Cuma, Ekim 30, 2015

28 Şubat Çok Hafif Kaldı - Mehmet Yılmaz


Çarşamba, Nisan 01, 2015

Ayhan Çarkın'ın itirafları

Son yaşanan olaylar sonrasında Milliyet'te yayınlanan aşağıdaki yazıyı haıtlatmakta fayda var;

http://www.milliyet.com.tr/perpa-daki-kizi-tanik-olmasin-diye-oldurduk-/gundem/gundemdetay/28.12.2011/1481168/default.htm?ref=OtherNews

PERPA’daki kızı tanık olmasın diye öldürdük!

Ayhan Çarkın, aktif görev yaptığı döneme ilişkin olarak CHP’li Aygün’le ağlayarak konuştu, çok sayıda faili meçhul cinayetle ilgili bilgiler verdi

PERPA’daki kızı tanık olmasın diye öldürdük!

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’e Adalet Bakanlığı’nın izniyle önceki gün Ayhan Çarkın’la 4 saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Aygün’ün notlarına göre ağlaya ağlaya konuşan Çarkın, diğer özel harekatçılara konuşmaları için çağrıda bulunarak özetle şunları söyledi:
ÇITLAK’I BOŞA ÖLDÜRDÜK: PERPA baskını, basit bir gaz bombasıyla yapılabilecek bir operasyondu. Silah kullanılması gerekmezdi. Buna rağmen yargısız infaz yaptık. Oradakiler bizimle çatışmaya girmedi. Çatışma süsü verildi. Garson kızı da (Selma Çıtlak) tanık kalmasın diye öldürdük. Sonradan çok pişmanlık duydum.
TİKKO OPERASYONU: İstanbul Maltepe’de, 3 TİKKOlu genç için ihbar geldi. Gittik. Kızı asansörde öldürdük. 2 kişi ise çatıda öldürüldü. Evlerine girdik fena oldum. Yeni çay demlemişlerdi. Ne silah vardı ne başka bir şey.
DEV-SOL’A OPERASYON: Birçok operasyona katıldık. Sinan Kukul, Sabahat Karataş gibi isimler, yargısız infaz sonucu öldürüldü. Daha böyle birçok isim var. Yakalanabilirlerdi ama çatışma sürüyor süsü verildi.
SLOGAN ATTILAR: Hüsamettin Yaman ve Soner Gül’ün polis katili olduğu söylendi bize. Yakalayıp bir kamyonetin arkasına attık. Koli bantıyla bantladık. Ormanlık bir alanda sorguladık. Sonra yere oturtup infaz edildiler. Çocuklar bir an için geri adım atmadı. Vurulurken ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ diye slogan atıyorlardı. Şimdi benim oğlum, onların yaşında. Düşündükçe ağlıyorum. Bize bu insanları hep ‘polis katili’ diye tanıttılar.
FOTOĞRAFI BAŞUCUMDA: Ayhan Efeoğlu, emniyette işkence sonucu öldü. Cesedini bize verdiler. Biz bomba ya da bu tip bir şey sandık imha için bavulu görünce. İçinden ceset çıktı. Götürüp gömdük. Kendi ellerimle gömdüm. Şimdi fotoğrafı, cezaevinde başucumda asılı. ‘Adaşımdan’ özür diliyorum her gün. Her gün resmine bakıp ağlıyorum.
MEZARLARIN ÜZERİNE GÖMDÜK: Bizim ekip, bir ihbar üzerine Muş’a gitti. 8 kişi infaz edildi orada. 3 arabayla gidildi. Yollar buzluydu. 1994’ün kış ayları. Muş Merkez Mezarlığı’ndaki 8 ayrı mezarın üzerine gömüldü öldürülenler. PKK’nın politikalarına da karşı çıkan, barış isteyen bir grup. Belki örgüt de tasfiye edecekti. Ortak operasyon gibiydi.
60 YAŞINDAKİ AMCA: Aynı ekip, Gaziantep’te 60 yaşındaki bir amcayı inşaatta infaz etti. Onun da örgütle (PKK) ortak operasyon sonucu infaz edildiğini düşünüyorum.
ÖRGÜTLER DE İŞİN İÇİNDE: Bazı örgütler, temizlemek istedikleri adamları bize bildiriyorlardı. İhbarla bildiriliyordu. Bu adamlar infaz ediliyordu. Güneydoğu Mardin Ömerli’de, Pınarcık katliamı ile 31 kişi öldürüldü bu bir vahşetti.
150 KİŞİ GÖREVDE: O dönemde, bu işlerin içerisinde yer alan 150’ye yakın kişi hâlâ etkin görevde. Bu kişilerin hakkında işlem yapılması gerekiyor. İsimlerini tek tek savcıya söyledim.
CUMARTESİ ANNELERİ: Soner Gül, Hüsamettin Yaman ve Ayhan Efeoğlu’nun fotoğraflarını Cumartesi Anneleri’nin elinde gördüm. Bilmiyordum ki ben bunların öğrenci olduklarını. Polis katili sanıyorduk. Af dilemek, onlarla konuşmak istedim. Gittim, Nevruz’a katıldım. Bildiklerimi anlatmaya karar verdim. Öldürdüklerimiz rüyalarıma giriyor. Cumartesi anneleri, rüyalarıma giriyor. Hesaplaşmaya da böyle başladım zaten.
20 METRE YANDADIR: Gösterdiğim yerlerde ceset bulunamaması, orada olmadıkları anlamına gelmez. Çıkartılmamışsa, geniş bir alan taramasıyla bulunur. Orada yollar, ormanlar yapılmış. 20 yıl geçmiş. Gösterdiğim yerde değilse, 20 metre yanındadır. Söylediğim herşey doğru. Ben bu ekiplerin içindeydim.
AĞAR GİBİ RAHAT DEĞİLİM: Mehmet Ağar, bunların bir plan dahilinde olmadığını söylüyor. Benim vicdanım, Mehmet Ağar gibi rahat değil.
GÜNDEM’İN BOMBALANMASI: Özgür Gündem gazetesini bizim Ankara ekibi bombaladı. Ankara ekibinin ilk eylemi. 92 yılında. 96’dan sonra örgütten koptum zaten. Bize ‘polis otosuna bomba attı’ diyorlardı gidip öldürüyorduk.
YEŞİL, DEVLET KORUMASINDA: Yeşil (Mahmut Yıldırım) yaşıyor ve devletin korumasında olduğuna inanıyorum.
TERÖR ÖRGÜTÜ GİBİYDİK: Biz, yasallık perdesi altında terör örgütü gibi çalıştık. Ölen insanların bir çoğunun slogan attı. Geri adım atmadı. Bu insanlara hayranlık duydum. Üç parmak işareti ‘gördüm, duydum, biliyorum’ anlamına geliyor. Diğer faillere mesaj.
SEVGİLİLERİNİ İNFAZ ETTİLER: Bizim grup canavardı, sevgilisi ile anlaşamayıp öldürüyordu. Biri sevgilisini öldürdü. Kan döke döke canavarlaşmış, insan olmaktan çıkmıştı bizim grup. Kırıkkale’de Metin Vural adlı kişi de kişisel sebeplerle öldürüldü.
15-20 KİŞİYİ ÖLDÜRDÜM: 15-20 kişiyi bizzat öldürdüm. Ben sadece buzdağının küçük kısmını anlatıyorum. Herkes konuşursa bütün tablo açığa çıkar. Yeni yerler bulabilirim, gösterebilirim. Tahliye edilirsem, yeni kanıtlar çıkar.
DELİ RAPORU YAKIŞMADI: İbrahim Şahin kilit konumda. İdoldür. Böyle birinin deli raporu alması kendisine yakışmadı.
OKTAY İNTİHAR ETMEZ: Behçet Oktay’ın intiharına inanmıyorum. Karşı çıkmıştır, öldürülmüştür.

