Cuma, Aralık 26, 2014

Çocuk Cehennemi - Yılmaz Özdil

Bakan çocuklarının yatak odalarından kasaların fışkırdığı, paraların sıfırladığı gün… Konya’da henüz nüfusa kaydedilmemiş bir bebek, camları kırık, naylon örtülü, tek odalı kerpiç evde, donarak can verdi. Ayaz bebek 40 günlüktü.
*
Asrın lideriyiz, stratejik derinliğiz filan diye ortalıkta gezinen arkadaşlar, o kadar hazırlıksız, o kadar dünyadan bi haberdi ki… Musul konsolosluğundan kelle kesenler tarafından kaçırıldığında, Ela bebek 1 yaşındaydı.
*
Ankara’nın hataları yüzünden Reyhanlı havaya uçtu. 52 canımız gitti. Fatmanur’un sadece kolu bulunabildi. Elleri kınalıydı. Bileğinde bileziği vardı. Anca öyle teşhis edilebildi. Anneler Günü’ydü. Fatmanur 2 yaşındaydı.
*
Duble yollarla övünüyorlar, sağlık reformu yaptık falan diye atıp tutuyorlar. Van’ın Çeli mezrası beyaz örtüyle kaplanmıştı, Muharrem’in ateşi çıkmıştı, sayıklıyordu, hastaneye götürmek istediler, yollar kapalı, telefonla yardım çağırdılar, gelen olmadı, Muharrem öldü. Karayolları, sağlık ekipleri, karakol hakkında suç duyurusunda bulunmak istediler. Kolay mı? “Otopsi yapmamız lazım, cenazeyi getir” dediler. Babası, evladının cansız bedenini çuvala koydu, sırtladı, köye kadar 16 kilometre yürüdü. Muharrem 3 yaşındaydı.
*
Kuş gribi salgına dönüşmüştü, hala üstünü örtmeye çalışıyorlardı, hayatını kaybeden çocuklara “kuş gribi değil, zatürree” raporu verilmişti. Kim vermişti bu skandal raporu? Ankara Refik Saydam Hıfzısıhha Entsitüsü Başkanı vermişti. Basın peşine düştü. Aradılar taradılar, bu skandal raporu verdiği gün, hacca gittiği tespit edildi. Mekke’de beş yıldızlı Ümmül Kurra otelinde kalıyordu. Gazeteciler ısrarla telefon ediyor, başkan bey telefona çıkmıyor, eşi açıyor, “bizi rahat bırakın, buraya ibadetimizi yapmaya geldik” deyip, kapatıyordu. Zatürree diye toprağa verilenlerden biri, Şahide’ydi, 4 yaşındaydı.
*
Güneşli, pırıl pırıl bir İstanbul günüydü, kız çocuğu o sabah pek neşeliydi, annesiyle el ele tutuşmuş, hoplaya zıplaya yürüyordu, adımını attı, yok oldu… Evet, aniden yok oldu. Çünkü, karton bisküvi kutusunu ezmişler, düzleştirmişler, rögar kapağı olmayan kanalizasyon çukurunun üstüne örtmüşlerdi. Basan, içine düşüyordu. Mahmutbey’den düştü, kanalizasyonda sürüklendi, cesedini dört kilometre ötede, teee Ataköy’de yüzeye çıkan derede buldular. Yandaş-taşeron müteahhit faciasıydı. Senelik 15 milyar dolar bütçesi olan, rögar kapağı olmayan, bir de vicdanı olmayan şehrin kurbanı olmuştu. Dilara 5 yaşındaydı.
*
İstanbul’da anaokulu öğrencisiydi, tuvalete gitti, elini yıkamaya çalışırken, lavabo yerinden söküldü, üstüne düşerken kırıldı, boğazını kesti. Oracıkta can verdi. Tuvaletler taşerona yaptırılmıştı, lavabo iki vidayla tutturulmuştu, taşıyıcı destek yoktu, nasıl olsa devlet okulu diye kakalanmıştı. Denetimsizliğe, ihmalkarlığa, sorumsuzluğa şah damarından yakalanan Efe, henüz 6 yaşındaydı.
*
Mardin’in Bilge köyünde “törerizm” yaşandı. Herifin biri, namus adı altında kalaşnikofla taradı, 6’sı çocuk, 16’sı kadın, 44 kişiyi katletti. Bu ilkel ülkede doğmaktan başka suçu olmayan çocuklardan biri Yasemin’di, 7 yaşındaydı.
*
Van’da deprem olmuştu, üç ay geçmişti, hala çadırda kalıyorlardı. Annesi dışardayken, ablası sobaya odun atmak istedi, kıvılcım sıçradı, çadır bi anda alev topuna döndü. Bahar uyuyordu, Mikail uyumuyordu ama kaçamadı. İki küçük kardeşini kurtarmaya çalışırken, onlarla birlikte can veren İsmail,8 yaşındaydı.
*
2013 senesinde 59 çocuk işçi, çeşitli iş kazalarında hayatını kaybetti. Kimisi pres makinesine sıkıştı, kimisi elektriğe kapıldı, kimisi kaynak yaparken tutuştu. Nazar’ın babası işsizdi, mecburen eline bir bez parçası alıyor, kırmızı ışıklarda otomobil camı silerek, evine üç beş kuruş götürmeye çalışıyordu. Kontrolden çıkan tır’ın tekerlekleri altında ezilerek son nefesini verdi. Nazar 9 yaşındaydı.
*
Soma’da…
432 çocuk yetim kaldı.
Yaş ortalamaları 10’du.
*
Konya’nın Balcılar beldesinde kaçak Kuran kursu yurdunda gaz sızıntısından patlama oldu. 17’si kız çocuğu, biri kadın hoca, 18 insanımız can verdi. Ne milli eğitimin izni vardı, ne diyanetin izni vardı, ne deprem raporu vardı, ne itfaiye raporu vardı, ne denetleyen vardı, ne hesap soran vardı… Takdiri ilahi deyip geçtiler. Beyza, Rukiye, Teslime, Hatice, Zehra, Huriye, Ümmünur 11 yaşındaydı.
*
Siirt Pervari’de 13 yaşında anne olan çocuk gelin, 14 yaşında av tüfeğiyle canına kıydı. İsmi Kader’di. Evlendirildiğinde 12 yaşındaydı.
*
Kız çocuğunu, babası yaşındaki, dedesi yaşındaki heriflere satıyorlardı. Para karşılığında 26 erkeğin koynuna sokmuşlardı. Aralarında subay vardı, astsubay vardı, öğretmen vardı, muhtar vardı, kaymakamlık memuru vardı, zabıta vardı, banka veznedarı vardı, esnaf vardı, korucu vardı. Yargılandılar. Çocuk suçlu bulundu… Mahkemeden resmen “kızın rızası vardı, isteseydi karşı koyabilirdi” kararı çıktı. Devlet tarafından ırzına geçilen kız, 13 yaşındaydı.
*
Sigarayı yasakladığını zanneden Türkiye’de uyuşturucu kullanımı, ilkokul seviyesine indi. En son geçen ay, İstanbul Ağaçlı Rehabilitasyon Merkezi’nde bir çocuk bonzai’den öldü, 14 yaşındaydı.
*
Babalar Günü’ydü. Ekmek almak için evinden çıktı, polis tarafından bibergazı kapsülüyle kafasından vuruldu. Komaya girdi. 269 gün direndi. 16 kiloya düştü. Vebali en ağır 16 kiloydu. Ömrünün son beş gününde, epilepsi krizi geçirdi, kalbi durdu, makineye bağlandı, akciğerinde delik oluştu, beyin fonksiyonları çalışamaz hale geldi, kaybettik. Kaşı kara, gözü kara, o yiğit çocuk 15 yaşındaydı.
*
Devrim şehidi Kubilay’ı anma töreninde konuştu, vay efendim padişahımız efendimize laf söyledi dediler, okulunu bastılar, mahkemeye götürüp, tutukladılar. Hapse tıkılan lise öğrencisi Mehmet Emin,16 yaşında.
*
Çocuklarımıza “bayram” armağan eden Mustafa Kemal vizyonunu… Çocuklarımız için “kabus”a çevirdiler.
*
O nedenle, çocuklar direniyor.
Bakın, AKP iktidara geldiğinde, Ali İsmail Korkmaz 8 yaşındaydı, Mehmet Ayvalıtaş 10 yaşındaydı,Abdullah Cömert 11 yaşındaydı, Ahmet Atakan 11 yaşındaydı, Ethem Sarısülük tıpkı Mehmet Emin gibi16 yaşındaydı.
Özgürlük bayrağı elden ele taşınıyor.
*
Yazın bi kenara.
Büyükler kıçından korkuyor ama…
Çocuklar götürecek bunları.

