Perşembe, Şubat 28, 2013

Kayseri Feneri - Melih Aşık

CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu'nun dün kalın bir dosya ile gündeme getirdiği yolsuzluk Deniz Feneri'nin kopyası adeta.


Anlattıklarını özetleyerek aktanyoruz: "Yasa gereği başkanlığını Valinin, üyeliklerinden birini de Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla Mehmet Özhaseki'nin yaptığı Kayseri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı'nda (Fak Fuk Fon) sahte belgeler tanzim edilerek 351 yoksul yurttaşımıza toplam 1.5 milyon lira yardım yapıldığı bildiriminde bulunulmuş. Ancak yardım yapılmamış. Savcı, para verildiği söylenen vatandaşlan tek tek bulmuş. Yalanı ortaya çıkarmış. Peki 1.5 milyon lirayı ne mi yapmışlar? Çeşitli tarihlerde Mehmet Özhaseki'nin kuyumculuk yapan dünüründen altın satın almışlar. Şu anda İçişleri Bakan Yardımcısı olan dönemin Kayseri Valisi Osman Güneş o altınları katıldığı düğünlerde takı olarak dağıtmış. Paranın 3 bin lirası da şehit ailelerine dağıtması için Cumhurbaşkanımızın eşi Hayrünnisa Gül'e verilmiş. Bu yolsuzluktan dolayı bırakın haklannda dava açılmayı, Osman Güneş'le Mehmet Özhaseki'nin ifadelerine dahi başvurulmamış. Davanın şu anda iki tutuklu sanığı var; biri vakfın müdürü, diğeri de şoförü!"

Kafayı taktım ama takılmayacak gibi değil! - Mehmet Tezkan

Okurlar arıyor; başkanlık sistemine taktın diyorlar..

Valla takılmayacak gibi değil ki..
İktidar adamları dışında iyidir, şahanedir, her ülkeye lazımdır diyeni duymadım..
Siyaset bilimciler, anayasa hocaları; aman ha!.. Dikkat edin ha!diyorlar..

*

Zaten uzmanların uyarmasına gerek yok..
İktidar adamlannın demeçlerini okumak yetip de artıyor bile..
En son Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzunun Taraf gazetesine verdiği demece baktım..
Kafayı takmakla haklıymışım..
Başkanın tek adam olması için, karşısına en küçük bir güç odağının çıkmaması için her şey planlanmış.. En küçük bir hava deliği bile bırakılmamış..
Burhan Hoca anlatmış..
İşe başkanla meclis seçimlerinin aynı güne getirilmesiyle başlanmış..
Niye mi?
Milletvekili listesini başkan adayı yapsın diye.. İstikrar içinmiş!.. Başkan meclisi belirleyemezse zayıf kalırmış..
Yine kalırsa.. Vekiller başkanın her dediğini emir kabul etmezse.. Ayak sürerlerse..
Bu duruma karşı da formül hazır..
Burhan Hoca şöyle açıklamış; ola ki istenilen yasalar zamanında çıkmazsa, parlamento direniş gösterirse, gevşeklik yaparsa başkan kararname çıkaracak..
Başkanla meclis arasında itiş kakış sürerse.. Sürtüşme bitmezse..
Başkan meclisi fesih ediyor..
Kendisi de seçime gidiyor ama partisinin vekil adaylarını kendi belirliyor.. İstediğini listeye koyar istediğini koymaz.. Başkana yamuk yapılamıyor!..

*

Hal bu.. Savunulacak tarafı var mı? Zaten üç beş kişi dışında da savunan yok..

Her Bakanla Ayrı Sistem - Mehmet Tezkan

Eğitim sistemi yaz boz tahtasından beter oldu..

Her bakan olan yeni bir şey icat ediyor.. Kendine göre ayar çekiyor..
Neredeyse son on yılımız böyle geçti..
Bakanlar aynı partiden ama çocukları liseye nasıl yerleştireceklerine bir türlü karar veremediler..
Birinin yaptığını öteki bozdu..

*

Minicik çocukların geleceğinin bir, bir buçuk saatte şekillenmesi doğru değil denildi, sınav sistemi üç yıla yayıldı..
Çocuklar altıncı sınıftan itibaren sınava girmeye başladılar.. Sadece sınav notuyla yetinilmedi, okul notu da katıldı.. Öğretmen kanaati de konuldu..
Öğretmen kanaati işi bozuyor araya torpil, iltimas giriyor diye itiraz edildi..
Çıkarıldı..
Yabancı okullar zaten bu sistemi hiç kabul etmedi.. Bakanlık bastırınca kapatır gideriz diye hafiften tehdit ettiler, bakanlık bastıramadı..
Bu sisteme geçilmesinin nedeni dershane düzenine son vermekti..
Tersi oldu, dershaneler ihya oldu..

*

Bakan değişince üç yıllık sınav maratonu da rafa kaldırıldı.. Yeni Bakan "öğrenciler mahvoldu, çocukluklarını yaşayamadılar, eğitim sistemi test çözme sistemine döndü" dedi ve kendine göre ayar çekti..
Sınavları bir yıla indirdi..
O Bakan gidince yerine gelen Bakan eğitimin tümüyle oynadı..
Yeniden kurguladı..
4+4+4 denilen yapıya böyle geçtik.. Bakan okul düzenini değiştirdi ama sınav düzenini değiştirmeye 'bakanlık ömrü' yetmedi..
Görevden gitti, yeni Bakan geldi..

*

Yeni bakanla birlikte sınav sistemi sil baştan yapıldı..
Kaldırıldı.. Kaldırılmış gibi yapıldı diyebiliriz.. Öğrencilerin liseye girmelerinde ders notlarıyla birlikte ders dışında katıldıkları etkinlikler de etkili olacakmış!..
Ama durun..
Bu yöntem Kabataş, İstanbul Erkek, Galatasaray gibi memleketin iyi okullarını kapsamayacakmış..
Oraya nasıl girilecek?
Yine sınavla.. Her okul ayrı sınav yapacakmış?
Bu şu demek, ortaokul son sınıfa gelenin hayatı sınavdan sınava koşmakla geçecek..
Şöyle izah edeyim.. Kabataş Lisesi'ne girmek için yüz binlerce öğrenci sınava girecek.. Aynı yüz binler Kadıköy Anadolu Lisesi sınavında da buluşacak.. İstanbul Lisesi sınavında da..
Bitmedi..
Yabancı okullar sınavı var..
Özel okullar sınavı var..