Perşembe, Ocak 22, 2015

Hrant'ın Arkadaşları - Soner Yalçın

Merak ediyorum:
Kimdir bu “Hrant’ın arkadaşları!..”
Bir yıl öncesine kadar, Hrant Dink’i Ergenekon’un öldürdüğünü söylediler ve yazdılar.
Hatta cinayet şeması bile yayınladılar. Dink ailesinin avukatı K. Deniz Tuna hemen Ergenekon savcılarına koşup suç duyurusunda bulundu.
“Hrant’ın Arkadaşları”ndan Ali Bayramoğlu hâlâ çıkıp bu şemayı kimden aldığını bir türlü açıklamıyor? Bukoca yalanı kim piyasaya sürdü?
“Hrant’ın Arkadaşları” başta Taraf gazetesi olmak üzere her fırsatta cinayeti Ergenekon’un işlediğini yazdı. Ellerine, sahte olduğu bugün açığa çıkan “Kafes Eylem Planı” verilmişti. Neler yazmıyordu ki bu “planda”; isim isim Ermeniler tespit edilmişti. Ermeni okullar, işyerleri listelenmişti. Ermenilere gönderilecek tehdit mektupları bulunmuştu!
ABD-Utah’ta kurulan “maskesidusenler” adlı sitede “kripto Ermeniler” açığa çıkarılıyordu. Güyabunların hepsini yapan da Ergenekon idi!..
Yazık ki… “Hrant’ın Arkadaşları” ellerine ne tutuşturuldu ise inandı. Bir gün bile kafalarında soru işareti olmadı.
Bugün Silivri Cezaevi’nde yatan Cemaatçi polis Ali Fuat Yılmazer’in, bir dönem Emniyet’te azınlıklar masasına baktığını ve bilgileri oradan “aşırıp-aşırmadığını” akıllarına getirmediler.
Bir gün bile Cemaat’e sormadılar: “Hep bizim yanımızdasınız; ama, Doğu Perinçek’ten Veli Küçük’e kadar Ergenekon sanıklarının aslında Ermeni olduklarını neden yazıp duruyorsunuz?” (Haziran 2009Chronicle dergisi ve 12 .6. 2009 Zaman gazetesi gibi)
Yalanları hiç araştırmadılar. İnandılar. Hep tezgaha getirildiler.
Örneğin… Biz Odatvciler dört günlük gözaltının ardından Ergenekon savcılarının kapısında polis ordusuyla bekletilirken, Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin, Savcı Zekeriya Öz’ün makamındaydı! Oralardan hiç çıkmadılar. Kumpas üzerine inşa edilen davalara müdahil oldular. Bakınız…
Cinayet sekiz yıldır çözülemedi ise “Hrant’ın Arkadaşları”nın büyük suçu vardır!
Hiç utanmadılar… Hrant soruşturması konusunda harika bir araştırma yapan gazeteci Nedim Şener,Ergenekon Örgütü üyesi olarak Silivri Cezaevi’nde tutulurken, “Uluslararası Hrant Dink Ödülü”nü Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altana verdiler!
2008’de çıkardığım “Siz Kimi Kandırıyorsunuz” adlı kitabımı Hrant Dink’e ithaf etmiş beni bile, sürekli Ermeni düşmanlığıyla suçladılar.
“Hrant’ın Arkadaşları” hep Cemaat ile kol kolaydı.
Ve hâlâ birlikte yürüyorlar…
Hrant maskesi
Ergenekon yalanı bitti…
“Hrant’ın Arkadaşları”na yeni bir meşguliyet gerekiyor.
Gündemde “Paralel Yapı” var; bu olabilir mi? Olmaz, içli dışlılar. Ve hem bu konunun yurt dışına pazarlanacak “piarı” yok!
O halde…
“Ermeni Soykırımı”na sarıldılar!
Hrant Dink’i şimdi bu yalana maske yapıyorlar.
Ölüm yıldönümünde şu pankartın arkasında yürüdüler:
“Yüzleşin! Hrant’la, Soykırımla!”
İmza; “Hrant’ın Arkadaşları.”
Daha önceki pankartlar şunlardı:
- Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz…
- Hrant İçin Adalet İçin…
- Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz…
- 4 yıldır Yüzleri Yok Yürekli Yok…
- Müsamereyi Bırakın Asıl Sorumluları Yakalayın…
- 7 Yıldır Birlikte Korudular Birlikte Susuyorlar
Hrant Dink cinayeti çözüm sürecine girince “Hrant’ın Arkadaşları” telaşlanıp; “soykırım” yalanıyla Hrant Dink’e bir kurşun daha sıktılar.
Hrant Dink onlarla aynı görüşte değildi ki?
Örneğin, Fransa’da çıkarılacak “soykırım yasasına” karşı çıktı.
Örneğin, soykırım reddini cezalandıran yasa için “saçmalık” dedi.
Peki…
Dink cinayetinin “soykırım” ile ne alakası var?
Ergenekon kumpasına Batı’yı inandırmak için Hrant Dink bilinçli olarak hedef yapıldı ve öldürülmesine göz yumuldu. Bunu konuşmamız ve bunu ortaya çıkarmamız gerekmiyor mu?
Cemaat bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemiyor. Dün olduğu gibi bugün de “Hrant’ın Arkadaşları” pankartı altına saklanarak psikolojik harbine devam ediyor. İstiyor ki cinayet, “soykırım” yalanıyla unutulsun!.. Kol kola yürüyorlar.
Adam gibi adamdı
Açık yazıyorum…
Hrant Dink adam gibi adamdı…
Yüreğinde hiçbir zaman nefret-kin olmadı…
Kötülüğe, kirliliğe hiç bulaşmamış bir aydındı…
Fikir namusuna sahipti…
Korkuya, ruhsal esarete boyun eğmedi…
Yurtseverdi…
Sosyalist idi…
Yani:
“Hrant’ın Arkadaşları” diye ortaya çıkanlardan hiç değildi… Dönek olmadı… Kalemini hiçbir zaman kiraya vermedi!..
Ne ilginç; bugün Türkiye’yi bu derece sertleştiren isimlerin hemen hepsi “Hrant Arkadaşları” maskesi takıyor.
İnanın; Hrant Dink, Ahmet Altan ile değil Uğur Mumcu’yla daha rahat anlaşırdı; daha yakın bir dostluk kurardı. Çünkü…
Anti-emperyalist Hrant Dink, Malatya’da yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
Geçmişte İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların şu topraklar üzerinde oynamış oldukları rol ne ise, bugün aynen tekrarlanıyor. Geçmişte Ermeniler onlara güvendi; kendilerini Osmanlı zulmünden kurtaracak sandı. Ama yanıldı. Çünkü onlar geldiler, kendi hesaplarını yaptılar. Çekip gittiler. Bu topraklarda kardeşi kardeşle kan içinde bıraktılar. Bugün Kürtlerin yaşadığı aynı şey; Amerika geldi, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti oluşturmak üzere. Amerika bu; gelir, kendi hesabını yapar işine yapar ve işi bittiğinde ise çeker gider. Ondan sonra da burada tekrar insanları kendi didişmesi içinde bırakır.
Hrant Dink’in ölümüyle Türkiye çok önemli bir aydınını kaybetti.
İçim yanıyor…
Öldürülmeden hemen önce şöyle yazmıştı:
“Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar, güvercinlere dokunmaz.”
Ne yazık ki beyaz güvercini koruyamadık.