Perşembe, Aralık 11, 2014

Al Sana Osmanlı - Yılmaz Özdil

1923’te…
*
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı.
*
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
*
Kadın, insan değildi.
*
(Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
*
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
*
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
*
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
*
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
*
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
*
600 sene boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça’yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
*
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
*
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
*
Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!

Köpekleşme'nin Osmanlıcası - Bekir Coşkun

“İsteseniz de, istemeseniz de Osmanlıcaya geçiyorsunuz” diyorlar ama…
Yine olmayan şeye geçiyoruz…
“Osmanlıca” diye bir dil yok…
*
Türkçenin Arap harfleri ile yazılmasıdır o…
Ki bu bahane ile çocuklara Arap harflerini öğretecekler, sen de sanacaksın ki “Osmanlıca” öğreniyor çocuk…
Eve gelince sorarsınız sofrada:
“Osmanlıca çatal nasıldı?…”
“………?”
*
193 milletten insanın bulunduğu Birleşmiş Milletler’de git Osmanlıca söz iste…
Çay getirirler…
Ya da dünya borsasına girip Osmanlıca petrol hissesi almaya kalk, Meksika’da otopark sahibi olursun…
Yani öyle bir dilin olmadığı, sadece “mezar taşlarını okumaya yarayacağından” da belli değil mi?..
*
Sonra…
Latin harflerine geçilince, o yandaş bilim adamının (!) dediği “köpekleşme” dönemi oluyor zaten işte:
Sakarya Meydan Muharebesi’nde askerin başına çuval geçirdiler…
Dumlupınar’da komutan siperdeki askere “Bak ben sana söyleyeyim Hüseyin, Yunanlı görürsen görme gitsin…” dedi…
Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta yol denetimini, trafik kontrolünü, vergi toplama işini Fransız’a bıraktılar köpekleşenler…
Düşman Sivrihisar’a geldiğinde Atatürk ve arkadaşları “Başımıza bomba düşerse ya” diye Hollanda’dan patriot füzeleri getirttiler…
Ve İsmet Paşa gitti Lozan’da dedi ki:
“Delikten süpüreceğinize, kullanın işte…”
*
Şanlı bir savaşın ardından harf, dil, kültür devrimlerini utanmadan “köpekleşme” sayanların, aynı günlerde “Osmanlıcayı” diriltmeye çalışmaları boşuna değil…
Yaşatmak istedikleri kendi karanlıkları…
*
Neyse ki biz Osmanlıca bilmeden de mezar taşlarını okuyabiliyoruz…
Sultan da olsan orada er geç “El fatiha” diyor

Şeriat Daha Nasıl Olur - Bekir Coşkun

İlla hırsızın elini kesmek değil…
Din güdüsü ile hırsızın elini milletin parasından kesmiyorsan, şeriat sayılmaz mı?..
*
Şeriat din hukukudur…
Toplumu din kuralları ile yönetirsen, şeriattır adı…
Hırsızın elini istersen din adına kes…
İstersen din adına öp…
*
Recm diyelim…
İlla kuma gömüp taşla öldürmek midir kadını?..
Din adına çocuğunu elinden alıp öldürürsen, git sor kadına, bin defa kuma gömülüp taşlanarak öldürülmeye razıdır…
Yavrusu yerine her gün gömülür kadın…
Taşlanma yerine de; meydandaki bir milyon insana Berkin’in annesini yuhalatmayı koyarsan üzerine…
Recm işte…
*
Din adına ceza derken; bir bahane bulup hapishanelere doldurulanlar ne adınadır?..
Dine uygun yasa, dine uygun bütçe, dine uygun teşkilat, dine uygun memur, dine uygun yargıç, dine uygun savcı, dine uygun polis…
Din için hukuk koyduğunda üstüne; şeriattır adı…
*
Kısas…
Cana can, dişe diş yani…
Kin, nefret, intikam, bu yok ediş kısas değilse ya ne?..
*
İcma…
Din alimlerinin görüşüdür, sadece şeriat hukukunda vardır…
TBMM çatısı altına çağırıp alimi (!) cumhuriyet’in Latin Alfabesi’ne geçmesini “köpekleşme”saydırırsan…
Devlet bütçesi; din işlerine akarsa…
İçki yasak, kız erkek eğitim günah, filmde öpüşmek suç, bacakları zaten yok kızların, aynı merdivenden çıkmak sakıncalı, hamileyken sokağa çıkmak kabahat, sezaryen dinsizlik, saçın gözükmesi haramsa…
Milli eğitim tümden dinselleştirildi…
Ana okulunda cehennem ateşi ile korkutuyorsan çocukları…
*
Bak geldik:
İmamın iki dudağı arasından çıkan her şey tüm kanunların üzerindeyse…
Şeriattır işte…
Daha ne olsun?..
*
Hâlâ “şeriat gelir mi?” diyor…
Bari aptallığa vur…
“Nedir bu başımıza gelen?”
diye sor…

Perşembe, Eylül 25, 2014

Milli Sporumuz: Kitap Okuma

TRT Çocuk kanalında Mancınık adında bir yarışma programı var. Küçük yaşta çocuğu olanlar bir şekilde izlemiş olabilirler. 9-10 yaşındaki çocuklar kendi aralarında eğlenceli bir bilgi yarışmasında kozlarını paylaşıyorlar. Birkaç kez izlediğim bu programa katılan çocukların, kimisi oldukça olgun, kimisi heyecanlı, kimisi hazır cevap, kimisi bitse de gitsek edasında, kimisi hırslı  davranışlar sergiliyorlar.