*

Durun telaş etmeyin..
Nasıl olsa bir sonraki Bakan 'bu ne biçim' iş diyerek kaldırır..

İfade Özgürlüğü Havuç Değildir - Mehmet Yılmaz

MECLİS'e gönderildiğinin açıklanmış olmasına, rağmen bir türlü TBMM çatısı altına giremeyen "4. Yargı Paketi" Başbakan'ın kararını bekliyormuş.


Sabah'a açıklamalarda bulunan "yargı paketinin hazırlık aşamasında etkin rol alan üst düzey bir yetkili" değişik alternatifler hazırladıklarını, son kararı Başbakan'ın vereceğini söylüyor.

Normaldir, iki nedenle: Birincisi AKP'de Başbakan'ın kaş-göz işareti olmadan nefes bile alınamaz, ikincisi bu siyasi bir karar olacak ve doğal olarak o kararı Başbakan vermeli.

Başbakan'm karar vereceği maddeler "kritik maddeler" olarak tanımlanıyor.

Bunlar Türk Ceza Kanunu'nun "örgüt üyeliği" ve Terörle Mücadele Kanunu'nun "örgüt propagandasıyla ilgili hükümleri.

Bununla ilgili haberlere göre eğer PKK, Apo'nun mektubuna olumlu bir yaklaşım gösterir, kaçırdığı memurları, askerleri serbest bırakırsa paket hemen yasalaşacakmış.

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, paket için "İfade ile şiddetin ayrılması. Bu paketin özelliği odur" diyor.

Yani eğer PKK, Apo'nun ve dolayısıyla Başbakan ın istediği gibi davranırsa kanunlarımız düzelecek, medeni ülkelerdeki gibi ifade ile şiddet birbirinden ayrılacak.

Eğer, Karayılan ya da Bayık ters taraflarından kalkmışsa paket çıkmayacak, Türkiye ifade özgürlüğü bulunmayan ülkeler arasında yer almaya devam edecek.

Değişik bir iş vesselam! Türkiye'nin demokratikleşmesi, gelip Apo'ya ve PKK'ya dayanıyor.

Demokratikleşme, hükümetin elinde, PKK'ya uzatılan bir havuca dönüşüyor.

Tuhaf, çok tuhaf!

Pardon Bakan görevden alınmamıştı - Mehmet Yılmaz

ESKİ Sağlık Bakanı için dün bu köşede yazdığım yazıda "Başbakan görevden aldı" diye yazmıştım. Öğlen saatlerinde Hıncal Uluç aradı ve şöyle dedi: "Sen Mülkiye'nin arka kapısından mı çıktın, kim mezun etti?" Hıncal Ağabey, Sağlık Bakanı'nın görevden alınmadığını, istifa ettiğini hatırlatınca, bende de jeton düştü! Biraz geç oldu ama olsun.

Evet, Sağlık Bakanı görevden alınmadı, kendisiyle birlikte "gönderilen" diğer bakanlar gibi istifa etti.

Çünkü bizim anayasal düzenimizde'başbakanların, bakanlan görevden almak gibi bir yetkileri yok. Normal olarak Başbakan bir bakanla çalışmak istemiyorsa istifasını isteyebilir, bakan istifa etmek istemezse bu kez Başbakan gidip hükümetinin istifasını Cumhurbaşkanı' na verir. Cumhurbaşkanı, yeni hükümetin güvenoyu alacağını düşünürse görevi yine aynı Başbakan'a verir, böylece yeni hükümette o istenmeyen bakan yer alamaz.

Bu çetrefilli yollara girmemek için bizim siyaset geleneğimizde bakanlardan boş kâğıda imza atmaları istenir, Başbakan bunu alır kasasına koyar, canı istediğinde de üzerine bir istifa mektubu yazıp kendi kendisine verir, işleme alır.

Son zamanlarda bu boş kâğıda imza atmanın iyice çığınndan çıktığını da biliyoruz.

Artık kanun teklifleri bile böyle kâğıtların üzerine yazılıyor, milletvekili altında kendi imzası bulunan kanun teklifinin ne olduğundan çoğu kez haberdar bile olmuyor.

"Türk işi demokrasi" böyle! Yoksa "Türkiyeli işi demokrasi" mi demeliydim?

Mustafa Kemal'le İsmet kafatasıyla voleybol oynardı - Yılmaz Özdil

Sanırsın Hamlet'tir.


Kafatası gösteriyor.

*

Antropoloji Enstitüsü'nün 73 sene önce basılmış kitabını kameralara uzatıyor, "bakın raflarda kafatası var, olur mu böyle şey demeyin, işte vesika burada, reisicumhur Mustafa Kemal, aynı şekilde İsmet Paşa'nın başbakan olarak altında imzası var" diyor...

Sonra da "insani midir, vicdani midir?" diye soruyor.

*

Arkeoloji'ye "çanak-çömlek" diyen başbakanın, antropoloji'yi ırkçılık zannetmesi normaldir.

*

İnsani midir diye sorulan...

Zaten, insanbilimi'dir.

*

O kitabı yazan Ankara Üniversitesi'nin ilk rektörü, Ordinaryüs Profesör Şevket Aziz Kansu kafatasçıysa... ingiltere Kraliçesi'nin oğlu, veliaht prens Charles "nazi"dir! Çünkü, diplomalı ırkçı olabilmek için, Cambridge Üniversitesi nde antropoloji eğitimi almıştır.

Sadece ingiltere olsa gene iyi...

Beyaz Saray'da da bi kafatasçının oğlu oturmaktadır, Obama'nin annesi doktoralı antropologdur.

*

Antropoloji ırkçılıksa...

Bizzat AKP hükümeti tarafından açılan Mardin Artuklu, Burdur Mehmet Akif Ersoy, Kırşehir Ahi Evran üniversitelerinde antropoloji bölümleri neden vardır? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur?

*

Antropoloji kafatasçılıksa...