Cuma, Aralık 26, 2014

Çocuk Cehennemi - Yılmaz Özdil

Bakan çocuklarının yatak odalarından kasaların fışkırdığı, paraların sıfırladığı gün… Konya’da henüz nüfusa kaydedilmemiş bir bebek, camları kırık, naylon örtülü, tek odalı kerpiç evde, donarak can verdi. Ayaz bebek 40 günlüktü.
*
Asrın lideriyiz, stratejik derinliğiz filan diye ortalıkta gezinen arkadaşlar, o kadar hazırlıksız, o kadar dünyadan bi haberdi ki… Musul konsolosluğundan kelle kesenler tarafından kaçırıldığında, Ela bebek 1 yaşındaydı.
*
Ankara’nın hataları yüzünden Reyhanlı havaya uçtu. 52 canımız gitti. Fatmanur’un sadece kolu bulunabildi. Elleri kınalıydı. Bileğinde bileziği vardı. Anca öyle teşhis edilebildi. Anneler Günü’ydü. Fatmanur 2 yaşındaydı.
*
Duble yollarla övünüyorlar, sağlık reformu yaptık falan diye atıp tutuyorlar. Van’ın Çeli mezrası beyaz örtüyle kaplanmıştı, Muharrem’in ateşi çıkmıştı, sayıklıyordu, hastaneye götürmek istediler, yollar kapalı, telefonla yardım çağırdılar, gelen olmadı, Muharrem öldü. Karayolları, sağlık ekipleri, karakol hakkında suç duyurusunda bulunmak istediler. Kolay mı? “Otopsi yapmamız lazım, cenazeyi getir” dediler. Babası, evladının cansız bedenini çuvala koydu, sırtladı, köye kadar 16 kilometre yürüdü. Muharrem 3 yaşındaydı.
*
Kuş gribi salgına dönüşmüştü, hala üstünü örtmeye çalışıyorlardı, hayatını kaybeden çocuklara “kuş gribi değil, zatürree” raporu verilmişti. Kim vermişti bu skandal raporu? Ankara Refik Saydam Hıfzısıhha Entsitüsü Başkanı vermişti. Basın peşine düştü. Aradılar taradılar, bu skandal raporu verdiği gün, hacca gittiği tespit edildi. Mekke’de beş yıldızlı Ümmül Kurra otelinde kalıyordu. Gazeteciler ısrarla telefon ediyor, başkan bey telefona çıkmıyor, eşi açıyor, “bizi rahat bırakın, buraya ibadetimizi yapmaya geldik” deyip, kapatıyordu. Zatürree diye toprağa verilenlerden biri, Şahide’ydi, 4 yaşındaydı.
*
Güneşli, pırıl pırıl bir İstanbul günüydü, kız çocuğu o sabah pek neşeliydi, annesiyle el ele tutuşmuş, hoplaya zıplaya yürüyordu, adımını attı, yok oldu… Evet, aniden yok oldu. Çünkü, karton bisküvi kutusunu ezmişler, düzleştirmişler, rögar kapağı olmayan kanalizasyon çukurunun üstüne örtmüşlerdi. Basan, içine düşüyordu. Mahmutbey’den düştü, kanalizasyonda sürüklendi, cesedini dört kilometre ötede, teee Ataköy’de yüzeye çıkan derede buldular. Yandaş-taşeron müteahhit faciasıydı. Senelik 15 milyar dolar bütçesi olan, rögar kapağı olmayan, bir de vicdanı olmayan şehrin kurbanı olmuştu. Dilara 5 yaşındaydı.
*
İstanbul’da anaokulu öğrencisiydi, tuvalete gitti, elini yıkamaya çalışırken, lavabo yerinden söküldü, üstüne düşerken kırıldı, boğazını kesti. Oracıkta can verdi. Tuvaletler taşerona yaptırılmıştı, lavabo iki vidayla tutturulmuştu, taşıyıcı destek yoktu, nasıl olsa devlet okulu diye kakalanmıştı. Denetimsizliğe, ihmalkarlığa, sorumsuzluğa şah damarından yakalanan Efe, henüz 6 yaşındaydı.
*
Mardin’in Bilge köyünde “törerizm” yaşandı. Herifin biri, namus adı altında kalaşnikofla taradı, 6’sı çocuk, 16’sı kadın, 44 kişiyi katletti. Bu ilkel ülkede doğmaktan başka suçu olmayan çocuklardan biri Yasemin’di, 7 yaşındaydı.