Yarışmacı yavrular çeşit çeşit ama neredeyse hepsinin tek ortak yönü var: "boş zamanlarında en çok kitap okumayı" seviyorlar.

Ben kendimi bildim bileli çocukların en çok sevdiği aktivite kitap okumak oldu nedense. Elbette gerek basılı, gerekse elektronik kitap ve dergilere erişim ve satın almak gücü benim çocukluğuma göre çok gelişmiş olsa da, bir Kargı Halk Kütüphanesinin bile 1980'li yıllarda gerçekten çocuklarla dolu olduğu günlere bakıyorum, bir de şimdiki halimize. Kütüphaneler, evinde uygun ortam olmadığı için ders çalışmaya gelen binlerce KPSS mağdurlarını ağırlıyor artık. Ama yine de çağ atladık, eski komünist Enstitü geleneğinden gelen, statükocu öğretmenler değil, özgürlükçü (sadece türbana) öğretmenlerle eğitiliyoruz. O nedenle, kütüphanelere de, kitap okumaya da gerek yok.

Konu ile ilgili en güncel araştırmalardan birisine göre Japonya'da yıllık kişi başı okunan kitap sayısı 25. Ülkemizde ise  0,1. Daha anlaşılır anlatayım, ülkemiz insanlarının ortalaması 10 yılda 1 kitap. Yani bir ortalama Japon'un bir yılda okuduğu kitap sayısına, ancak 250 yılda ulaşabiliyoruz.

Şimdi, bu istatistikler ortada iken, nasıl oluyor da En Milli Boş Zaman Sporumuz "kitap okumak" oluyor. Kitap kapağı veya fiyat etiketi okumak desek bile ben Japonya'ya yetişebileceğimizi sanmıyorum ama işin bir trajik yanı daha var ki üzerine kafa yorulmalı bence.

9 yaşındaki çocuğunun televizyon ekranlarında kendisini olduğundan farklı göstermesine (istisnalar var elbette, "en çok oyun oynamayı seviyorum" dedi birisi) ses çıkarmayan ebeveynlerin varlığı Tayyip Erdoğan'ın var olma sebeplerinden değil midir sizce de.

O nedenle değil midir ki İsmet Berkan gibi, bir taraftan Cern'deki Tanrı Parçacığı arama araştırmalarına methiyeler düzüp, zaman zaman kimsenin anlayamayacağı türden copy/paste makalevari yazılar dayarken, bir taraftan da "Kabataş'ta üstleri çıplak, deri pantolonlu, çişini türbanlı kadınların üzerine yapmaktan hoşlanan adamlar" ın var olduğuna inanabiliyoruz.




Cumartesi, Eylül 13, 2014

ABD Tatili Gezi Notları 10 - Sekizinci Gün (San Fransisco - Los Angeles)

21 Nisan 2014 - Pazartesi

Ertesi gün sabah 08:40'ta kalkacak Hawaiian Airlines'ın HA1 numaralı Los Angeles - Honolulu uçuşuna yetişmek için iki alternatifimiz var idi. Ya akşam saatlerine kadar San Francisco ve çevresinde takılacak ve akşam 20:00 gibi yola çıkacaktık, ya da erkenden gidip Los Angeles'ta sabahlayacaktık. Birinci seçenek iyi görünmekle beraber iki büyük riski de taşıyordu; bir haftadır sürekli az uyku, bol gezme ve çokça direksiyon sallamanın getirdiği yorgunlukla gece yolculuğunun getireceği risk ve 6-7 saat süreceği planlanan yolun uzaması ile Honolulu uçuşunun kaçması riski. Dolayısıyla, hiç riske girmeden ikinci seçeneği seçip, saat 14:00 gibi San Francisco'dan ayrılarak 5 numaralı karayolu üzerinden Los Angeles'a yol almayı planladık.



Planımıza göre saat 14 gibi çıktığımızda, gezerek ve bolca dinlenerek 11 gibi Los Angeles'ta olacak, kiralık aracımızı teslim ettikten sonra havaalanına geçerek orada sabahlayacaktık.

Tekrar etmekte fayda var, bu kadar yoğun bir program ile gezi planladıysanız ve araç kullanmak durumundaysanız, işler planladığınız kadar kolay olmuyor. Haritalarda 5 saat olarak görünen yollar, 7-8 saat bile olabiliyor. Bu nedenle, planlama aşamasında kendinizi dinlendirecek fırsatları mutlaka düşünmelisiniz.


Pazartesi günü sabah 9 gibi otelden çıkıp, kahvaltı dahi yapmadan otobüsteki yerimizi aldık. Tur otobüslerinin iyi tarafı kısa sürede çokça yer görmenizi sağlıyor ve ücrete dahil rehberlik hizmeti de veriyor. En büyük handikapı ise hava durumu oluyor. Üstü açık olan bu otobüsler, güneşli havalarda da, soğuk havalarda da bir süre sonra çekilmez olabiliyor. Hele ki, Nisan ayında ve San Francisco'da iseniz. Güneş çıktığında soyunup, bulutlandığında hemen soğuyan hava ile tekrar giyinmek yorucu ve bolca eşya taşımanızı gerektiriyor. Bu nedenle, hem içeceklerinizi, hem de havaya uygun kıyafetlerinizi yanınızda taşımanız önemli. 

Otobüs güzergahına uygun olarak, şehir merkezinde inerek, yüksek binaların arasında dolaşmak, bir miktar hediyelik eşya bakmak ve kahvaltı yapmak için zaman tükettik. San Francisco'ya kendine has manzarayı sağlayan yüksek binaların varlığı, neredeyse dakika başı 1906 ve 1989 büyük depremlerini hatırlatan, büyük büyük annelerinden dinledikleri deprem anılarını bize aktaran rehberleri dinledikçe şaşırtıcı oldu elbette. Meraklısına not: San Andreas fay hattının tam üzerine kurulu olan San Francisco'daki 1906 depremi 3000'e yakın kişinin ölümüne sebep olmuş ve arkasında büyük yangınların da etkisi ile neredeyse bir harabe bırakmıştır. Yaşıtlarımın da hatırlayacağı 1989 depremi de, en az 1906 depremi kadar büyük olmasına karşın, 50 kadar kişiyi almış. Depremlerden ders alabilen ve insan hayatına değer veren toplumlar ile aramızdaki fark bu işte.

