Çarşamba, Kasım 28, 2012

Demokrasi Olduğunu Zannetmenin Bedeli - Mehmet Yılmaz

Füze kalkanını protesto etmek amacıyla "Füze kalkanı değil, demokratik lise istiyoruz” yazılı pankart açtıkları için yargılanan 25 yaşındaki öğretmen Meral Dönmez ve 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Gülşah Işıklı 6 yıl 8’er ay hapis cezasına çarptırıldılar. Öğretmen ve Öğrenci bir yıldır tutuklu olarak yargılanıyorlardı.


Mahkeme verdiği kararında sanıkların “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işledikleri ve işyeri dokunulmazlığını ihlal ettiklerini” belirtiyor.

Hep böyle oluyor zaten. Eğer demokratik bir ülkede yaşadığınızı zannediyorsanız ve yolunda gitmediğini
düşündüğünüz bir konuyu protesto ediyorsanız polis sizi bir gizli örgütün üyesi yapar, savcı tutuklanmanızı ister.

Ama sonunda bu davada da olduğu gibi örgüt ile aranızda bir irtibat kanıtlanamaz, adalet sistemiz de "bir yıldır boşuna mı yatırıyoruz içeride” diyerek “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemekten" sizi mahkûm eder.

Eğer söylediğiniz şeyi, bir vesile bir gizli örgüt de söylüyorsa. bu “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” diye değerlendirilir.

Meclis istediği kadar yargı paketi yasalaştırsın, siz istediğiniz kadar protestonun bir demokraside hak olduğunu iddia edin işe yaramaz! Bu ülkenin sırtına bir deli gömleği geçirilmiştir, kollarını da böyle sıkıca bağlarlar ki kimse kaçıp kurtulamasın!

Salı, Kasım 27, 2012

Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olurlar (10.000 saat kuralı) - Mustafa Pamukoğlu

Malcom Gladwell’in yazdığı Outliers (Çizginin Dışın dakiler) adlı kitabında bazı insanlann neden diğerlerine göre daha başarılı olduğu anlatılıyor.


Başarı için 10.000 saat çalışmak zorunlu bir kural. Doğuştan yetenek diye bir şey var ama rolü az. Çok hazırlık yapmak yani çalışmak daha önemli. Bir müzik enstrümanı çalanlar üç gruba ayrılır. Birinci grupta yıldızlar vardır: dünya çapında solo çalabilecekler bu gruptadır. İkinci grupta “iyi” olanlar. Üçüncü grupta profesyonel olarak enstrüman çalması beklenmeyenler.

Örneğin kemanı eline alan bir kişi kariyeri boyunca kaç saat çalışmıştır. Ona bakmak gerekiyor. Birinci grupta olanlar 10 bin saatlik pratiğe ulaşmış olanlardır. Yapılan bir araştırmada ikinci grupta olanlar iyi olmak için 8 bin saat, müzik öğretmeni olmak için 4 bin saat pratik yapmışlardır.

Zirvedeki insanlar sadece daha fazla çalışmakla, hatta herkesten çok daha fazla çalışmakla kalmıyor, çok çok daha fazla çalışıyor. Herhangi bir dalda dünya çapında ustalık düzeyine ulaşmak için 10 bin saat pratik yapmak şart.

Orneğin Mozart müzik yazmaya on yaşında başlamıştır. İlk yapıtları iyi değildir. Başyapıt kabul edilen No.9, K.271 konçertosu için 10 yıl çalışmıştır. 10 yıl 10 bin saat demektir.

Pratik yapmak, iyi bir noktaya geldikten sonra yapılan bir ey değildir. Sizi iyi bir noktaya getirmesi için gerekli olan saati harcamak demektir.