*
Van’da deprem olmuştu, üç ay geçmişti, hala çadırda kalıyorlardı. Annesi dışardayken, ablası sobaya odun atmak istedi, kıvılcım sıçradı, çadır bi anda alev topuna döndü. Bahar uyuyordu, Mikail uyumuyordu ama kaçamadı. İki küçük kardeşini kurtarmaya çalışırken, onlarla birlikte can veren İsmail,8 yaşındaydı.
*
2013 senesinde 59 çocuk işçi, çeşitli iş kazalarında hayatını kaybetti. Kimisi pres makinesine sıkıştı, kimisi elektriğe kapıldı, kimisi kaynak yaparken tutuştu. Nazar’ın babası işsizdi, mecburen eline bir bez parçası alıyor, kırmızı ışıklarda otomobil camı silerek, evine üç beş kuruş götürmeye çalışıyordu. Kontrolden çıkan tır’ın tekerlekleri altında ezilerek son nefesini verdi. Nazar 9 yaşındaydı.
*
Soma’da…
432 çocuk yetim kaldı.
Yaş ortalamaları 10’du.
*
Konya’nın Balcılar beldesinde kaçak Kuran kursu yurdunda gaz sızıntısından patlama oldu. 17’si kız çocuğu, biri kadın hoca, 18 insanımız can verdi. Ne milli eğitimin izni vardı, ne diyanetin izni vardı, ne deprem raporu vardı, ne itfaiye raporu vardı, ne denetleyen vardı, ne hesap soran vardı… Takdiri ilahi deyip geçtiler. Beyza, Rukiye, Teslime, Hatice, Zehra, Huriye, Ümmünur 11 yaşındaydı.
*
Siirt Pervari’de 13 yaşında anne olan çocuk gelin, 14 yaşında av tüfeğiyle canına kıydı. İsmi Kader’di. Evlendirildiğinde 12 yaşındaydı.
*
Kız çocuğunu, babası yaşındaki, dedesi yaşındaki heriflere satıyorlardı. Para karşılığında 26 erkeğin koynuna sokmuşlardı. Aralarında subay vardı, astsubay vardı, öğretmen vardı, muhtar vardı, kaymakamlık memuru vardı, zabıta vardı, banka veznedarı vardı, esnaf vardı, korucu vardı. Yargılandılar. Çocuk suçlu bulundu… Mahkemeden resmen “kızın rızası vardı, isteseydi karşı koyabilirdi” kararı çıktı. Devlet tarafından ırzına geçilen kız, 13 yaşındaydı.
*
Sigarayı yasakladığını zanneden Türkiye’de uyuşturucu kullanımı, ilkokul seviyesine indi. En son geçen ay, İstanbul Ağaçlı Rehabilitasyon Merkezi’nde bir çocuk bonzai’den öldü, 14 yaşındaydı.
*
Babalar Günü’ydü. Ekmek almak için evinden çıktı, polis tarafından bibergazı kapsülüyle kafasından vuruldu. Komaya girdi. 269 gün direndi. 16 kiloya düştü. Vebali en ağır 16 kiloydu. Ömrünün son beş gününde, epilepsi krizi geçirdi, kalbi durdu, makineye bağlandı, akciğerinde delik oluştu, beyin fonksiyonları çalışamaz hale geldi, kaybettik. Kaşı kara, gözü kara, o yiğit çocuk 15 yaşındaydı.
*
Devrim şehidi Kubilay’ı anma töreninde konuştu, vay efendim padişahımız efendimize laf söyledi dediler, okulunu bastılar, mahkemeye götürüp, tutukladılar. Hapse tıkılan lise öğrencisi Mehmet Emin,16 yaşında.
*
Çocuklarımıza “bayram” armağan eden Mustafa Kemal vizyonunu… Çocuklarımız için “kabus”a çevirdiler.
*
O nedenle, çocuklar direniyor.
Bakın, AKP iktidara geldiğinde, Ali İsmail Korkmaz 8 yaşındaydı, Mehmet Ayvalıtaş 10 yaşındaydı,Abdullah Cömert 11 yaşındaydı, Ahmet Atakan 11 yaşındaydı, Ethem Sarısülük tıpkı Mehmet Emin gibi16 yaşındaydı.
Özgürlük bayrağı elden ele taşınıyor.
*
Yazın bi kenara.
Büyükler kıçından korkuyor ama…
Çocuklar götürecek bunları.