Gezimize dönersek, şehir içi gezimizden sonra, tekrar tur otobüsüne binip Golden Gate merasimini de tamamlamak üzere yola çıktık. Şansımıza, otobüsün en ön koltukları boşaldı ve soğuğa aldırmadan resim çekmeye başladık.
City Hall
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın



San Francisco'daki neredeyse tek çapraz cadde olan Market Street'ten devam ederek ilk durak olarak kendimizi City Hall'da bulduk. 1906 depreminde yıkılına City Hall'un yerine 1915'te yapılan bina o günden bugüne hizmet veriyor. Çok güzel bir mimariye sahip olan binanın ünlü özelliği ise dünyanın beşinci büyük kubbesine sahip olmasıymış. İyice yavaşlayan ve inecek yolcular için duraklayan otobüsten resim çekme fırsatı da yakaladık.





Çok oyalanmadan yoluna devam eden otobüsün bir sonraki durağı Golden Gate Park oldu. 412 hektar alana sahip dediğimde anlaşılamayabilir ama koca San Francisco şehrinin kurulu olduğu yarım adanın genişliğinin yarısı kadar büyük bir parktan bahsediyorum. Ağaçları, çiçekleri, heykelleri, modern bir mimariye sahip "de Young" müzesi, içinde yoga yapan Japonları ile keşke zaman olsa bir günümüzü burada geçirsek dedirtecek kadar güzel bir park. Şehre rant değil hayat veren bu tür parkları gördükçe insan iyice üzülüyor kendi yaşadığı şehir adına.

Manzaralı Golden Gate Park turundan sonra, şehir merkezini Napa'ya bağlayan ve ABD'nin Özgürlük Heykeli kadar ünlü bir diğer simgesi olan Golden Gate Köprüsü geçişi yapıldı. Soğuk ve kapalı hava eğlenceyi çokça kısıtladı ama yine de keyfini çıkartmaya çalıştık. 1937 yılında yapılmış olan bu köprünün bu kadar ünlü olmasının sebebini pek anladığım söylenemez. Rehberimizin heyecanlı anlatışından anladığım kadarıyla köprünün ünü dünyanın en uzun 7. asma köprüsü olması ve bolca filme doğal plato görevi dayanıyor. İkisinin de ben çok cezbettiğini söyleyemeyeceğim. 






Lombard Street
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Köprünün kuzey ayağındaki seyirlik alanda yolcuların çoğu inip bir sonraki tur otobüsüne kadar manzara izlemek için inse de, açıkçası biz hem zaman sıkıntısından hem de belli etmeden bizi hasta edebilecek soğuktan dolayı inmeden devam ettik.  Öğleden sonra çok gecikmeden yola çıkmayı istediğimizden, öğlen olmadan şehri otobüs ile bir kez daha gezip otele gitmek için taksiye atladık. Hint asıllı, 29 yıllık San Francisco'lu, 7 çocuklu, Almanya'dan göçmüş, işini çok seven eğlenceli taksici olan şoförümüz ile keyifli bir sohbete daldık. İsmini hatırlayamadığımız şoförün ilk soruları "Şehrimizi beğendiniz mi?" ve "insanlarımız size yardımcı oldular mı?" oldu. Elbette sadece 29 yıldır ABD'de olan  bu neşeli taksicinin ülkeyi, şehri ve insanları sahiplenerek konuşması şaşırtsa da, sonradan düşündüğümüzde gerçekten de yolculuk boyunca genel olarak yardım sever insanlarla karşılaştığımız aklımıza geldi. Sohbeti bol ama kısa bir taksi yolculuğundan sonra sabahtan zaten çıkış işlemlerimizi yaptığımız otele sadece arabayı almak için uğramış olduk. 

San Francisco için planlarımızın sonuncusu olan yine SF kadar ünlü Vermont Street idi. 
Fakat haritada aynı yapıda Lombard Street'i de görmüş olduğumuzdan ikisini de görmek istedik. Önce şehrin sakin iç mahallelerinde araba ile tur atıp, güzel evlerin arasındaki Alamo Square Park'ta kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Lombard Street üzerindeki, bizim Varyant'ın daha sıkılaştırılmış ve çiçeklerle süslenmiş bir versiyonu olan taş yoldan araba ile geçip, aşağıda da hatıra fotoğrafı çektirdik. Yine de görmeden gitmeyelim diye, zaten yolumuzun üzerinde olan Vermont Street'e de uğradık.




Girişte belirttiğimiz plana sadık kalarak saat 14:30 gibi Treasure Island'ın da üzerinden geçen 80 numaralı köprülü yol ile Oakland'ın içerisinden geçerek 5 numaralı otoyola bağlandık. Genelde de bilindiği üzere San Francisco ve çevresi teknoloji ve internet şirketlerinin merkezleri ile dolu; Google, Oracle, Facebook vb.. Kısıtlı zamanımızda ve çok da merak etmediğimiz binaları gezmeden ayrıldık. Yol üzerinde dünyanın veri tabanı devi Oracle bizi uğurladı.


Yorgunluğun etkisini de azaltmak amacıyla ve vaktimiz bol olmasıyla neredeyse her saat mola vererek yol aldık. Çok istesem de, bir kamyoncudan rica edip kamyon içerisinde fotoğraf çektirme hayalim, Öznur'un da etkisiyle sadece Peterbilt marka bir kamyon önünde poz verme ile sonlandı. 

Belki bahsetmişimdir, geniş bir alana yayılan ve 50 eyaletten oluşan bu devasa ülkenin sadece 12 eyaletinin okyanusa kıyısı var. Ve bu kadar geniş bir ülkede karayolu ile yük taşımacılığı hâlâ en büyük paya sahip taşımacılık şekli. Demiryolları ile ana hatlarda taşınan yükler, daha sonra neredeyse tamamı MACK ve Peterbilt marka olan efsanevi burunlu ve her biri birbirinden bakımlı kamyonlara aktarılarak nihai varış noktalarına ulaştırılıyor. O nedenle, yollarda en çok gördüğünüz taşıt büyük kamyonlar ve hiç de hız sınırlarına uydukları söylenemez. Kamyonlardan sonra en çok göreceğiniz taşıt türü ise karavanlar. İnsanların mobilize yaşadığı bir ülkeymiş meğerse Amerika. Karavanı ve arkasına bağladığı binek aracı ile otoyollarda değişik plakalı gezginlere rastlamak çok normal. 

5 numaralı otoyolda bir diğer dikkatimizi çeken husus ise, ağzımızı açık bırakacak kadar büyük portakal bahçeleri. Ölçmedik ama tahminen 350 km boyunca aralık vermeden portakal bahçelerinin içinden geçtik ve bu bahçeleri tanımlayabilecek en kolay tabir; "göz alabildiğince"...