Beatles; John Lennon, Paul McCarney, George Harrison ve Ringo Starr, 1964 yılında ABD’ye geldiklerinde büyük dönüşüm yaratırken bu Hamburg’da birlikte çalışma saatlerinin sonucu idi. Hamburg’a ilk gittiklerinde gecede en az beş saat olmak üzere 106 gece çaldılar. İkinci yolculuklarında 92 kez, üçüncüde 48 kez çaldılar. Toplam Hamburg sınavında 1.200 performans sergilediler. Her defasında daha iyi çalıyorlardı.

Bill Gates 1971’de 7 aylık bir dönem içinde ISI ana bilgisayarda 1.575 saat çalıştı; bu haftada yedi gün, günde sekiz saat çalışmak demekti.

Bu kitabı okuyunca son yıllardır televizyonlarda ve gazetelerde boy gösterenlerin ahkâm kestikleri konularla ilgili kaç saat çalıştıkları ortaya çıkıyor. Örneğin Atatürk dönemi ile ilgili ciddi ve derin yorumlar yapabilmek için Osmanlı Tarihi ve Cumhuriyet dönemi üzerinde en az 10 yıl çalışmak ve onlarca kitap okumak gerekiyorken, o dönemi sanki yaşamışçasına atıp tutanların bu kitabı okumaları şart.

Bir İlber Ortaylı konuşurken neden su gibi cümleler dilinden akıyor; çünkü konusunun virtüözü olmuş. Başbakan siyasete atılmadan öncesinden başlayarak topluma hitap etmede yüzlerce saat harcamışken son 10 yıldır, binlerce saat konuşmuş durumda. İşte 10 bin saat kuralı onun hitabet konusundaki başarısını ortaya koyuyor.

Beynin bilmesi gerekenlerle kaynaşması ve uzmanlık için 10.000 saat çalışmak şart. Ancak uzmanlaşmak ve başarılı olmak ne kadar önemli ise; uzmanlığın, bilginin kullanılmasında asil davranmak da a kadar önemlidir. Bilgi ve uzmanlığın insan ve doğa sevgisi, vicdan, vefa duygularıyla taçlanması gerekir.

Örneğin geçen akşam Haber Türk TV’de Alev Coşkun ile Atatürk dönemini değerlendiren Ayşe Hür gibi. Çok bilgili, demek ki 10 bin saat çalışmış; ama bu bilgisini asıl biçimde kullanmıyor. Birazcık olsa da vefalı davranamıyor. Vicdanın sesini dinleyerek Atatürk dönemine az da olsa insaflı yaklaşmıyor.

On bin saat çalış: uzmanlaş. Uzmanlığını ve bilginin paydası sevgi ve vicdan olsun.

Son söz: Yılda 360 gün yataktan güneş doğmadan kalkabilen hiç kimse ailesini zengin ve mutlu etmekte başarısız olamaz...

Pazartesi, Kasım 26, 2012

Seçime Kadar Diktatör - Mehmet Tezkan

Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin yıldızı parlamaya başlamıştı... Bizle arası can ciğer kuzu sarmasıydı.. ABD ile ilişkileri de hiç fena değildi.. Washington’un desteğini almıştı..


Avrupa da yanındaydı..

Hele Gazze’deki füze savaşında oynadığı rol, izlediği politika takdir toplamıştı.. Barışın garantörüydü artık..
Herkes umutluydu, herkes Mursi’den ‘demokratik bir Mübarek’ çıkarma peşindeydi..
Hava böyleyken, demokrasi yolculuğu ağır aksak da olsa sürerken Mursi bir anda feyk attı..
Tek adamlığını, diktatörlüğünü ilan etti..
Kendini yeni Mübarek yaptı.. Mısır muhalefetinin deyimiyle firavun..

Ne mi yaptı?

Kararnameyle; seçime kadar yargı margı tanımam, ben ne dersem o olur, kimse karışamaz dedi..
Ortalık karıştı tabii.. On binlerce kişi sokağa döküldü.. Tahrir Meydanı doldu taştı..

Niye şimdi?