Perşembe, Aralık 11, 2014

Al Sana Osmanlı - Yılmaz Özdil

1923’te…
*
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı.
*
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
*
Kadın, insan değildi.
*
(Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
*
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
*
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
*
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
*
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
*
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
*
600 sene boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça’yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
*
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
*
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
*
Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!

Köpekleşme'nin Osmanlıcası - Bekir Coşkun

“İsteseniz de, istemeseniz de Osmanlıcaya geçiyorsunuz” diyorlar ama…
Yine olmayan şeye geçiyoruz…
“Osmanlıca” diye bir dil yok…
*
Türkçenin Arap harfleri ile yazılmasıdır o…
Ki bu bahane ile çocuklara Arap harflerini öğretecekler, sen de sanacaksın ki “Osmanlıca” öğreniyor çocuk…
Eve gelince sorarsınız sofrada:
“Osmanlıca çatal nasıldı?…”
“………?”
*
193 milletten insanın bulunduğu Birleşmiş Milletler’de git Osmanlıca söz iste…
Çay getirirler…
Ya da dünya borsasına girip Osmanlıca petrol hissesi almaya kalk, Meksika’da otopark sahibi olursun…
Yani öyle bir dilin olmadığı, sadece “mezar taşlarını okumaya yarayacağından” da belli değil mi?..
*
Sonra…
Latin harflerine geçilince, o yandaş bilim adamının (!) dediği “köpekleşme” dönemi oluyor zaten işte:
Sakarya Meydan Muharebesi’nde askerin başına çuval geçirdiler…
Dumlupınar’da komutan siperdeki askere “Bak ben sana söyleyeyim Hüseyin, Yunanlı görürsen görme gitsin…” dedi…
Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta yol denetimini, trafik kontrolünü, vergi toplama işini Fransız’a bıraktılar köpekleşenler…
Düşman Sivrihisar’a geldiğinde Atatürk ve arkadaşları “Başımıza bomba düşerse ya” diye Hollanda’dan patriot füzeleri getirttiler…
Ve İsmet Paşa gitti Lozan’da dedi ki:
“Delikten süpüreceğinize, kullanın işte…”
*
Şanlı bir savaşın ardından harf, dil, kültür devrimlerini utanmadan “köpekleşme” sayanların, aynı günlerde “Osmanlıcayı” diriltmeye çalışmaları boşuna değil…
Yaşatmak istedikleri kendi karanlıkları…
*
Neyse ki biz Osmanlıca bilmeden de mezar taşlarını okuyabiliyoruz…
Sultan da olsan orada er geç “El fatiha” diyor

Şeriat Daha Nasıl Olur - Bekir Coşkun

İlla hırsızın elini kesmek değil…
Din güdüsü ile hırsızın elini milletin parasından kesmiyorsan, şeriat sayılmaz mı?..
*
Şeriat din hukukudur…
Toplumu din kuralları ile yönetirsen, şeriattır adı…
Hırsızın elini istersen din adına kes…
İstersen din adına öp…
*
Recm diyelim…
İlla kuma gömüp taşla öldürmek midir kadını?..
Din adına çocuğunu elinden alıp öldürürsen, git sor kadına, bin defa kuma gömülüp taşlanarak öldürülmeye razıdır…
Yavrusu yerine her gün gömülür kadın…
Taşlanma yerine de; meydandaki bir milyon insana Berkin’in annesini yuhalatmayı koyarsan üzerine…
Recm işte…
*
Din adına ceza derken; bir bahane bulup hapishanelere doldurulanlar ne adınadır?..
Dine uygun yasa, dine uygun bütçe, dine uygun teşkilat, dine uygun memur, dine uygun yargıç, dine uygun savcı, dine uygun polis…
Din için hukuk koyduğunda üstüne; şeriattır adı…
*
Kısas…
Cana can, dişe diş yani…
Kin, nefret, intikam, bu yok ediş kısas değilse ya ne?..
*
İcma…
Din alimlerinin görüşüdür, sadece şeriat hukukunda vardır…
TBMM çatısı altına çağırıp alimi (!) cumhuriyet’in Latin Alfabesi’ne geçmesini “köpekleşme”saydırırsan…
Devlet bütçesi; din işlerine akarsa…
İçki yasak, kız erkek eğitim günah, filmde öpüşmek suç, bacakları zaten yok kızların, aynı merdivenden çıkmak sakıncalı, hamileyken sokağa çıkmak kabahat, sezaryen dinsizlik, saçın gözükmesi haramsa…
Milli eğitim tümden dinselleştirildi…
Ana okulunda cehennem ateşi ile korkutuyorsan çocukları…
*
Bak geldik:
İmamın iki dudağı arasından çıkan her şey tüm kanunların üzerindeyse…
Şeriattır işte…
Daha ne olsun?..
*
Hâlâ “şeriat gelir mi?” diyor…
Bari aptallığa vur…
“Nedir bu başımıza gelen?”
diye sor…