Akşam saat 22 sularında havaalanı çevresindeki araç kiralama bölgesine ulaşarak hızlı bir şekilde aracımızı teslim ettik. Yine ring servisleri ile havaalanının yolunu tuttuk. Türkiye'den gelirken sadece 2 kabin tipi valizimiz varken, gezide satın aldıklarımızı ve hediyelikleri taşımak için de büyük bir valiz almıştık Las Vegas'tan. Allahtan ne Öznur ne de ben alışveriş manyağı olmadığımız için büyük valizi henüz dolduramadık. Akılcı bir çözüm ile küçük valizlerden birisini büyük valizin içine yerleştirerek hem taşıma kolaylığı, hem de hava yolu şirketleri ile yaşanacak muhtemel bir valiz sorunundan kurtulduk. 

Los Angeles Int'l hava alanına geldiğimizde saat 23 gibiydi. Sabah saat 08:40'ta havalanması beklenen bir uçak için fazlasıyla erken gelmiştik ama yapacak fazla da bir şey yoktu. Hem şehre gidip gezmek için gereğinden fazla yorgunduk, hem de kontuarlar açık olmadığı için valizleri verebilmek mümkün değildi. Türkiye'deki 24 saat canlı ve konforlu hava alanlarına alışık bizler için özel not: Los Angeles bile olsa ABD'deki hava alanları berbat ötesi. Ana salonlarda ne oturabileceğiniz doğru dürüst bir alan, ne de yiyecek içecek alabileceğiniz doğru dürüst bir mekan var. Bildiğiniz dördüncü sınıf otogar misali, saçma koltuklar, daracık alanlar ve gece 24'te kapanan kafeler var. Valizlerimiz olmasa check-in yaptırıp, en azından uzanabilecek genişlikte koltukların olduğu yolcu salonlarına geçeceğiz ama ne yazık ki hem valizimiz var, hem de Hawaiian Airlines'ın online check-in olanağı mevcut değil. Üstelik sadece 3 kioskları var ve onlar da uçuştan 2 saat önce açılmak üzere ayarlanmış. Yani neresinden tutsanız dökülen bir sistem. Gelişte Atatürk Havalanında bir gün öncesinden kontuara valizlerimizi verebildiğimizi ve nefis bir gece geçirdiğimizi de düşününce, hedef 2023 vizyonu ile gözlerimiz bir kez daha yaşla doldu. Batı batı dedikleri bu muymuş...

Cuma, Eylül 12, 2014

ABD Tatili Gezi Notları 9 - Yedinci Gün (Monterey - San Fransisco - Route 1)

20 Nisan 2014 Pazar





Kalan 230 millik yoldan keyif alabilmek ve San Francisco'ya çok geç olmadan erişebilmek için erken kalkmak gerekti. Sabah 6 gibi Creekside Inn'deki odamızdan ayrıldık ve görevlinin dediği gibi anahtarımızı kapının önündeki lambanın içerisine bırakıp samimi check-out'u tamamladık.

Deniz Aslanları
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın





Yola çıktıktan belki 10 dakika sonra ilk molamızı verdik. Sisli yolların arasında, okyanus kıyısındaki izleme noktalarından birisine girdiğimizde, tanımadığımız seslerden biraz irkilmemize rağmen kıyıya iyice yaklaşıp kumsalda birbirine sıkışmış uyuyan, ara sıra da kavga eden deniz aslanlarını seyrettik Kıyı boyunca onlarca izleme noktasında binlerce deniz aslanlarını seyretmek, fotoğraflarını çekmek için duraklamak şart.




Çoğunlukla denize sıfır ilerleyen Route 1, zaman zaman kıyıdan uzaklaşıp Yaşlı Adam dağlarının arasına girip çıkarak Los Padres Ulusal Ormanına doğru giderken, sabah serinliği ile oluşan sisin verdiği poza dayanamayıp yine mola verdik. Sabah serinliği dediğimize bakmayın, aslında soğuk bir havaydı...

Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın

Cambria ve Monterey arasında kalan geniş ormanlık alan, California'nın en güzel manzarasına sahip ve Big Sur olarak biliniyor. Seyrek ve tek başına evler ve bir otel dışında çok bina göremedik. Hayret ettiğimiz husus ise, bu seyrek evlerde (ki genelde yolun pasifik tarafında uçuruma inşa edilmiş oluyorlar) yaşayanların ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarıydı. Ekmeği, suyu, meyveyi-sebzeyi nereden ediniyorlar, neden böyle zor bir hayat tercih ediyorlar anlam veremedik. Arada gördüğümüz tek medeni dinlenme alanı Deetjen Big Sur Inn oteliydi ki, biz de durmadık nedense.


Bixy Bridge
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Henüz saat 8:30 olmadan epey yol aldık. Bir taraftan önceden planlamadığımız kahvaltı için iyi bir yer ararken, bir taraftan da manzaranın keyfini çıkartıyorduk. 1 numaranın üzerinde yer alan ve uçurum üzerine kurulmuş Bixy Köprüsünü geçer geçmez soldaki izleme noktasında mola verdik. Buraya bir not koymam gerekiyor, kara yolu ile yolculuk Amerikalıların vazgeçemedikleri tutkusu. Yol üstü restoran ve otellerin bolluğu ve doluluğu zaten bu tespiti teyit ediyor. Bir nevi turizm sayılan bu yolculukların daha keyifli olması için yerel yönetimler de elinden geleni yapıyorlar. Önemli bir ayağı ise çok sık izleme noktaları oluşturmuş olmaları. Bir yerde manzara var ise mutlaka düzenlenmiş bir izleme noktası da var. Bixy Köprüsünü geçip bir kaç poz resim çekmek ve manzaranın keyfini çıkarmak için durduktan kısa bir süre sonra, bir başka çift de durdu yanımızda. Biz onların, onlar da bizim resmimizi çekti.

El Estero Park
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın


İlk hedefimiz olan Monterey'e ulşatık. Sabah henüz erken olmasına rağmen, cıvıl cıvıl bir kahvaltı salonu bulduk kendimize. Monterey Bay Lodge Otel'in kahvaltı salonunda güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra
Monterey'i keşfe başlayabilirdik. Kahvaltı salonu El Estero parka bakıyordu ama hava hala serin olduğu için içeride oturduk. Kahvaltı sonrasında, saat farkını da dikkate alarak en uygun saat olan 10:30 gibi evdekilerle görüntülü konuşarak hasret giderdik.




Güneşlenen Deniz Aslanları ve Öznur
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Kahvaltı mekanımızın çok yakınındaki balıkçı rıhtımında tur atmak üzere yola çıktık ama, havanın kararsız hali bizi çokça yordu. Tişörtle durulamayacak kadar serin, mont veya kazakla terletecek kadar ılık. Montu taşı, giy, çıkart, tekrar taşı, yine giy... Rıhtımın hemen yanındaki kumsal alanda kayaların üzerinde güneşlenen deniz aslanlarının resmini cep telefonu ile çekmek için istemeden de olsa suya girmek zorunda kalan Öznur, okyanusta denize giren ilk Gündüz ailesi üyesi oldu.