Kardeş mardeş denildiği için mi gaza geldi, Gazze’de oynadığı rol mü etkili oldu bilemem..

Ben Ankara’nın ne yapacağını merak ediyorum.. Ankara, Arap Baharı’nın ilk gününden beri demokrasiden yana tavır alacağını ilan etmişti..

Öyle de yaptı..

Şimdi demokrasi dışı bir durum var.. Demokrasiden 180 derece sapma var.. Hem de sıkı fıkı olduğumuz bir ülkede.. Hem de kardeş dediğimiz kişinin marifetiyle..

Bakalım Ankara ne yapacak?

İktidar şimdilik renk vermese de, iktidar destekçileri arka çıkmaya başladı..

Mısır’ın özel durumu varmış, Mübarek yanlıları direniyormuş, bürokrasi ülkeyi kilitlemiş, eski Mısır yargısı iktidara düşmanlık güdüyormuş, ülkeyi düzlüğe çıkarmanın başka yolu yokmuş, demokrasiyi inşa etmek için yapmış!..

Ey Mısır halkı bana güvenin, her şey sizin iyiliğiniz için, bağımsız bir yönetim kurmak için yaptım demiş..
Evet böyle dedi.. Mısır’ın selameti için dedi, iyiliği için dedi..
Dünya tarihinde; ‘ey milletim sizin kötülüğünüz için bütün gücü elimde topluyorum’ diyen bir diktatör yoktur zaten..

Herkes iyilik için gelir!..

Haa.. Bi de bu durumu mazur görmeye çalışanlar şu gerekçeyi öne sürüyor..

Altı ay için diktatör oldu.. Anayasa yapılana kadar..
Aslında seçime kadar!..

Bu da yeni kural mı? Kendini süreyle sınırlayarak bütün gücü eline geçirenler diktatör sayılmıyor mu?

Evren ve arkadaşları da daha iyi bir demokrasiyi kurmak için, bizlerin iyiliği için yönetime el koydular..
Yeni anayasa yapılana kadar!. Seçime kadar!.
Onlar da Mursi gibi yeni anayasa çıkana kadar kararlarımız kanundur, kimse karşı çıkamaz dediler..
Onları şimdi yargılıyoruz..

Fark ne?
Fark nüans, iyi pazarlar!

Perşembe, Kasım 22, 2012

Hurafeler - Özdemir İnce

Haziran ayında yazıp bazı güncel nedenlerle yayınlamayı ertelediğim bir yazıyı, yazma işkencesinden kurtulmak için artık yayınlıyorum:


Dikkatli BirGün gazetesi. 1 Haziran 2012 tarihli Milli gazetede Mevlüt Ozcan imzasıyla yayınlanan bir yazıyı hepimizin yararlanması için alıntılamış. BirGün gazetesi ‘Küresel krizin hayatın her alanında kendini hissettirdiği bir dönemde Milli Gazete’de çıkan ‘Neden rızık darlığı çekeriz’ başlıklı yazıda ‘Kapital’e taş çıkartacak değerlendirmeler bulunuyor” diyor. BirGün gazetesinin ironik bir havayla sunduğu yazıyı birçok bakımdan ciddiye alıyorum. İzin verirseniz bu önemli yazıyı sakatlamadan aktarmak istiyorum:

‘Muhterem Müslümanlar’

‘Çoğumuz rızık darlığı çekeriz. Rızık darlığı çekmeyenlerimiz de, çevremizde bu darlıktan dolayı çok sıkıntı çeken insanları müşahede ederiz. Eğer hassasiyet sahibi bir mü’min isek onların sıkıntılarını omuzlarımızda daima taşırız. Bundan dolayı da, yardımcı olabileceklerimize elimizden geldiği kadar yüklerini hafifletiriz. Rızık darlığının çeşitli sebepleri vardır. Bu konuda şu hadis¡ şerif çok dikkat çekicidir. Peygamberimiz buyurmuştur ki:

• Kaderi ancak dua geri çevirir.
• Ömürde iyilik ziyadeliğe sebep olur.
• Kişi muhakkak işlediği günah sebebiyle rızıktan mahrum olur.