Perşembe, Eylül 25, 2014

Milli Sporumuz: Kitap Okuma

TRT Çocuk kanalında Mancınık adında bir yarışma programı var. Küçük yaşta çocuğu olanlar bir şekilde izlemiş olabilirler. 9-10 yaşındaki çocuklar kendi aralarında eğlenceli bir bilgi yarışmasında kozlarını paylaşıyorlar. Birkaç kez izlediğim bu programa katılan çocukların, kimisi oldukça olgun, kimisi heyecanlı, kimisi hazır cevap, kimisi bitse de gitsek edasında, kimisi hırslı  davranışlar sergiliyorlar.

Yarışmacı yavrular çeşit çeşit ama neredeyse hepsinin tek ortak yönü var: "boş zamanlarında en çok kitap okumayı" seviyorlar.

Ben kendimi bildim bileli çocukların en çok sevdiği aktivite kitap okumak oldu nedense. Elbette gerek basılı, gerekse elektronik kitap ve dergilere erişim ve satın almak gücü benim çocukluğuma göre çok gelişmiş olsa da, bir Kargı Halk Kütüphanesinin bile 1980'li yıllarda gerçekten çocuklarla dolu olduğu günlere bakıyorum, bir de şimdiki halimize. Kütüphaneler, evinde uygun ortam olmadığı için ders çalışmaya gelen binlerce KPSS mağdurlarını ağırlıyor artık. Ama yine de çağ atladık, eski komünist Enstitü geleneğinden gelen, statükocu öğretmenler değil, özgürlükçü (sadece türbana) öğretmenlerle eğitiliyoruz. O nedenle, kütüphanelere de, kitap okumaya da gerek yok.

Konu ile ilgili en güncel araştırmalardan birisine göre Japonya'da yıllık kişi başı okunan kitap sayısı 25. Ülkemizde ise  0,1. Daha anlaşılır anlatayım, ülkemiz insanlarının ortalaması 10 yılda 1 kitap. Yani bir ortalama Japon'un bir yılda okuduğu kitap sayısına, ancak 250 yılda ulaşabiliyoruz.

Şimdi, bu istatistikler ortada iken, nasıl oluyor da En Milli Boş Zaman Sporumuz "kitap okumak" oluyor. Kitap kapağı veya fiyat etiketi okumak desek bile ben Japonya'ya yetişebileceğimizi sanmıyorum ama işin bir trajik yanı daha var ki üzerine kafa yorulmalı bence.

9 yaşındaki çocuğunun televizyon ekranlarında kendisini olduğundan farklı göstermesine (istisnalar var elbette, "en çok oyun oynamayı seviyorum" dedi birisi) ses çıkarmayan ebeveynlerin varlığı Tayyip Erdoğan'ın var olma sebeplerinden değil midir sizce de.

O nedenle değil midir ki İsmet Berkan gibi, bir taraftan Cern'deki Tanrı Parçacığı arama araştırmalarına methiyeler düzüp, zaman zaman kimsenin anlayamayacağı türden copy/paste makalevari yazılar dayarken, bir taraftan da "Kabataş'ta üstleri çıplak, deri pantolonlu, çişini türbanlı kadınların üzerine yapmaktan hoşlanan adamlar" ın var olduğuna inanabiliyoruz.




Cumartesi, Eylül 13, 2014

ABD Tatili Gezi Notları 10 - Sekizinci Gün (San Fransisco - Los Angeles)

21 Nisan 2014 - Pazartesi

Ertesi gün sabah 08:40'ta kalkacak Hawaiian Airlines'ın HA1 numaralı Los Angeles - Honolulu uçuşuna yetişmek için iki alternatifimiz var idi. Ya akşam saatlerine kadar San Francisco ve çevresinde takılacak ve akşam 20:00 gibi yola çıkacaktık, ya da erkenden gidip Los Angeles'ta sabahlayacaktık. Birinci seçenek iyi görünmekle beraber iki büyük riski de taşıyordu; bir haftadır sürekli az uyku, bol gezme ve çokça direksiyon sallamanın getirdiği yorgunlukla gece yolculuğunun getireceği risk ve 6-7 saat süreceği planlanan yolun uzaması ile Honolulu uçuşunun kaçması riski. Dolayısıyla, hiç riske girmeden ikinci seçeneği seçip, saat 14:00 gibi San Francisco'dan ayrılarak 5 numaralı karayolu üzerinden Los Angeles'a yol almayı planladık.



Planımıza göre saat 14 gibi çıktığımızda, gezerek ve bolca dinlenerek 11 gibi Los Angeles'ta olacak, kiralık aracımızı teslim ettikten sonra havaalanına geçerek orada sabahlayacaktık.

Tekrar etmekte fayda var, bu kadar yoğun bir program ile gezi planladıysanız ve araç kullanmak durumundaysanız, işler planladığınız kadar kolay olmuyor. Haritalarda 5 saat olarak görünen yollar, 7-8 saat bile olabiliyor. Bu nedenle, planlama aşamasında kendinizi dinlendirecek fırsatları mutlaka düşünmelisiniz.