Bizzat AKP hükümeti tarafından, terörle mücadele koordinasyonu için kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına neden illa antropolog kadrosu konuldu?

"Kelle avcılığı" yapmak için mi?

*

İnovasyon gurusu Tom Kelley, neden, başarılı olmak isteyen şirketler mutlaka antropolog çalıştırmalı diyor? Tofaş neden antropolog desteği alıyor? Turkcell neden antropolog istihdam ediyor?

*

Özetle...

Eski tarihli gazete kupürünün sırf başlığını okuyup, içini okumadıkları "Mustafa Kemal döneminde camiyi ahır yaptılar" iftirasına benziyor bu iş.

Hakikaten, vicdani değildir.

Kafatası - Bekir Coşkun

Elindeki kitaptan kafatası resimlerini gösterdi...

Salon sessizleşti...
Görüntüler ürpertici; tek parti dönemi, sararmış eski bir kitabın sayfalarında sıra sıra kafatasları görülüyor...
Dehşeti daha da işlemek için: "Bakın, kafatasları, sayfa on, kafatasları raflarda..." ?
Korku filmi gibi...
Bülent Arınç ağlayacak ama, kafataslarının sahibini tanımıyor...

Başbakan, Atatürk döneminin "kafatasçı" olduğunu kanıtlamaya çalışıyor... Gösterdiği resimler, Antropoloji Enstitüsü'nün laboratuvarları...
*
Cehaletin bu kadarı olmaz...
*
Antropoloji (insanbilim); insanın biyolojik geçmişini, kavimleri, göçleri, ırkların akrabalıklarını, yapılarını, tiplerini inceleyen bilim dalıdır...

Doğal olarak kazılardan çıkan kemikleri, kafataslarını, iskeletleri inceler...

Diyelim ki Amerika'daki Kızılderililerin hangi anakaradan oraya geldiği böyle belirlendi... Ya da Kapadokya'da o yeraltı şehirlerini yapanların kim olduğu...

Tarihi kazılarda kim ne bulsa oraya gönderir...

Cumhuriyet'in ilk yıllarında, 1925'te Antropoloji Enstitüsü kuruldu...

1929'da İstanbul Üniversitesi bünyesine alındı, 1935'ten bugüne kadar da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin bir bölümü...
*
Şu anda antropoloji bölümü olan diğer üniversiteler: Hacetepe Üniversitesi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Yeni Yüzyıl Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Karabük Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi, Kırşehir Üniversitesi, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi...

En az yarısını açan kim?

Kendisi...

Gitse kafataslarını görecek...

*
Tüm amacı; önünde engel gibi gördüğü milliyetçilik, ulusalcılık, Türklük gibi duyguları yaralamak...

Atatürk ve laik cumhuriyeti aşağılamak...

Kafatası resimleri bulmuş kütüphaneden...

İlk kez gördüğü için...

Gösteriyor...

İyi ki müzedeki kılıçları "suç aleti" diye alıp getirmedi...

*
Ne yapacaksınız...

Cehalet, cahilin sermayesidir...

Çarşamba, Şubat 27, 2013

Tekzip ve Yanıt - Mehmet Yılmaz

TEKZİP

GAZETENİZİN 20 Aralık 2012 tarihli nüshasında Mehmet Y. Yılmaz imzası ile yayınlanan yazıda, daha önce gönderdiğimiz açıklamalara rağmen, gerçekdışı beyanlar ve hakaretler sürdürülmüştür.


Bu ülkede yaşayan her Türk vatandaşının sahip olduğu bir hak, açık mevzuat hükümlerine rağmen, ısrarla ve maksatlı şekilde hukuk dışı işlem gibi yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Demokrasilerde medyanın, halkı doğru şekilde bilgilendirmek gibi hayati bir amacı ve sorumluluğu vardır.

Gerçekdışı iddialar üzerinden, bireylerin kişiliğine, mahremiyetine, toplumsal saygınlığına saldırmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir.

Halkımızın büyük teveccühünü kazanmış Tam Gün Kanunu'yla, sosyal devlet ilkesinin gereği olarak halkımızın sağlık hizmetlerine ücretsiz şekilde ulaşmasını temin etmek, hasta ile hekim arasındaki para ilişkisine dayalı sistemi ortadan kaldırmak amaçlanmış ve bunda önemli bir başarı kaydedilmiştir.

Sayın Bakan'ın eşi için gerekli ameliyat bir özel hastanede gerçekleştirilebilirdi. Ancak üniversite hastanesi tercih edilerek, özel çalışan öğretim üyelerinin mevzuat gereği eğitimci ve konsültan olarak tetkik ve tedavi süreçlerine katılmak zorunda olduğu tüm vatandaşlarımız için bu yolun açık olduğu gösterilmiştir.

Bu olay, muayenehanesini tercih etmiş, öğretim üyesi hekimlerin, Tam Gün Kanunu sonrası hastalara bakamadığı ve ameliyatlarına giremediği iddialarını geçersiz kılan bir örnektir.

Tam Gün'ün ruhuna uygun olarak, yani hekim/ hasta arasında para ilişkisi kurmadan, öğretim görevlilerimizin tecrübesinden kamu sağlık sistemi içinde tüm halkımızın istifade etmesi gereklidir.

ASLINDA İSTİFA ETMESİ GEREKİRDİ
BİR tekzip okudunuz.

Hem yargı düzenimiz için hem de siyaset için ibretlik bir vesikadır.

Neden böyle olduğuna birlikte bakalım.

Konu neydi: Eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın eşi, Gazi Üniversitesi Hastanesi'nde, Tam Gün Kanunu nedeniyle üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalan bir hekim tarafından ameliyat edilmişti.

Bu durum, söz konusu kanunda tarif edilen "konsültan hekim" tanımına uyuyor. Üniversiteden ayrılmak zorunda kalan hekimler, aynca ücret almamak kaydıyla üniversitenin eğitim faaliyetlerine katılabiliyorlar, ameliyat yapabiliyorlar. Zaten söz konusu ameliyatı yapan hekim de eğitim işine önem verdiği için gönüllü olarak bu faaliyetlere katılıyor.

Bununla ilgili bir sorunumuz yok.

