, top, füze, bomba verirsen...

Olacağı bu...

*

Girmişsin bir defa pisliğin içine... Bedelini suçsuz günahsız masum insanlar parçalanarak ödediler... Milletimizin başı sağ olun...

Çoğunluk "Ben bilmem eşim bilir"i izliyordu zaten...

SURİYE POLİTİKASI REYHANLI'DA PATLADI - Mehmet Tezkan

Tek cümleyle meselenin özü budur.. Reyhanlı'dan gelen görüntülere iyi bakın.. Dünyaya yayılan fotoğraflara..
Irak gibi değil mi, Suriye gibi değil mi?

Efendim, El Muharebat yaptı..
Esad'ın adamları gözdağı vermek istedi...
Hayır hayır, El Nusra yaptı..
El Kaide 'nin Suriye kolu Ankara 'ya ayağını denk al dedi; aramız bozulursa daha çok bomba patlatırım..
Türkiye'yi savaşın içine çekmek isteyen Özgür Suriye Ordusunun işi olmasın..
Erdoğan-Obama görüşmesi öncesinde ateş Türkiye'nin de bacasını sarabilir mesajı..

*

İktidar Esad yanlılannın işi olduğunu açıkladı ama; hangisi olursa olsun sonuç şudur.. Ortadoğu terörünü ithal ettik..

Bombaların barış süreciyle, PKK'nın çekilmesiyle bir ilgisinin olmadığı ortada.. Türkiye'nin terör belasından kurtulmasını istemeyenlerin işi demek kamuflaj olur..

Dışişleri Bakanının 'kimse Türkiye'nin gücünü test etmeye kalkmasın'sözü güzel laf da altı boş laf..

Hamaset!..

Bize yönelik bombaları izah etmiyor.. Suriye batağına niye bulaştığımızı anlatmıyor..

Hatırlayın o günleri.. Dışişleri Bakanı, oyun planını Esad'ın iki üç ay içinde gitmesi üzerine kurmuştu.. Mülteci akını başlamadan mülteciler için kamplar kurdurdu.. İlk mülteciler geldiğinde neredeyse zil takıp oynayacaktı.. Esad'ın işi tamam, gitti gidiyor demeçleri verdi..

Çünkü yaptığı hesaba göre; Suriye'den kaçış başlarsa Esad dayanamazdı..

Aradan iki yıl geçti.. 100 binden fazla insan öldü.. Milyonlarca insan Suriye'yi terk etti.. 300 bini kampta 400 binden fazla Suriyeli topraklarımızda..

Suriye yıkıldı, Esad yıkılmadı..

*

Efendim, diktatöre karşı halkın yanında yer almasa mıydık? Esad'ın kendi halkına kurşun sıkmasına seyirci mi kalsaydık sözleri durumu izah etmiyor.. Batı'yı suçlamak da meseleyi çözmüyor.. Reyhanlı katliamını açıklamıyor..

Dışişleri Bakanı Suriye politikasını izah etmek zorundadır.. Çeçenistan'dan, Afganistan'dan eli silahlı adamlar Suriye'ye nasıl geldi? El Kaide oraya nasıl yerleşti? İç savaşa katkımız ne düzeyde?

*

Reyhanlı geçiştirilecek bir durum değil.. Reyhanlı kırılma noktası..

Pazartesi, Mayıs 13, 2013

Yurtta Barış, Dünyada Savaş

Hafta sonu Reyhanlı'da üst üste patlayan bombalar 46 kişinin ölümüne sebep oldu... Görüntüler dayanılacak gibi değildi.

Bu patlamaların yarattığı korkunç manzaranın yanı sıra, arka arkaya açıklama yapan hükümet ve devlet yetkilileri idi beni daha çok sarsan.

*

Baştan hemen ne demek istediğimi anlatayım.

Recep Tayyip Erdoğan, Anneler günü nedeniyle düzenlenen organizasyonda şöyle diyor; "Suriye'deki bataklığa bizi çekmek isteyen güçleerrr......!!!"

*

Daha bir kaç gün önce, ABD'yi karadan Suriye'ye girmeye çağıran, yanınızdayız diyen sanki başka bir Recep Tayyip Erdoğan var..

Eeee, ne de olsa bir kaç gün önce Bülent Arınç aklındakileri açıklamadı mı? Vekillere kıyak yasasına ilişkin görüşü sorulduğunda, halkın koyun olduğunu ima edercesine, "ne de olsa unutulur" demedi mi?

*

O nedenle, adamlar haklı. Böyle başa böyle tarak misali, koyun gibi güdülmeye (RTE her fırsatta siyasetçinin koyun güdenini sevdiğini söyler zaten) hazır bu halka, hem savaş çığırtkanlığı yapıp, hem de barış kahramanı gibi görünebilirsiniz.