Şunu anlıyoruz: Günah işlemek rızıktan mahrum olmanın sebebidir.

• Yalan söyleyen fakirlikten kurtulmaz.
• Çok uyumak fakirlik getirir
• Çıplak idrar yapmak,
• Cünüpken yemek, içme
• Soğan, sarımsak kabuklarını yakmak
• Anne - babayı üzmek,
• Namaz için gevşeklik etmek.
• Dilencinin parasını bozmakveya bozuk parasını alıp bütünlemek.
• Yiyecek içeceklerin üstünü açık bırakmak,.
• Kırık tarakla taranmak,
• Belden aşağı giyilen elbiseleri ayakta giymek,
• Anne babaya dua etmemek,
• Cimrilik yapmak.
• İsraf etmek,
• Dini vazifeleri yaparken gevşek davranmak...
• Sabah uykusu diye uyumak...

bunlar rızık darlığı sebepleridir. Muhterem Müslümanlar! Rızkı daraltan şeylerden bazılarını sizlerle paylaştım. Tecrübelerimle sabittir ki, bu hususlar fakirlik (geçim darlığı sebeplerindendir.) Daha çok sebepler var. Bizatihi onları müşahede etmediğimden sizlerle bu kadarını paylaştım.”

Dikkatimi çeken noktalar:

Değerli okurlar! Kuran’dan istediğiniz ayeti okuyun, bizim memleketin Müslümanları ayetleri akıllarında tutamazlar ama Mevlüt Özcan’ın tavsiyelerinin tamamını akıllarında tutarlar ve bunlara inanırlar. Mevlut Özcan’ın tavsiyelerinin büyük bir bölü mü ahlaki açıdan doğru görünüyor ama benim aklımın almadığı birkaç tavsiye de var:

- ‘Yalan söyleyen fakirlikten kurtulamaz’:
Ama zenginlerin yüzde 99.99’u sabahtan akşama yalan söyleyerek zenginliklerine zenginlik katıyorlar.
- ‘Çıplak idrar yapmak’:
Erkekler için çömelerek işemenin tavsiye edildiğini biliyordum ama şu çıplaklık işini bilmiyordum.
- ‘Cünüpken yemek, içmek’:
Gençlerimizin epeycesi “cünüb”ün ne anlama geldiğini bilmez. Cünüblük cinsel ilişkiden ya da Şeytan aldatmasından sonraki durumdur, ki mutlaka yıkanmak ve gusül abdesti almak gerekir. Bence de cenabet olduktan sonra yıkanmak insanı rahatlatır ama zenginlerin büyük bir çoğunluğu cünüb gezip zenginliklerine zenginlik katıyorlar. Bu nasıl iş?

Ya öteki tavsiyeler:

Dilencinin parasını bozmak ya da bütünlemek; kırık tarakla taranmak; belden aşağı giyilen elbiseleri ayakta giymek?

Bunlar tavsiyelerin ciddiyetini zedeliyor.

Bu türden hurafelere giren epeyce seçkin hurafeler de var: Bunlardan birini Uğur Dündar Sözcü (15.06.12) gazetesinde aktarıyor. Yıl 1993... Cumhurbaşkanı Özal, Anıt Mezar’ına defnedilmiş... Cenaze töreninden yaklaşık 3-4 ay sonra Ahmet Özal (kendince) çok önemli bir haber için Uğur Dündar’ı arıyor. Meslektaş kardeşimiz, Ahmet Özal’ı şaşkınlık içinde dinliyor:

"Anıt Mezar’ın o kısa süre içinde törene yetiştirilmesi adeta imkansızdı. Ancak birden bire çalışan işçilerin arasında ak saçlı, sakallı, nur yüzlü biri belirdi! Onu hiç kimse tanımıyordu. Sanki ışınlanmış gibiydi! işçilere nasıl çalışmaları gerektiğini söylüyor, hatta bazı güç işleri, yaşından beklenmedik bir çeviklikle yapıyordu. Onun inanılmaz çabalarıyla ‘Anıt Mezar’ törene yetişti. Ama nur yüzlü. ak sakallı yaşlı, geldiği gibi aniden ortadan kayboldu! Işınlanıp gidiverdi.”