Sorunumuz, kanunda yazılı bu haktan her Türk vatandaşının eşit şekilde yararlanıp yararlanmadığıydı.

Tekrarlıyorum: Söz konusu hanımefendi, bakanın eşi değil de, aynı bakanlığın herhangi bir görevlisinin eşi olsaydı, bu haktan yararlanamayacaktı.

Bununla ilgili olarak bana ulaşmış çok sayıda hasta var. İsimlerini, hangi üniversitelerden bu izinleri alamadıklarını açıklayamıyorum.

Çünkü Türkiye'deki otoriter yönetimin insanlarımızın üzerine yaydığı korku buna engel.

Bundan utanması gerekenler de o vatandaşlarımız değil, ben hiç değilim! Ben yazımda hem kanun maddesine, hem de Sağlık Bakanı basın müşavirinin terbiye sınırlarını zorlayan açıklamalarına yer verdim.

Kanunun arkasından dolaşan Bakan'ın da siyaseten sorumlu olduğunu, istifa etmesi gerektiğini de kişisel yorumum olarak yazdım.

Ama işin ilginç tarafı Ankara 14. Sulh Ceza Mahkemesi, bir köşe yazısındaki yoruma gönderilen ve içinde hakaretamiz ifadeler yer alan dört ayrı tekzip metnini kabul etti.

Avukatım bu karara bir üst mahkemede itiraz etti.

Ankara 1. Asliye Ceza Mahkemesi, itirazımız üzerine tekzip metnindeki hakaret bölümlerini çıkarttırdı ve yukarıda okuduğunuz tekzip metninin yayınlanmasına karar verdi.

Mahkemenin kararına saygımdan dolayı yayınladım.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na önerim şudur: Tekzip taleplerine bakan mahkemelerin yargıçları konuyla ilgili olarak eğitilmelidirler.

Ne haberdir, ne kişisel yorumdur, bunların arasındaki farklar nelerdir, eleştiri hakkı nedir, kendilerine iyice öğretilmelidir.

AİHM kararları, basının eleştirme hakkının bir demokrasinin olmaz ise olmaz koşulu olduğunun çerçevesini çiziyor.

Bu tekzip metnini yayınlamayıp, bu nedenle mahkûm edilmiş olsaydım, AİHM'den sıkı bir tazminat kazanırdım.

Mahkemeler, her tekzip metnine böyle yaklaşmıyorlar. Ama tekzip eden kişi, bakan, vali, emniyet müdürü vs. gibi bir sıfata sahip ise önlerine gelen metni bile okumadan, savunmayı dikkate almadan tekzip karan alabiliyorlar.

Eleştiri hakkının kullanılması böylece sınırlandırılıyor. Demokrasiyi, ifade özgürlüğünü filan bir kenara bıraktım, en hafif deyişle ayıp oluyor! Recep Akdağ Bey'e gelince: Artık bakan değil, yeni bakan da onun üniversite dışına ittiği hocaları yeniden kazanmanın yollarını arıyor. Bu ceza ona yeter diye düşünüyorum! Ve tekrarlıyorum: Aslında istifa etmesi gerekirdi, Başbakan kendisini görevden aldı. Başbakan'ın iyi icraatlarından biridir diye düşünüyorum.

Yeri gelmişken hanımefendiye geçmiş olsun dileklerimi de tekrarlamak isterim.

Salı, Şubat 26, 2013

Yaşasın Adalet - Mehmet Yılmaz

İSTANBUL 2. Asliye Ceza Mahkemesi basın davalarına bakıyor.


Elimde mahkemenin iki ayrı kararı var.

Kararlardan biri Yeni Şafak gazetesi aleyhine açılmış bir davayla ilgili. Gazete, 23 Mart 2012 tarihinde, Deniz Feneri davasının eski savcıları Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren in beraatla sonuçlanan yargılanmalarıyla ilgili bir haber yayımlamış.

Haberin başlığı şöyle: "Tahrifatçı Savcılar Yargıtay'da." Savcılar da bunun üzerine "tahrifatçı" denilerek kendilerine yayın yoluyla hakaret edildiği iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş. İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, haberi "basın özgürlüğü" kapsamında değerlendirerek, sorumlu yazıişleri müdürü ve haberi yazan muhabir hakkında beraat kararı vermiş.

Kararda şöyle deniliyor: "Kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak damgalanmalarını sağlayacak şekilde yayın yapmak suçunun yasal unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla, beraat kararı vermek gerekmiştir." İkinci karar Aydınlık gazetesinde yayımlanan bir haberle ilgili.

Gazetenin 7 Mayıs 2012 tarihli sayısında, Deniz Feneri savcılarının yargılanma aşamasında, "HSYK'nın Tahrifat Yaptığının Belgesi", "Savcıların Savunma Hakkı Kısıtlandı", "İşte HSYK'nın Tahrifat Yaptığı O Belge" başlıklarıyla bir haber yayımlanmış.

Haber Savcı Nadi Türkaslan'ın suçlandığı konunun bir benzerinin kendisine HSYK tarafından da yapıldığını anlatan sözlerine dayanıyor.

Haber üzerine İstanbul Basın Savcılığı re'sen harekete geçmiş, muhabir hakkında "yayın yoluyla hakaret" suçlamasıyla dava açılmış.

Bir önceki örnekte beraat kararı veren mahkeme bu kez muhabiri 11 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm edip. kararın açıklanmasını ertelemiş.

Mahkeme kararında şöyle deniliyor: "Yayımlanan haberin, bizzat HSYK'nın şahsi kişiliğine yönelik olduğu, kamuoyu nezdindeki şeref ve saygınlığına saldırıda bulunarak, hukuka uygunluk ve eleştiri sınırının aşıldığı vs." Her iki kararı da okuduktan sonra, eski Türk filmlerindeki gibi "Yaşasın adalet!" diye bağırmak geldi içimden!

İmralı: Dakika 1 Gol 1 - Ahmet Tan

Bektaşi'ye sormuşlar: - "Kadınların eli neden öpülür?" "Eeee" demiş "Bir yerden başlamak lazım!" ???


Çok şükür "süreç" bir yerden başlayacaktı. Hafiften el ve ağız peşrevi başladı. Şimdüik kimse kimseyi öpmüş değil.