*

Bir de, TV, Gazete ve Sosyal Medya'da olayların siyasi analizlerini yapan tipler var. Neyin analizini yapıyorlarsa artık.

Yok efendim, Esad'ın güç gösterisi olabilirmiş, Türkiye'deki iç barışı hazmedemeyen ve boşluğu doldurmak isteyen marksist gruplar sorumlu imiş vb...

*

Benim bildiğim, bir suç işlendiğinde, bu suçu araştıranlar önce bu suçun ortaya çıkardığı sonuçların kime faydası dokunduğuna bakarlar. Büyük olasılıkla da, bu suçtan bu kişi ya da kurumlar sorumludur.

Bu basit kuraldan yola çıkarsak, Suriye'deki savaşın Tarafı olmak isteyen ve bir şekilde oradan nemalanacağını yıllardır açıklayan ABD, Suriye ile zaten sorunları olan ve kendilerine tehdit olarak gören İsrail ve bu ikilinin kadim dostu ve müttefiki AKP bir numaralı zanlıdır benim gözümde. Geri kalanı fasa fiso...

*

Hadi diyelim ki; Esad'ın Muhaberat'ı sorumlu olsun. Ne diyeceksin adama?

İki yıldır, her işine karıştın, her bulduğun fırsatta hakaret ettin, adama baş kaldıranlara ekonomik ve lojistik destek sağladın. O da, bunlara misilleme yaptı mı? Yapabilir.

Zaten sırf bu yüzden, bu kadar karışmayacaktın işlerine... Köpeğin kuyruğuna basarsan ısırır. Al bu da, diğer basit kural. Bu basit kuralı bilmeyen veya bilmesine rağmen belirli bir misyonu sağlamak için ajan gibi içimize giren, büyük stratejist Ahmet Davutoğlu'nun dış politikası bu nedenle hainlikle doludur.

Cuma, Mayıs 10, 2013

Biber Gazı Demokrasisi - Mehmet Yılmaz

CHP Milletvekili Mehmet Kesimoğlu, TBMM'ye bir kanun teklifi verdi.


Teklif, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu nda değişiklik yapılmasını öngörüyordu.

Değişiklik gerçekleşmiş olsaydı, polisin göz yaşartıcı gaz ve tozlan kullanması yalnızca silah kullanabileceği durumlarla sınırlanacaktı.

Biber gazı gibi maddeler ancak, bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getirilemeyen direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde kullanılabilecekti.

Teklif komisyonda bir yıl bekledi ve geçen gün TBMM Genel Kurulu'nda AKP milletvekillerinin oyları ile reddedildi.

Neden acaba?

AKP, toplumsal olayların başka bir şekilde önlenemeyeceğini mi düşünüyor? Yoksa "Madem protesto ediyorlar, onların da gözleri biraz yansın" diye mi düşünüyorlar?

Bir AKP sözcüsü açıklasa da öğrensek, "Biber gazının bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getirilemeyen direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde kullanılmasına" neden karşılar?

Kalbe Dolan O İlk Bakış - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç, milletvekillerinin özlük hakları ile ilgili olarak yapılmak istenen düzenlemelerin kamuoyunda tepki görmesi üzerine şunu söyledi: "5-6 ay önce yine Meclis'te bütün partiler arasında bir konsensüs oluşmuş, milletvekillerinin maaşları ve sağlıkla ilgili konularda Sosyal Güvenlik Kanunu'nun bir maddesinde değişiklik yapılmıştı. Bakınız o gün yapılanlardan bugün bir tek eleştiri bile kalmadı, bugün getirilmek istenen de bugün eleştiriliyorsa yarın unutulacak demektir." Hürriyet'in yazıişlerindeki .


arkadaşlanmız bu konuşmayla ilgili olarak sayfaya şahane bir başlık atmışlar: "Bugün eleştirilir, yarın unutulur"! "Kotasyon" kitaplarına Bülent Arınç imzasıyla girecek ve toplumumuzun algı/bilinç düzeyini tarif etmek isteyenlerin önümüzdeki yüzyıllar boyunca rahatlıkla kullanabilecekleri bir söz bu: Bugün eleştirir, yarın unuturlar! Bizim kamu yönetimi sistemimiz de zaten bunun üzerine kuruludur. Sadece o değil, siyaset kurumu da bunun üzerinden işler.

Bir konuda bir adım attıkları zaman bilirler ki "Bugün eleştirilir, yarın unutulur".

Onun için bir eleştiri ile karşılaşınca tam siper olurlar.

Ses çıkarmazlar, kıllarını kıpırdatmazlar.