Uğur Dündar, Ahmet Özal’ın anlattıklarını ne diyeceğini şaşırarak dinledikten sonra “Peki elinizde belgesel çekimlerde bu nur yüzlü ihtiyarın görüntüleri var mı?” diye soruyor. Ahmet Özal, “Aradık taradık bulamadık. Herkes var, bir tek o yok! Demek ki kameralar onun görüntüsünü kaydedememiş! diye cevap vermiş. Uğur Dündar, o günden bu yana, “ermiş”in, yani Hızır Aleyhisselàm’ın görüntüsünü bekliyor.

Bir başka örnek

Necip Fazıl Kısakürek mutsuz ve kederler içinde, 1934 yılında bir gün vapurla Asya’dan Avrupa tarafına geçiyor. Karşısında oturan ve Ahmet Özal’ın ermişine benzer bir pîr-i fânî, “Ustad”a Şeyh Abdüihakim Arvasi’yi (1860-1943) ziyaret etmesini söylüyor. Ardından sanki kuş olup uçuyor. N. F. Kısakürek, “Hızır”ın tavsiyesini yerine getiriyor. Gerisini biliyorsunuz: Şeyh Abdülhâkim Arvasi’nin (1860-1943) müridi olup kumar illetinden ve sefâhattan kurtulup başta Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan olmak üzere AKP iktidarının mürşidi oluyor.

Çarşamba, Kasım 21, 2012

Eyy Obama - Yılmaz Özdil

İNSANLARIMIZI BİNDİRDİK

MAVİ MARMARA’YA...
VURURUZ DEDİLER.
HELE Bİ DOKUN DEDİK.
HELİKOPTERLE BASTILAR.
TAKIR TAKIR TARADILAR.
EL KOYDULAR.
SÜRÜKLEYE SÜRÜKLEYE...
HAYFA’YA GÖTÜRDÜLER.
RÖMORKÖR GÖNDERDİK.
ÇEKE ÇEKE...
HATAY’A GETİRDİK.
İSKENDERUN LİMANI’NA.

PİŞMAN EDECEĞİZ, ASLA ESKİSİ GİBİ OLMAYACAŠIZ, AFFETMEYECEİZ, ALÇAKLIKTIR, BARBARLIKTIR, HAYDUTLUKTUR, HESABINI SORACAĞIZ, YALNIZLAŞTIRACAĞIZ, CEZALANDIRACAIZ DEDİK.

EN SON MISIR’A GİTTİK. NE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BIRAKTIK, NE İSLAM BİRLİĞİ TEŞKİLATI, ALAYINI FIRÇALADIK. SESİNİZ NE ZAMAN ÇIKACAK, DİK DURUN DİYE KALAYLADIK.

DAVOS’U HATIRLATTIK, BUNLARIN CİBİLİYETİ BÖYLEDİR, ÇOCUK ÖLDÜRMEYİ GAYET İYİ BİLİRLER, VİCDANSIZDIRLAR, BUNLAR BUDUR DEDİK. BİLESİN Kİ ŞARTLAR DEĞİŞTİ, HESABINI İYİ YAP DEDİK.