Pacific Heights Inn
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Monterey sahilinde dinlenmek amaçlı kısa bir yürüyüş sonrasında San Francisco için yola çıktık. Yaklaşık 2 saat sonra kalabalık bir trafiğin içerisinde bulduk kendimizi. Android'in harita uygulaması navigasyon hizmeti verdiği gibi, trafik yoğunluğuna göre sizi yönlendirebiliyor. Bu sayede, başta planladığımız rotaya alternatif başka bir rota üzerinden Pacific Heights Inn'e ulaştık. Küçük bir yarımada üzerine kurulu şehirde otopark bulmak problem olabileceği için tercih ettiğimiz otel, konumu itibariyle çok kullanışlı olmasına karşın, benim gördüğüm en küçük odalara sahip olduğundan konfor beklentilerinizi boşa çıkartabilir. Sadece bir gece kalacağımız için bizim açımızdan bir sorun olmadı.



Otele saat 14:30 gibi ulaştığımızda hızlı bir şekilde check-in yaptırıp, kısıtlı zamanımızı iyi değerlendirmek için dışarıya gitmek istiyorduk. Resepsiyondaki görevli bir taraftan gerekli işlemleri yaparken, bir yandan da ne amaçla geldiğimizi, nereli olduğumuzu soruyordu. Sonra, Big Bus şehir turu hakkında bilgi vermeye ve tanıtım broşürlerini göstermeye başladı. Komisyon karşılığı tur sattığını belirten görevli, kendisinden bilet almamız halinde 48 saatlik tam turu (gündüz turu, gece turu ve bazı indirimli/ücretsiz etkinlikler dahil) önerdi ve toplam 18 Dolar indirim (?) yaptı. Kısa bir incelemeden sonra kişi başı 32 Dolar ödeyerek bu turu satın aldık. Öznur odaya yerleşirken ben de bir taraftan tur güzergahını incelemek, görülecek yerler için hangi duraklarda durulması gerektiğini tespit etmek ve bir sonraki otobüs için hangi durağı tercih edeceğimize karar vermek için internet ve harita başına çöreklendim. Sırt çantamıza, birazdan soğuyacağını düşündüğümüz havaya uygun kazak ve montumuzu yerleştirip Union Street üzerinde yürümeye başladık.

Dikkat; Big Bus'ın şirin haritası, çoğu caddeyi göstermediği için yanıltıcı olabiliyor. Bir yeri ararken Big Bus haritasındaki yerleşimi değil, cadde isimlerini dikkate almak işinizi kolaylaştıracaktır. Dik tepelerden oluşan ve dikine yerleşim esasına gelişmiş bu şehirde şehri boydan boya kat eden ve birbirini dik kesen caddeler harita okumayı ve gitmeniz gereken yerleri tespiti inanılmaz kolaylaştırıyor. Gitmek istediğiniz mekanın hangi iki caddenin kesişimine yakın olduğunu bildiğiniz zaman kaybolmak imkansızlaşıyor.
Dik Yokuşlar ve Beyaz Toyota Prius
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın

San Francisco ile ilgili söylenecek ilk şey; televizyonda da her gördüğümüzde dikkatimizi çeken yokuşların gerçekten dik olduğu sanırım. Dik yokuşlar o kadar ünlü ki, neredeyse San Francisco'nun bütün özelliklerinin önünde. Hatta, hangi otobüse binsek tur operatörlerinin en çok bahsettiği konu, ünlü Bullit filminde Steve McQueen'in de yer aldığı araba takip sahnesi. Bir de, 1906'daki büyük deprem.

Biraz önce bahsettiğim gibi, yokuşları saymaz isek o kadar düzenli bir yerleşim var ki, yürüyerek gezme isteği uyandırıyor. Ama, yokuşlar çok büyük engel. İki blok arasındaki kısa mesafede bile yorgunluktan bitkin düşebiliyorsunuz.

Cable Car
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın



Şehrin yokuşları kadar ünlü diğer sembolü cable car. Bildiğimiz tramvay ama yer altına gömülü kablolar ile çekiliyor. Raylı bir sistem gibi görünse de, bu diklikte bir yokuşu raylar üzerindeki sürtünme kuvvetine güvenerek çıkmak imkansız olduğundan, kablo marifeti ile hareket ettirilen tramvaylar 1826 yılından bu yana San Francisco'da hizmet veriyormuş. Coğrafi koşullardan dolayı SF'da tepelerden oluşan bölgede metro ve diğer raylı sistemler bulunmadığından, bu bölgede ulaşım konusunda vazgeçilmez ulaşım aracı cable car. Nostaljik ve turistik değeri de yadsınmamalı.

Benden başka takılan olmuş mudur bilemiyorum ama SF'nun, genellikle tarihi önemi olan kişilerden esinlenerek verilmiş cadde isimlerindeki sadelik ve akılda kalıcılık çok hoşuma gitti; California St, Sacramento St, Washington St, Powel St, Maple, Pine, Scott, Geary, Bush, Clay, Webster, Union, Greenwich, Chestnut vs. Bir de Turk Street var ama isim, 1800'lü yılların sonlarında yaşamış Frank Turk adındaki bir politikacı/müteahhitten gelmekte.

Grace Cathedral
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Ghiberti Kapıları
California Street üzerindeki Grace Cathedral'e ulaştığımızda, yokuş çıkmanın yorgunluğu ile önce Huntington Park'ta nefeslendik. Sıcak olmayan, ancak güneşli bir günde parkta gençler güneşleniyor, bira içiyor, sohbet edip oyun oynuyorlardı. Bir süre park ortasındaki heykeli ve insanları seyrettikten sonra, yolun karşısındaki katedrale ilerledik. Yaklaşık 150 yıllık geçmişi olan bu ibadethanede bizi muhteşem oymaları olan bir çift kapı karşıladı. Dan Brown'ın son kitabı Cehennem'de de uzunca bahsedilen Floransa'daki Aziz Giovanni Vaftiz Kilisesinin kapılarının birebir kopyası olan bu kapılar, 2. Dünya Savaşında zarar görme ihtimaline karşı sökülen orijinallerinin İtalya'da yapılmış kopyaları imiş. Orijinal kapıları henüz görme fırsatımız olmadı ama bu başarılı replikalar bile bizi etkiledi.




Sonradan öğrendiğimize göre erkek kilise korosu ile ünlü bu katedralin içerisi, tüm katedraller gibi ihtişamlı. Yandaki resimde de göreceğiniz üzere, belki 35 metre yüksekliğindeki tavandan sarkan renkli kurdelalar, tepedeki açıklıktan giren güneş ışığı ile yetenekli fotoğrafçılara müthiş pozlar veriyordur muhakkak.

Biraz kopyacı mantığı ile yapılmış bu katedralin zemini de, orta çağ eseri Notre Damme Katedralinin zeminindeki labirentin bire bir kopyasından oluşuyor.





Zamanın kısıtlı olmasının da verdiği acele ile 16:30 gibi Grace Katedral'den ayrılıp, bir hop-on durağı bulup otobüs turuna devam ettik. San Francisco'nun inanılmaz düzenli ve bir o kadar yokuşlu yollarında, zaman zaman otobüsün arkasının yokuşa çarpması ilk başta endişe etmiş olsa da, bizden başka kimsenin umursamaması içimizi rahatlattı.