Pazartesi günü sabah 9 gibi otelden çıkıp, kahvaltı dahi yapmadan otobüsteki yerimizi aldık. Tur otobüslerinin iyi tarafı kısa sürede çokça yer görmenizi sağlıyor ve ücrete dahil rehberlik hizmeti de veriyor. En büyük handikapı ise hava durumu oluyor. Üstü açık olan bu otobüsler, güneşli havalarda da, soğuk havalarda da bir süre sonra çekilmez olabiliyor. Hele ki, Nisan ayında ve San Francisco'da iseniz. Güneş çıktığında soyunup, bulutlandığında hemen soğuyan hava ile tekrar giyinmek yorucu ve bolca eşya taşımanızı gerektiriyor. Bu nedenle, hem içeceklerinizi, hem de havaya uygun kıyafetlerinizi yanınızda taşımanız önemli. 

Otobüs güzergahına uygun olarak, şehir merkezinde inerek, yüksek binaların arasında dolaşmak, bir miktar hediyelik eşya bakmak ve kahvaltı yapmak için zaman tükettik. San Francisco'ya kendine has manzarayı sağlayan yüksek binaların varlığı, neredeyse dakika başı 1906 ve 1989 büyük depremlerini hatırlatan, büyük büyük annelerinden dinledikleri deprem anılarını bize aktaran rehberleri dinledikçe şaşırtıcı oldu elbette. Meraklısına not: San Andreas fay hattının tam üzerine kurulu olan San Francisco'daki 1906 depremi 3000'e yakın kişinin ölümüne sebep olmuş ve arkasında büyük yangınların da etkisi ile neredeyse bir harabe bırakmıştır. Yaşıtlarımın da hatırlayacağı 1989 depremi de, en az 1906 depremi kadar büyük olmasına karşın, 50 kadar kişiyi almış. Depremlerden ders alabilen ve insan hayatına değer veren toplumlar ile aramızdaki fark bu işte.

Gezimize dönersek, şehir içi gezimizden sonra, tekrar tur otobüsüne binip Golden Gate merasimini de tamamlamak üzere yola çıktık. Şansımıza, otobüsün en ön koltukları boşaldı ve soğuğa aldırmadan resim çekmeye başladık.
City Hall
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın



San Francisco'daki neredeyse tek çapraz cadde olan Market Street'ten devam ederek ilk durak olarak kendimizi City Hall'da bulduk. 1906 depreminde yıkılına City Hall'un yerine 1915'te yapılan bina o günden bugüne hizmet veriyor. Çok güzel bir mimariye sahip olan binanın ünlü özelliği ise dünyanın beşinci büyük kubbesine sahip olmasıymış. İyice yavaşlayan ve inecek yolcular için duraklayan otobüsten resim çekme fırsatı da yakaladık.





Çok oyalanmadan yoluna devam eden otobüsün bir sonraki durağı Golden Gate Park oldu. 412 hektar alana sahip dediğimde anlaşılamayabilir ama koca San Francisco şehrinin kurulu olduğu yarım adanın genişliğinin yarısı kadar büyük bir parktan bahsediyorum. Ağaçları, çiçekleri, heykelleri, modern bir mimariye sahip "de Young" müzesi, içinde yoga yapan Japonları ile keşke zaman olsa bir günümüzü burada geçirsek dedirtecek kadar güzel bir park. Şehre rant değil hayat veren bu tür parkları gördükçe insan iyice üzülüyor kendi yaşadığı şehir adına.

Manzaralı Golden Gate Park turundan sonra, şehir merkezini Napa'ya bağlayan ve ABD'nin Özgürlük Heykeli kadar ünlü bir diğer simgesi olan Golden Gate Köprüsü geçişi yapıldı. Soğuk ve kapalı hava eğlenceyi çokça kısıtladı ama yine de keyfini çıkartmaya çalıştık. 1937 yılında yapılmış olan bu köprünün bu kadar ünlü olmasının sebebini pek anladığım söylenemez. Rehberimizin heyecanlı anlatışından anladığım kadarıyla köprünün ünü dünyanın en uzun 7. asma köprüsü olması ve bolca filme doğal plato görevi dayanıyor. İkisinin de ben çok cezbettiğini söyleyemeyeceğim. 






Lombard Street
Resmin Çekildiği Nokta İçin Tıklayın
Köprünün kuzey ayağındaki seyirlik alanda yolcuların çoğu inip bir sonraki tur otobüsüne kadar manzara izlemek için inse de, açıkçası biz hem zaman sıkıntısından hem de belli etmeden bizi hasta edebilecek soğuktan dolayı inmeden devam ettik.  Öğleden sonra çok gecikmeden yola çıkmayı istediğimizden, öğlen olmadan şehri otobüs ile bir kez daha gezip otele gitmek için taksiye atladık. Hint asıllı, 29 yıllık San Francisco'lu, 7 çocuklu, Almanya'dan göçmüş, işini çok seven eğlenceli taksici olan şoförümüz ile keyifli bir sohbete daldık. İsmini hatırlayamadığımız şoförün ilk soruları "Şehrimizi beğendiniz mi?" ve "insanlarımız size yardımcı oldular mı?" oldu. Elbette sadece 29 yıldır ABD'de olan  bu neşeli taksicinin ülkeyi, şehri ve insanları sahiplenerek konuşması şaşırtsa da, sonradan düşündüğümüzde gerçekten de yolculuk boyunca genel olarak yardım sever insanlarla karşılaştığımız aklımıza geldi. Sohbeti bol ama kısa bir taksi yolculuğundan sonra sabahtan zaten çıkış işlemlerimizi yaptığımız otele sadece arabayı almak için uğramış olduk. 