İçlerinden "Amaaan...

Nasıl olsa unutulur, biz işimize bakalım" derler.

Bunun için en abuk inşaat izinlerini de verirler, en olmadık kararları da alırlar.

Tabii Başbakan'ın "siluet hassasiyeti gösterisi" gibisinden hareketlerde de bulunabilirler ama bu durumu değiştirmez. Türkler bunu da severler çünkü ve "Bak Başbakan silueti bozana küsmüş" diye için için mutlu bile olurlar.

Benim sorup durduğum Suudi Kralı'nın hediyeleri, KPSS çetesi gibi konulardaki sessizliklerinin nedeni de budur: Bugün eleştirirler, yarın unuturlar! Böyle olmasa zaten vatandaşın dini duygularını sömürerek yardım parası toplayan ve sonra o paraları gemiler almak, televizyon kanalları kufmak için kullananlar, sanatlarını icra etmeye devam edebilirler miydi? Edemezlerdi.

Çünkü bilirler ki boynu bükük bir kız çocuğu fotoğrafının yanına bir banka hesabı numarası koydukları anda, inanmış Müslümanların aklı başından gider, eskiden nasıl dolandırıldıklarını hatırlamazlar bile.

Kolay unutan bir toplumda yaşarız, belki bu yüzden mutlu da oluyoruz.

Kolay hatırlayan toplumlar, geçmişte nasıl aptal yerine konduklarını da hatırlarlar çünkü ve bu iyi bir duygu değildir! Ama şu şarkıyı hepimiz çok severiz mesela: "Kalbe dolan o ilk bakış, unutulmaz, unutulmaz / Sevda ile ilk uyanış, unutulmaz, unutulmaz".

Bu şarkıyla kendinden geçerken bir ayran açarsın, yanına da bir dürüm! Heyyy yavrum, ne günlerdi, unutmak mümkün mü?

Perşembe, Mayıs 09, 2013

Ne Çektin Be Hacı Amca - Mehmet Yılmaz

FEDERAL Almanya'da, Köln Savcılığı, kurban kampanyasında topladığı paraların bir kısmını farklı amaçlarla kullandığı şüphesi üzerine soruşturma başlatmış.


İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı 2005-2009 yılları arasında "Kurban keseceğim" diyerek toplam 377 bin bağışçıdan kurban başına 100 Euro toplamış.

Savcılık, belgeler üzerinde yaptığı incelemede bu paranın 11 milyon Euro'luk bölümünün amaç dışı kullanıldığını tespit etmiş.

Bu nedenle eski İGMG Başkanı Yavuz Çelik Karahan, dönemin İGMG başkan yardımcısı, genel sekreteri ve muhasebe sorumlusu hakkında soruşturma yürütülüyor, mahkeme günü henüz belli değil.

Karahan soyadını görünce bir an için Deniz Feneri sanıklarından İsmail Karahan'ı hatırladım ama bilmiyorum aralannda bir akrabalık vs. var mı?

Bu arkadaş Osman Döring ismiyle de tanınıyor, Türkiye'de cinayetten arandığı için Almanya'ya kaçmayı başarmış, orada evlenip, soyadını değiştirmiş vs.

Belli ki inanmış saf Müslümanları kandırıp paralarını iç edenler sadece Deniz Feneri e.V.

yöneticileri değil, Milli Görüşçüler de ellerinden geldiği kadar çabalamışlar.

Elbette aşırdıkları paralan "hayırlı işler için" kullanmışlardır, Türkiye'de partiye yardım, günlük geçim ihtiyaçlan için şirketler kurmak, gemicikler almak gibi! Hatta şimdi saf Müslümanları dolandınrlarken ahbaplık ettikleri gazeteciler köşelerinde şunu da yazarlar: Bu iş Alman gizli servisinin bir oyunu! Hazır yeri gelmişken hatırlatayım, Deniz Feneri hırsızlarının özel olarak hafifletilmiş "suçlardan yargılanması bile hâlâ bitmiş değil.

Bitmez de! Ne diyordu bu hırsızlığı soruştururken görevden alınıp mahkemelerde süründürülen savcı: Bunları, koruyan bir büyük hırsız var, soruşturmanın kendine ulaşmasını engellemek için her şeyi de yapar.

Bu büyük hırsızın kim olduğunu da açıklamıştı, belki hatırlarsınız: Damda gezer, miyav der! Ne çekti inanmış Müslümanlar bu inanç dolandırıcılarından, bir düşünün.

Yıllarca bitmeyen cami inşaatları, Kuran kursları için toplanan paralar, Deniz Fenerleri, kurban paralan, mercimekler vs! Ah be Hacı Amca, ne çektin sen de bunların elinden!