Fishermans Wharf
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın

Big Bus turların son durağı olan Fishermans Wharf'ta biraz dolaştıktan ve telefonlarımızı da şarj edebildiğimiz bir restoranda yemeğimizi yedikten sonra, Big Bus biletimizin eşantiyonu olan akvaryumu gezdik. Akvaryum çok büyük olmasa da değişik türde onlarca balığı bir arada görebilmek ve bazı balıklara (yavru köpekbalığı, deniz yıldızı, kaplumbağa, deniz hıyarı vb) dokunabilmek için güzel dizayn edilmiş. Çok zaman harcatmayan bu aktivite herkese tavsiye edilir.

Akşam turu için son otobüsün çok kalabalık olabileceğini söyleyen rehbere güvenerek, sondan bir önceki akşam turu otobüsüne yetişmek için hızlı adımlarla akvaryum turunu tamamladık. Üzerimizde kaban ve montlarımız olmasına rağmen, otobüsün üst katında başladığımız turu, gecenin etkisiyle birlikte hızla soğuyan
hava nedeniyle, otobüsün alt katındaki kapalı alanda, birbirine sarılan diğer turistlerle beraber noktaladık. Gece turunun en güzel anı, San Francisco - Oakland köprüsü üzerinden geçerek ulaştığımız el yapımı Hazine Adasından seyredilebilen San Francisco yarım adasının ünlü ve ışıltılı manzarasıydı. Bu müthiş manzaraya dair elimizde adam akıllı bir resim olmadığı için buraya koyamıyorum. Sadece biz değil, soğuktan dışarı çıkabilen ve elleri titremeden resim çekebilen turist neredeyse yoktu.

Bir güne sığabilecek her şeyi yaptıktan sonra, Jefferson Street üzerindeki The Cannery North'da bir iki bira içmek için uzun bir yürüyüş yaptık. Sadece bir bira içebilecek kadar uykusuzluğa dayanabildik. Uyandığımızda yine dopdolu bir gün ve uzun bir yol bizi bekliyor olacak.

Cuma, Ağustos 15, 2014

ABD Tatili Gezi Notları 8 - Altıncı Gün (Los Angeles - Cambria - Route 1)

19 Nisan 2014 Cumartesi

Los Angeles yeter..

Daha önce de belirttiğim gibi, bence çok fazla zaman harcanmasını gerektirmeyen Los Angeles'ta daha fazla kalmamak için otelden bir gün önce çıkış yaptık.

Plana göre sabah erken yola çıkarak, Los Angeles'taki son duraklarımız olan Japanese Garden ve Balboa Gölü ziyaret edilerek orada bir yerlerde kahvaltı yapılacak, sonrasında da her ne kadar haritalarda 8 saatte gidilir dense de, bence en az iki gün sürmesi gereken ağırlığı ünlü 1 numaralı otoyoldan, Pasifik kıyısındaki enfes manzaralar eşliğinde San Fransisco'ya ulaşılacak. Arada bir gece konaklayacağımız yer olarak, küçük bir kasaba olan Cambria tercih edilmişti.

Hemen baştan söyleyeyim; yol o kadar keyifli ki, bence mümkün olduğunca vakit ayırın. Mümkünse sıkça duraklayın, kasabaları gezin, deniz kıyısına inin. Yani kesinlikle transit bir geçiş yapmayın.

405 numaralı karayolundan kuzeye doğru yarım saatli bir yolculukla ulaştığımız Sepulveda Rekreasyon alanında yer alan Japon Bahçesine geldiğimizde kapalı olduğunu görünce bir miktar üzülmekle beraber, kıymetli zamanımızdan zorunlu bir tasarrufun keyfini çıkartmaya karar verdik. Aynı alandaki Balboa Gölüne ulaştığımızda saat daha 8:30 civarlarındaydı.

Şehrin içerisinde kocaman bir yeşil alan olan Sepulveda içerisinde sadece Balboa Gölü ve Japon Bahçesi bulunmuyor. Alanın büyük bölümü golf ve diğer sporlara ayrılmış durumda. Sabahın erken saati olmasına karşın, golf sahaları ve özellikle bizim bildiğimiz futbol sahaları dolu ve cıvıl cıvıldı.
Balboa Gölü
Arabamızı araçlar için ayrılan yere park ettikten sonra, 20-22 derece civarında nefis bir sabah güneşi ile göl etrafında, sakin sakin tur atmaya karar verdik.
Balboa Gölü

Güzel hava ve müthiş göl manzarası eşliğinde, balık tutan, piknik yapan, mangalını körükleyen, göl etrafında spor yapan her yaştan Los Angeles ahalisi
arasında sakin bir turu attıktan sonra kahvaltı yapmamız gerektiğini hatırlayarak tekrar yola koyulduk.

Kahvaltı için kendimiz bir şeyler getirseydik göl pikniğini yaşasaydık keşke ama tecrübesizlik işte.. Daha önce üzerinde düşündüğümüz ama olmazsa olmaz demediğimiz Cheesecake Factory'ye gitme fikri, acıkan karınlarımızın biraz daha guruldamasına ve biraz da hızlı hareket etmemizi sağladı.

Rotamız olan 101 numaralı otoyol üzerinden azcık saparak ulaşacağımız Topanga'daki bir AVM'de Cheesecake Factory olduğunu öğrenip, navigasyon kolaylığı ile 5 dakika içerisinde olay mahalline ulaştık (tşk; Tripadvisor, Samsung, Googlemaps, GPS etc)

Saat 10'u geçmiş olmasına rağmen Cheesecake Factory açık değildi. 11'de açılacak dediler. Biz de biraz dolaşalım diyerek AVM'ye girdik. Önce biraz Apple Store'da zaman geçirdikten sonra, şimdi ismini hatırlamadığım ama içerisinde kendimizi kaybettiğimiz söyleyebileceğim bir oyuncakçıya daldık. Sadece zeka oyun(cak)ları satan bu dükkanda, her yaşa uygun eğlenceli ama bir o kadar zor oyuncaklar bulabilirsiniz. Belki 45 dakika kadar içerideki oyuncaklarla ve bizimle beraber oradan oraya koşturan 2 yaşlarındaki bir bebekle oynayarak vakit geçirip, Çağan için bir kaç oyuncak aldık veeee...
Mission Completed.