Öcalan'ın "Devletin ve PKK'nin elindeki tutsaklar" sözüne de takılmamak gerek.

"Sayın Öcalan" haklı. PKK'nin kaçırdığı ve 18 Kasım 2011'den beri elinde tuttuğu "doğudaki öğretmenler" zaten Türkiye Cumhuriyeti'nin memuru falan değil "tutsağı" imiş. Ki bu on iki öğretmenimize "İşe gitmedikleri için önce maaş kesme cezası verilmiş" sonra da "çalışmadıkları için işten atılmışlar!" Bu PKK/ BDP/Kandil iddiası falan değil. CHP'li n Umut Oran'ın önergesi üzerine eski Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'in TBMM tutanaklarına geçen resmi açjklaması! Özetle...

Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip çıkmadığı öğretmenlerimize eski Milli Eğitim Bakanımız yerine eski(?) "Milli Bebek Katilimiz" Sayın Öcalan'ın merhamet göstermesi PKK'nin TC'ye attığı ilk gol sayılmalıdır! Faul ve ofsayt mofsayt yoktur.

Helal olsun.

Kılıçdaroğlu'ndan Demokrasi Dersi - Emre Kongar

Parti içinde ve ülkede, bütün davranışlarında, politikalarında otoriter olan, iktidarı kişiselleştiren bir liderden demokrasi açılımı beklenebilir mi?


İktidar erkini "Ben" zamiri ile ifade eden...

Milletvekili, vali ve vatandaş için, kişisel iktidarını vurgulayan bir biçimde, "Benim" diyen...

Şampiyon takımın kupasının nerede verileceğine, inşa edilecek caminin projesine bizzat karar veren...

Hiçbir konuda "ikinci adam" koltuğunu bile doldurtmayan, kimseye yetki vermeyen...

Her kademedeki yöneticileri, uzmanları, yazarları, sanatçıları ve en önemlisi vatandaşları azarlayan...

Kimin ne yiyip içeceğine, kaç çocuk ve nasıl doğum yapacağına, nerede ibadet edeceğine karışan...

Kendisinin bir kalemde bozduğu adalet sistemini, perakende paketlerle düzeltmeye çalışıyor izlenimi veren...

Gazetecileri, politikacıları, askerleri, özgürlükçü ve demokrat protestocuları, öğrencileri hapse attıran...

Bütün bunlarla yetinmeyip, kendisine daha büyük, daha geniş ve mutlak yetkiler isteyen...

Bir lidere, "Demokrasi" konusunda ne kadar güvenebilirsiniz?

***
Demokrasiler, "Karizmatik liderlere", "Kurtarıcı liderlere", "Olağanüstü liderlere" muhtaç değildir...

Demokrasiler, demokrasiyi içselleştirmiş, olağan vatandaşlar arasından çıkan liderlerle yerleşir ve gelişir!

***
Kökleri dinciliğe ve milliyetçiliğe, biat kültürüne dayanan sağ partiler, otoriter liderliğe daha eğilimlidir...

Oralarda liderlik daha kolaydır.

Kökleri özgürlüğe, eşitliğe, sosyal adalete, tartışma kültürüne dayanan sol partiler, demokratik liderliğe daha yatkındır.

Oralarda liderlik çok daha zordur!

***
Pazar günü Cumhuriyet'te İlhan Taşcı'nın, CHP'nin İstanbul adayları hakkında Kılıçdaroğlu'nun ne düşündüğüne ilişkin bir haberi yayımlandı.

Haberin bazı bölümleri şöyle: "CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığına sıcak baktığı Mustafa Sangül'ün daha sonraki süreçte genel başkanlık koltuğunu zorlayabileceği yorumlarını 'Sarıgül'ün genel başkanlık adaylığından çekinmem. Ben resmen ve potansiyel genel başkan adaylarının tamamını yönetime taşımış bir kişiyim' diye değerlendiriyor...

Kılıçdaroğlu isim vererek resmen CHP genel başkanlığına aday olmuş Umut Oran ve Prof. Dr. Haluk Koç gibi isimleri yönetime taşıdığını da yakın çevresine anımsatıyor...

Kılıçdaroğlu "Benim bu koltukta ilelebet oturayım ısrarım yok. Ben potansiyel genel başkan adaylarının tamamını yönetime taşımış birisiyim. Böyle bir kaygım olmaz. Hatta benden sonrası için potansiyel adayların yarışmasını öneriyorum' değerlendirmesiyle de parti içi yarıştan çekinmeyeceği ve olası rakiplerinin önünü kesmeye çalışmayacağını ifade ediyor."

***
Kılıçdaroğlu, bugüne kadar, eylemleri ve söylemleri bakımından, hem parti içi hem de ülke politikalarında tutarlı bir demokratik çizgi izlemiştir: Bütün kışkırtmalara karşın etnik ve mezhepsel tuzaklara düşmemiş...

Parti içi demokrasiden ayrılmamış...

CHP'nin çözüm politikalarının daima demokratik, temel hak ve özgürlüklere uygun çizgilerde oluşturulmalarına önem vermiştir.

Demokrasi konusunda güvenilir ve örnek bir liderdir Kılıçdaroğlu!

Çarşamba, Şubat 20, 2013

RTE'den Dün Dündür, Bugün Bugün

Sosyal medya Başbakan’ın bu videosunu konuşacak - ODATV Video

Ozü sözü bir sapıklar varken komutanlardan tanık olur mu... - Yılmaz Özdil

Erkek çocuğuna tecavüz etti.

Sekiz ayrı tecavüz davası var.
Sapık... Tanık.

*
Helikopter satın alacağını iddia eden, ancak, kontörü bittiği için mesaj atamadığını söyleyen, dolandırıcı... Tanık.

*

Katil.
Cinayetten hükümlü.
Hırsızlıktan sabıkası var.
Gasptan sabıkası var.
Tanık.

*

Bana şu şu isimli sanık katliam yapmam için silah verdi diyen, hangisi o göster bakiim denilince, şu şu isimli sanığı salonda teşhis edemeyen, yalancı... Tanık.