San Francisco için planlarımızın sonuncusu olan yine SF kadar ünlü Vermont Street idi. 
Fakat haritada aynı yapıda Lombard Street'i de görmüş olduğumuzdan ikisini de görmek istedik. Önce şehrin sakin iç mahallelerinde araba ile tur atıp, güzel evlerin arasındaki Alamo Square Park'ta kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Lombard Street üzerindeki, bizim Varyant'ın daha sıkılaştırılmış ve çiçeklerle süslenmiş bir versiyonu olan taş yoldan araba ile geçip, aşağıda da hatıra fotoğrafı çektirdik. Yine de görmeden gitmeyelim diye, zaten yolumuzun üzerinde olan Vermont Street'e de uğradık.




Girişte belirttiğimiz plana sadık kalarak saat 14:30 gibi Treasure Island'ın da üzerinden geçen 80 numaralı köprülü yol ile Oakland'ın içerisinden geçerek 5 numaralı otoyola bağlandık. Genelde de bilindiği üzere San Francisco ve çevresi teknoloji ve internet şirketlerinin merkezleri ile dolu; Google, Oracle, Facebook vb.. Kısıtlı zamanımızda ve çok da merak etmediğimiz binaları gezmeden ayrıldık. Yol üzerinde dünyanın veri tabanı devi Oracle bizi uğurladı.


Yorgunluğun etkisini de azaltmak amacıyla ve vaktimiz bol olmasıyla neredeyse her saat mola vererek yol aldık. Çok istesem de, bir kamyoncudan rica edip kamyon içerisinde fotoğraf çektirme hayalim, Öznur'un da etkisiyle sadece Peterbilt marka bir kamyon önünde poz verme ile sonlandı. 

Belki bahsetmişimdir, geniş bir alana yayılan ve 50 eyaletten oluşan bu devasa ülkenin sadece 12 eyaletinin okyanusa kıyısı var. Ve bu kadar geniş bir ülkede karayolu ile yük taşımacılığı hâlâ en büyük paya sahip taşımacılık şekli. Demiryolları ile ana hatlarda taşınan yükler, daha sonra neredeyse tamamı MACK ve Peterbilt marka olan efsanevi burunlu ve her biri birbirinden bakımlı kamyonlara aktarılarak nihai varış noktalarına ulaştırılıyor. O nedenle, yollarda en çok gördüğünüz taşıt büyük kamyonlar ve hiç de hız sınırlarına uydukları söylenemez. Kamyonlardan sonra en çok göreceğiniz taşıt türü ise karavanlar. İnsanların mobilize yaşadığı bir ülkeymiş meğerse Amerika. Karavanı ve arkasına bağladığı binek aracı ile otoyollarda değişik plakalı gezginlere rastlamak çok normal. 

5 numaralı otoyolda bir diğer dikkatimizi çeken husus ise, ağzımızı açık bırakacak kadar büyük portakal bahçeleri. Ölçmedik ama tahminen 350 km boyunca aralık vermeden portakal bahçelerinin içinden geçtik ve bu bahçeleri tanımlayabilecek en kolay tabir; "göz alabildiğince"...

Akşam saat 22 sularında havaalanı çevresindeki araç kiralama bölgesine ulaşarak hızlı bir şekilde aracımızı teslim ettik. Yine ring servisleri ile havaalanının yolunu tuttuk. Türkiye'den gelirken sadece 2 kabin tipi valizimiz varken, gezide satın aldıklarımızı ve hediyelikleri taşımak için de büyük bir valiz almıştık Las Vegas'tan. Allahtan ne Öznur ne de ben alışveriş manyağı olmadığımız için büyük valizi henüz dolduramadık. Akılcı bir çözüm ile küçük valizlerden birisini büyük valizin içine yerleştirerek hem taşıma kolaylığı, hem de hava yolu şirketleri ile yaşanacak muhtemel bir valiz sorunundan kurtulduk. 

Los Angeles Int'l hava alanına geldiğimizde saat 23 gibiydi. Sabah saat 08:40'ta havalanması beklenen bir uçak için fazlasıyla erken gelmiştik ama yapacak fazla da bir şey yoktu. Hem şehre gidip gezmek için gereğinden fazla yorgunduk, hem de kontuarlar açık olmadığı için valizleri verebilmek mümkün değildi. Türkiye'deki 24 saat canlı ve konforlu hava alanlarına alışık bizler için özel not: Los Angeles bile olsa ABD'deki hava alanları berbat ötesi. Ana salonlarda ne oturabileceğiniz doğru dürüst bir alan, ne de yiyecek içecek alabileceğiniz doğru dürüst bir mekan var. Bildiğiniz dördüncü sınıf otogar misali, saçma koltuklar, daracık alanlar ve gece 24'te kapanan kafeler var. Valizlerimiz olmasa check-in yaptırıp, en azından uzanabilecek genişlikte koltukların olduğu yolcu salonlarına geçeceğiz ama ne yazık ki hem valizimiz var, hem de Hawaiian Airlines'ın online check-in olanağı mevcut değil. Üstelik sadece 3 kioskları var ve onlar da uçuştan 2 saat önce açılmak üzere ayarlanmış. Yani neresinden tutsanız dökülen bir sistem. Gelişte Atatürk Havalanında bir gün öncesinden kontuara valizlerimizi verebildiğimizi ve nefis bir gece geçirdiğimizi de düşününce, hedef 2023 vizyonu ile gözlerimiz bir kez daha yaşla doldu. Batı batı dedikleri bu muymuş...