San Buenaventura Halk Plajı
Açlık giderildi, cheesecake mideye indirildi. Cheescake için o kadar yol tepmeye değeceğini düşünmüyorum açıkçası. Bizim İstanbul Çavuşbaşı'ndaki kendisi de Amerikan göçmeni olan (ne kadar garip geldi değil mi) Maria'nin küçük dükkanındaki cheesecakeler çok daha güzeldi. Asıl orayı öneririm. Bilmeyenler için: Maria's Cheescake

Varalım biz yolumuza bakalım. Zaman zaman ünlü "1" ile beraber ilerleyen 101 numaralı karayolundan kuzey yönüne vurduk kendimizi. İlk durağımız San Buenaventura Halk Plajı. Susuz
luk giderme, plajda henüz daha 24-25 derece olmuş, zaman zaman serin olan havada denize giren çoluk çocukları seyretme, e-posta kontrol etme ve sigara içme molası sonrasında ise Santa Barbara'ya kadar durmadan devam etmek istiyoruz.

45 dakikalık kesintisiz bir yolculuk sonrasında Santa Barbara'ya ulaştık. Pasifik kıyısındaki 100 bine yakın nüfusa sahip bu şehrin bu kadar ünlü ve şirin olduğunu gitmeden önce bilmiyorduk. Sayfiye kasabası görünümündeki bu şehrin sokakları cıvıl cıvıl. Güzel evlerin ve lüks ve pahalı mekanların çokluğu dikkatimizi çekmişti ama otururken telefondan Santa Barbara'yı araştırdığımda, çok ünlü Hollywood yıldızlarının büyük kısmının yaşadığı/yaşamış olduğu şehir olması nedeniyle bu kadar bilinen bir yer olduğunu öğrendim.

Santa Barbara
Los Olivos



Santa Barbara'yı geride bırakarak San Fransisco hedefimize doğru tekrar yola koyulduk. Yolu bir miktar kısaltmak için 101'e tekrar bağlanmak üzere 154 numaralı otoyola girerek kıyıdan bir miktar uzaklaştık. Yol üzerinde üzüm bağlarını takip ederken, ani bir kararla gördüğüm bir kasabaya dalıverdim. Los Olivos adındaki küçük kasabaya daldım.







Altı üstü 1300 kadar bir nüfusa sahip olan ve üstüne üstlük California'nın sahil bölgesinden uzak sayılabilecek yüksek bir noktasında neden bu kadar araç ve insan var önce anlayamadık. Arabayı park edip, yürümeye başladığımızda şarap tadım evleri ve satış ofislerinin bu kalabalığı çektiğini anladık.


 Yine bizim gibi gelişmişliği inşaat yapmaya indirgemiş uluslar için olağan olmayan bir hususu bu küççük, bizim köy bile saymayacağımız kasabada da gördük. Her aracın yayalara yol veriyor olması, yayaların da yandaki resimde de göreceğiniz üzere boş yollarda dahi yaya geçidi dışında karşıdan karşıya geçmemeye dikkat ediyor olması, sinir bozucu derecedeki düzen ve kuralcılığa karşı bir kıskanma yaşamamıza neden oldu. İnsanın hemen bir iş bulup yerleşesi geliyor bu tür insana değer veren ülkelere.
Morro Bay Semt Pazarı


Cambria'da konaklayacağımız için ve hala 100 mile yakın bir yolumuz olduğu için, fazla kalmadan çıktık yola. tarihi Route 1 yerine daha hızlı olması için yine 101'den devam ettik. Santa Maria'yı pas geçtikten ve yaklaşık 1.5 saat aralıksız gittikten sonra Morro Bay'de yine mola verdik. Şehre girdiğimiz cadde üzerinde dikkatimizi çeken ama dağılmak üzere olan pazarda dolaşmaya karar verdik. Sebze, meyve dışında hediyelik eşya ve diğer hazır yiyeceklerin satıldığı pazar esnafı mallarını toplamaya başlamış olduğundan detaylı bir bilgi edinemedik. Ne yazık ki, Morro Bay hakkında önceden bilgi sahibi olmadığımız ve zaman sıkıntısı nedeniyle, kasabanın geri kalan kısmını gezemedik. Gezemediğimiz için de şehrin sembolü olan, Morro doğal limanının ucunda yer alan ve bir volkanik patlama sonucu oluşmuş Morro Kayasını göremeden ayrıldık.



Creekside Inn - Sigara İçme Köşesinden
Route 1 üzerinde kuzey yönünde bir 20 mil kadar daha yol aldıktan sonra günün hedefine Cambria'daki otelimize (Creekside Inn) ulaştık. Yine sigara içmenin otoparkın köşesindeki 2 m2'lik alan dışında her yerde yasak olduğu, yeşile saygılı bu otelin ormana bakan odasına yerleştik. Rahat bir yatak ve sessiz bir ortam dışında özelliği olmayan otele girerken, resepsiyondaki ablaya sabah erken ayrılacağımızı söyleyince, giderken anahtarı resepsiyon kapsındaki mumluğa bırakmamızın yeterli olacağını söyledi. Sıcak bir ortam yani.

Yerleşme ve biraz dinlenmeden sonra güneş batmadan Cambria sokaklarını dolaşmak için kendimizi dışarı attık. Ama, hem akşam üzeri olması, hem de Nisan ayında Los Angeles'a göre kuzeye çokça yol almış olmamızın etkisi ile tişörtten kazak+monta terfi etme vakti gelmişti. Kendimizi yola attık ve dolaşalım dedik ama, kendisi lisans eğitimini Şehir Bölge Planlama üzerine tanımlamış olan sevgili karım planlamadan, evlerin güzelliğinden, bahçelerden kendini alamadı. Bolca ev resmi çekti. Ama gerçekten, küçücük kasabalarda da, koca metropollerde de yaşadıkları evlerin güzel olması için insanlar çok çaba harcıyorlar ve bu yaşam kalitesini kesinlikle arttırıyor.
Cambria Evleri

Biraz daha turladıktan sonra, gün batımı için okyanus manzarası bulmaya gittik Ağırlık olmasın diye çokça para verip aldığımız DSLR makineyi evde bırakıp, Samsung ve Blackberry cep telefonu kamerasına kalınca gün batımı ancak aşağıdaki gibi kaydedilebiliyormuş. 

Resmin çekildiği nokta için tıklayın

Cambira da, diğer Pasifik kıyısı kasabaları gibi 1800'lü yılların ikinci yarısında yerleşimin arttığı bir kasaba. Aslında pek de güzel olmayan bir iki plajı dışında bir özelliği olmayan 7000 nüfuslu kasabanın ana geçim kaynağının turizm olması ilginç. Ama LA ile SF'nin tam orta noktasında bulunması ve sonrasında Monterey'e kadar doğru dürüst otel bulunmaması nedeniyle, bizim gibi bir çok gezgin burada konaklamayı uygun görüyor.

Soğuk iyice kendisini hissettirip hava da kararınca, akşam yemeği için önceden Tripadvisor'dan belirlediğimiz Main Street Grill'e gittik. Uygun fiyatla, kaliteli ve nefis ızgara keyfi için kesinlikle öneririz. Küçük kasaba dedik ama her hangi bir akşam yemeği için bile sıra beklemeniz gerekir. 

Ve yol yorgunu gezginler otele gider, giderken yanlarına aldıkları biraları bile içemeden uyuyup kalırlar.