*

191 saldırı ve pusuda 283 kişinin ölümünden sorumlu tutulan; vatan toprağını bölmeye yönelik eylemlerden, ömür boyu hapse mahkûm edileg, tescilli terörist...
Tanık.

*

Işık Koşaner, tanık olamıyor.

*

Sapık tanık oluyor; hava kuvvetleri komutanı olamıyor.
Katil tanık oluyor; deniz kuvvetleri komutanı olamıyor.
Yalancı tanık oluyor; jandarma genel komutanı olamıyor.

*

Tarih affetmez filan deniyor ya...
Cümleten, tarihe tanık olunuyor!

Cuma, Şubat 15, 2013

Hilmioğlu davası aynen Dreyfus olayına dönmüştür artık - Zülfü Livaneli

İranlı büyük şair Şirazlı Sadi der ki: “Dünyanın bütün nehirleri, adalete susayan bir insanın susuzluğunu dindirmeye yetmez.”


Bu dizedeki gibi, hepimiz adalete susamış durumdayız; vicdanlar isyan ediyor.

Rahmetli Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam eden Yassıada Mahkemesi de kendisine “Yüce Türk adaleti” diyordu ama ne yücelikle ilgisi vardı ne de adaletle.

O rejim hiç olmazsa kendisinin bir ihtilal hukuku olduğunu kabul ediyordu. Bugünkü haksızlıklar ise “ileri demokrasi” altında yapılıyor. Kısacası bu ülkede yine; “Kanun diye kanun diye kanun tepeleniyor.”

AB, Kopenhag kriterleri bu mu?

Adalet herkes için gereklidir ama bazı davalar sembol olur, öne çıkar, kamu vicdanını kanatmaya başlar.

Profesör Fatih Hilmioğu davası aynen Dreyfus olayına dönmüştür artık.

Karaciğer kanserine yakalanmış ve hastane koşullarında tedavi edilmesi imkânsız olan bir bilim adamını, dört yıl hücrede yatırmak yetmiyormuş gibi, hâlâ hapiste tutma ısrarının sebebi ne?

Gencecik oğlunu toprağa verdiği gün eşiyle aynı arabaya bile bindirilmeme, hiç olmazsa o yas gecesini kendi evinde geçirmesine izin verilmeyip Sincan Cezaevi’ne kapatılma insafsızlığı hangi vicdana sığar?

Sayın Bülent Arınç; siz de aslan gibi bir evlat kaybettiniz; nasıl bir acı olduğunu bilirsiniz; bu zulüm içinize siniyor mu?

Hem nedir suçu bu rektörün?

Eline silah alıp yol mu kesmiş, gizli örgüt mü kurmuş, canlı bomba mı yetiştirmiş, faili meçhul cinayet mi işlemiş, otelde aydın mı yakmış, domuz bağıyla adam öldürüp toprağa mı gömmüş?

Hayır, tek suçu laik cumhuriyete inanan, aydınlık bir bilim adamı olması.

Aynen, binlerce hayat kurtarmış olan Mehmet Haberal gibi.

Nedir bu insanların suçları? Neyle itham ediliyorlar?

Dört yıldır, beş yıldır hangi delil aranıyor, hangi delili karartma şüphesinden söz ediliyor?

Yoksa rejimin sevmediği kişiler için gizli idam kararları alındı da haberimiz mi yok? Belli bir yaşa gelmiş bu kişilerin dört duvar arasında can vermeleri mi amaçlanıyor?

Neredesin Uluslararası Af Örgütü, neredesin Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komisyonu, neredesin Freedom House?

Niye gelip bu cezaevlerini ziyaret edip, sağlık raporlarını incelemiyorsunuz?

AB ve Kopenhag kriterleri bu mu?

Neredesiniz insan haklarını savunanlar ve kendine liberal adını takanlar. Bu rektörler, yazarlar, gazeteciler, bilim adamları, yurtsever subaylar cezaevinde ölürse zil takıp oynayacak mısınız?

***

Heinrich Böll’ün bir kitabının adı şuydu: “Ademoğlu Nerdeydin?”

Bu soruya cevabı ikinci bir kitapla vermişti: “Ve O Hiçbir Şey Demedi.”

İşte hâlimizin fotoğrafı budur: Kimse hiçbir şey demiyor!

Çarşamba, Şubat 13, 2013

Omuz Görününce - Mehmet Yılmaz

THY 'nin tutumuyla TRT'nin tutumunu birlikte düşünmek gerekir.


TRT geçen hafta sonu yayımladığı bir filmi kadın oyuncunun omuzlarını buzlama diye tabir edilen yöntemle bozarak yayınladı.

Oyuncu Ayça Varlıer'e de katılacağı bir program öncesinde nasıl giyineceğine ilişkin talimat yollanmış: Giysi kolsuz olmayacak, yakası köprücükkemiğini kapatacak vs.

Ahmet Hakan dün Hürriyet'teki köşesinde şöyle yazmıştı: "Herhangi bir kurumsal yapı bir insanın giymeye münasip bulduğu herhangi bir kıyafeti münasip bulmama had bilmezliğini sergiliyorsa o kurumsal yapıya 'Hadi len' denir ve bir daha o kurumun kapısından bile geçilmez".

Evet, doğru söylüyor, buna cüret eden kuruma böyle yapılır. Mesela Samanyolu televizyonu böyle bir dayatmada bulunuyorsa, gitmemeli ve boykot etmelisiniz. Ya da NTV, CNN Türk, Kanal D, Show vs.

Bunlar ticari işletmeler, kendilerine hedef olarak seçtikleri bir izleyici profilleri var. Yayınlannda bunu gözetmek hakkına sahiptirler.

İsterlerse mayolu çıkarırlar ekrana, isterlerse çarşaflı.

Bu politikalan size uyuyorsa çıkarsınız, uymuyorsa çıkmazsınız, çok basit.

Ama bir sorun var ki TRT kamu kurumu.

Vergilerimizle finanse ediyoruz. Tıpkı üniversiteler gibi.

Eğer genel ahlak anlayışını zorlamıyorsa insanların hangi giysiyi tercih edecekleri TRT'yi ilgilendirmemeli. Aynı şekilde bir kadın omzu görünce tahrik olabilecek ve onu sansürleme ihtiyacı duyacak bir sapık da böyle bir kurumda çalıştırılmamalı.

Çünkü biliyorsunuz memlekette kadın saçı görünce tahrik olan sapıklar bile var, giderek sansür sırası onlara da gelecektir.

Bunları yapıyorlarsa bilin ki hayatınızı nasıl yaşayacağınızla ilgili tercihleriniz, seçimleriniz tehdit altındadır. THY'de olan ile TRT'de olan aynıdır.

Dertleri Yaşam Biçimimize Müdahale - Mehmet Yılmaz

THY' nin batıdaki -turistik merkezler haricindeki iç hat uçuşlarında içki servisini yasaklamasıyla ilgili eleştirilerden biri de "Bir turist uçakta içki servisi isterse ne olacak" şeklinde.


Tipik bir "El âlem ne der" belirtisi! Batı karşısında yüzyıllardır ezilmiş olmanın yarattığı aşağılık kompleksinin bir tezahürü de diyebiliriz elbette.

Sorun Batılıyla, turistle, el âlemin ne diyeceğiyle ilgili değildir.

Söz konusu yasak bizi ilgilendiriyor, bize yönelik ve bizlerin yaşam biçimimize yönelik bir tehdidi gösteriyor.

Bu yasak, bir işletmenin, kendisini ilgilendiren maliyet hesaplarıyla açıklanabilecek bir şey değil.

Madem içki yasağının uygulandığı hatlarda talep azlığı var, hatta bazı hatlarda iddiaya göre hiç talep yok, o zaman neyin maliyetinden söz ediyoruz?

Her uçağa zaten yüklenen ikram konteynırlarının içine birkaç şişe daha eklenmesi yılda kaç liralık bir benzin tüketimine neden olabilir?

50 bin dolar? 100 bin dolar? Bu kadar bile tutmaz! Bu tasarrufa dikkat eden bir havayolu şirketi kimsenin okumadığı yandaş gazeteleri de uçağa yüklemezdi. Bu tasarrufa dikkat eden bir havayolu işletmesi, kimsenin okumadığı gazeteleri zaten en başında satın da almazdı! Dertleri tasarruf filan değil, yalan söylüyorlar.

Bir tek dertleri var. İnsanları belli bir yaşam biçimine zorlamak! Ya onların istediği gibi yaşayacaksınız ya da yok sayılacaksınız, mümkünse yok olacaksınız.

Bunlar gelecekle ilgili işaret fişekleri! Bir de anayasa değişsin, başımıza bir diktatör "başkan baba" geçsin, görün bakın daha neler olacak.

Salı, Şubat 05, 2013

Vurun Kahpeye - Yılmaz Özdil

Amerikalı kadın öldürüldü.
Deniyor ki...
Tek başına ne geziyordu?
*
Kadın dediğin...
Tek başına sokağa çıkmaz çünkü! ?
Hatırlayın...
Rus kızı, ahtapot gibi uzanan ellerden kurtulmak için Taksim'de otobüs durağının üstüne tırmanmıştı, ayakkabısı çıkmıştı, çorabını çekiştiriyorlardı aşağıdan, külotunu cep telefonuna kaydediyorlardı. Alman kız taksicilere, Litvanyalı kız eczaneye, Hırvat kız benim kameramana sığınmıştı, kazağı duruyordu ama, sutyeni yırtılmıştı, sutyeni...
Bacaklarını açıp göstermek istedi, rtük var dedik, kollannı sıyınp gösterdi, mosmordu. Salyalannı akıta akıta sıntanlar, 50'şer lira filan ödeyip, çıktılar.
*
Aramıza döndüler.
Otobüse, vapura, tenhaya.
*
 Tecavüz ederken suçüstü yakalanan adam, henüz tecavüz gerçekleşmediği için "yarım kaldı" indirimi aldı bu memlekette.. Tecavüzünü kameraya kaydeden sapık "eski sevgilisiymiş" indirimi aldı.
"Tecavüzde bağırmıyorsa, rıza göstermiş sayılır" indiriminden faydalanan var.
Üvey kızına tecavüz edip, "kızın ruh sağlığı bozulmadı raporu"yla indirim alan var.
Ormanda saldıran, döve döve çınlçıplak soyan, ancak, astım krizi geçirerek bayılıp yakalanınca, "orası ıssız bi yer, isteseydim yapabilirdim" indirimi alan var.
Tecavüz edip, hamile bırakan, sonra da "zaten bakire değildi" indirimi alan var. Tanımadığı birine saati soran eşini delik deşik ederek öldürüp "cilve yaptı" indirimi alan var. Eşini katledip, "kot giyiyordu, piercing takıyordu, çantasında doğum kontrol hapı buldum" indirimi alan var. Kadın programında, "babam bana tecavüz etti" diyen kızını öldürüp, "babasını kamuoyunda mahcup etti" indirimi alan var. Mahkemeye takım elbiseyle geldi diye "iyi hal" indirimi- alan seri tecavüzcü var.
*
Bakın, daha bu hafta...
Denetimli serbestlik yasası çıkanp, bismillah, ilk kimleri bıraktılar?
Kadın dövenleri.
*
Hırt cumhuriyetidir.
*
Amerikalı kadının öldürülmesinden daha vahimi...
Kadının öldürülmesine hiç kimsenin şaşmamasıdır!

Kandil Turizm - Bekir Coşkun

Başka ülkeye gitmek isteyen PKK'li teröristlere "güvenli gitme imkânını" bizzat Başbakan açıkladı dün...
Garantili seyahat yani...
*
Sen Pendik'e kadar git, ya dönersin ya dönemezsin...
Garanti yok...
"Beyoğlu'na kadar çıkacağım, acaba benim garantim var mı?" diye açın sorun karakola...
*
PKK'li teröristlere "güvenlik içinde" seyahatin garantisi Başbakan'dan...
Televizyonda "Ülkeyi terk etmeleri halinde, her türlü güvenlik içinde bu imkân verilir" dedi, duydunuz...
Askerlerin yarısı ise hapiste....
Kaçmasınlar diye...
*
Gidecek teröristlerin "güvenliklerini" herhalde Devlet Malzeme Ofisi sağlayacak değil...
Türk Silahlı Kuvvetleri sağlayacak, nasıl yapıp yapıp...
Ki bir şey olmasın...
Teröristlerin gidebilecekleri ülkeler: "Güvenli biçimde Almanya mı olur, Belçika mı olur, İtalya mı olur, Hollanda, İspanya, Portekiz mi olur?.." Yarım pansiyon...
Tam pansiyon...
Nereyi beğenirse...
Kandil Turizm çünkü...
*
Diyelim ki o teröristleri kovalamakla ömrü dağlarda geçen şanlı şerefli komutan demir pencereden seslendi: "Gardiyan..." "Efendim..." "Biraz gidebilir miyim?.." "İspanya" gibi gelmiştir size...
Gözünü silen komutan: "Annem öldü, görüp geleyim..." Bu "garanti" dışı...
Yok öyle...
*
Yurtdışında olan subaylar uçağa binip geldiklerinde "kaçar" diye tutuklayıp içeri kapattılar da, teröristlerin "güvenlik içinde kaçmalarını" sağlamak değişik gelebilir size...
Gelmesin...
Terörist başının yol haritasına göre ve terör örgütü ile el ele verilerek "terörü bitirme" süreci olacaksa...
Normaldir...
*
Bindiğiniz alametin kıyametidir sadece...
İyi ki askere "kaç" demediler neyse...

Cuma, Şubat 01, 2013

Yeter, Gerçekten Yeter

Bugün, ülke büyük dış borç stoğu ile büyümenin sıkıntılarına gebe bir halde.


Bugün, sıradan vatandaşların adalete güvenemediği (eskiden de pek yoktu ama şimdi iyice) bir haldeyiz.

Bugün, eğitim neredeyse senede iki kez değiştirilen müfredat, sınav sitemleri ve iç yönetmeliklerle berbat halde.

Bugün, her ilde üniversite manyaklığının sonucunda niteliksiz iş gücü fazlası ile karşı karşıyayız.

Bugün, dış politikada monşerlerden alaylılara geçişin sancılarını yaşıyoruz, yönümüz ve sonumuz belirsiz.

Bugün, Ankara Belediye başkanı 1994’te devir aldığı raylı sisteme 1 durak daha ilave edememesine rağmen, EGO’yu batırmasına, peşin topladığı doğalgaz bedellerini BOTAŞ’a ödemediğinden neredeyse BOTAŞ’ın batmasına sebep olacakken, sadece şatafatlı yollar ve peşkeş çekilmiş araziler karşılığında 19 yıldır iktidarda ve hala başkalarına laf yetiştirebiliyor.

Bugün, Kadir Topbaş beni İstanbul’dan kaçıran icraatlara sebep olmamış gibi, metrobüsü önce yüz yılın projesi diye kakalayıp, tanesi 1.3 mio EUR’ya körüklü otobüs alıp ve şimdi de utanmadan “aslında bu işin doğru çözümü raylı sistemdir” özdeyişini söyleyebiliyor.

Bugün, Deniz Feneri davası rezaleti yaşanabiliyor.

Bugün, sadece muhalefet olduğu için Belediyelere keyfi baskınlar, gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleştirilebiliyor.

Bugün, gazeteciler, bilim adamları sebepsiz yıllarca içeride tutulabiliyor.

Ve siz,

Bunca sorun, dert ve kaygı arasında Türklük kavramı, Ulusalcılık kavramı ile günü kurtarınız.

Hocam, sapına kadar solcuyum. En sağlamından, belki binlerce kitap okuyarak teorik solcu olmadım ama, pratikte solculara layık yaşarım. Emeğe, çevreye, insana, sanata, bilime, akla saygım sonsuz. Hiç kimseyi ötekileştirmedim, ötekileştirmem. Memleket dayanışma derneklerini, yurt içinde yurt dışında dini veya etnik temel üzerine kurulmuş vakıf, dernek ve partileri sevmem. İnsanların, seçemediği coğrafyada doğmasının doğal sonucu olan etnik ve dini kimliği nedeniyle negatif veya pozitif ayrımcılığa uğramasından nefret ederim. Asıl olanın akıl ve insanlık olduğuna inanırım. İnsanların bu iki kutsalı ile kandırılmasına dayanamam (aslında artık gülüp dalgamı geçiyorum, muamele layıktır diye).


Ama siz, sadece ırkı temsil eden Kürt kavramını yüceltirken, bir ulusu temsil eden, bütün dünyanın bizi tanımlarken kullandığı, Mesut Özil’in Alman olması gibi, Arnold’un Amerikalı olması gibi, Zinane’ın Fransız olması gibi, Türk kavramını faşistlikle eşdeğer kılmak için sabırsızlanıyormuşsunuz. Gidin, Orta Anadolu’nun muhafazakar şehirlerine, çocuklarını Kürtlerle, Çingenelerle korkutan, ramazan da oruç tutmayanı dışlayan faşistleri görün lütfen. Ve emin olun, bu insanlar MHP’den çok AKP’ye oy veriyorlar. Öncesinde Refah’a, daha önce DYP’ye, daha önce de ANAP’a oy vermişlerdi. Şimdi, CHP seçmeni olarak ben, faşist oldum öyle mi?

Ulusalcıyım kardeşim, bu ulusu bu ülkeyi seviyorum, ülkeme birilerinin patriotlarının dikilmesini, radarının konulmasını istemiyorum. Komşularımla ticaret yapmak, iyi geçinmek istiyorum. Savaş çığırtkanı olmak istemiyorum. Ne Budist, ne Şaman, ne Hristiyan, ne Yahudi, ne de güneşe tapan kökten dincilerin, dünya ve ülkelerinin siyasetinde etkin olmasını istemiyorum.

Ulusalcıyım, vatanseverim, solcuyum. Nazım Hikmet okur, Ahmet Kaya dinlerim. Köküm nereden geliyor bilmedim, araştırmak da istemiyorum, bu ülkenin vatandaşı olduğum için Türk olmaktan gurur duyuyorum. Bu ülkedeki tüm Kürtlerin de Kürt oldukları kadar Türk olmaktan gurur duydukları günleri özlüyorum.

Size melankolik hayatınızda mutluluklar dilerim. Ama benim gerçeklerim bunlardır.