O HIZLA, MISIR’DAN ANKARA’YA GEÇTİK. ABD’YMİŞ FİLAN, KRALINI TANIMAYIZ, OBAMA’YA GİRİŞTİK. MAVİ MARMARA’NIN ADLİ TIP RAPORUNU OBAMA’YA GÖSTERDİĞİMİZİ, OBAMA’NIN GÖRMEZLİKTEN GELDİĞİNİ ANLATTIK, EYYY ABD, EYYY OBAMA, GÖR BUNLARI GÖRRR DEDİK. GÖZÜMÜZ YAŞARDI. GÖĞSÜMÜZ KABARDI.

Ve. dün aynı dakikalarda... Mavi Marmara'yı getirdiğimiz İskenderun Limanından. Mavi Marmara'yı götürdükleri Hayfa Limanına, Hatay Valiliğimizin töreniyle. kurdele keserek. Mavi Marmara'dan beri ilk kez. ro-ro gemimizi uğurladık. Malum. Suriye'yle papaz olduğumuz için. kamyonlarımızı Ürdün'e götürmenin başka yolu yok Ahaliye atıp tutarken çaktırmadan İsrail'den izin alıyoruz. Hacılarımızı İsrail'in havasından, domateslerimizi patlıcanlarımızı İsrail'in denizinden, karasından geçiriyoruz. ÜFÜRÜRKEN İYİCE GÖRÜN DİYE ÖYLE YAZIYORUZ, izin isterken aman görmeyin diye böyle yazıyoruz. Peki, gene römorkörle çeke çeke mi götürüyoruz... Hayır, Yunan bandıralı gemimiz kendi kendine gidiyor... Ki. römorkörümüz meşgul, aynı dakikalarda imralı'ya yanaşıyordu!

Cuma, Kasım 16, 2012

İdam Cezasına Değil, Adalete İhtiyaç Var - Yılmaz Özdil

İdam cezası için referandum yapmaya kalksalar, evet çıkar mı?


Banko çıkar.

Çünkü... Sayın Apo.

Apo’ya vapur tahsis edildi.
Apo’ya check-up yapıldı.
Apo’nun tansiyonu iyi.
Apo villaya taşınsın.
Apo paşa olsun.
Apo’nun heykelini dikeceğiz.

Ahali görüyor ki...

Değil 4 tavuğun, 40 bin insanın bile kanına girsen, yanına kalıyor.
Yargısız infaz’dan şikâyet ediliyor.
İnfazsız yargı var aslında.
Ve, mesele sırf Apo değil...

Ozanları, şairleri diri diri yakanları, zamanaşımı ayaklarıyla affettiler. Domuz bağıyla öldürüp,
bahçeye gömenleri salıverdiler, adamlar davul zurnayla halay çekti. Mehmet Ali Ağca’yı kaşla
göz arasında bıraktılar, yuh be kardeşim denince, pardon dediler, hatır için biraz daha yattı. Özal’ı
mezarından çıkarıp haşere ilacı arıyorlar, aynı Özal’ı herkesin ortasında tabancayla vurana soru
bile sormuyorlar.

Avrupa’yı örnek gösteriyorlar.
İdam yok. Doğru.
Ama o Avrupa’da, kırmızı ışıkta geç, ocağına incir ağacı dikerler.

Gazeteciliğe yeni başladığımda mesela... Kadın-çocuk bi aileyi komple katleden manyağın
duruşmalarını takip etmiştim, güya dört kez idam cezası istendi. Sadece 8 sene sonra, Buca
Hipodromu’nun tuvaletinde yanımdaki pisuvarda işerken gördüm onu... Baktım etrafıma, ondan
daha “talihli” kimse göremedim. “Birader, bu koşuda kim gelir?” dedim. “Şu beygir” dedi.
Oynadım. Açık ara!

“Adi suç” diyorlar. Bebek tecavüzü dahil, en adi’sini işle, en fazla bi’kaç sene sonra dışardasın.
Beş kişinin gırtlağını kesip, “bi saniye izah edeyim hâkim bey” diyen bile var bu memlekette...
Katiller bu kadar yüzsüz, siyasiler bu kadar ikiyüzlü olunca, toplumda “adalet duygusu”
kayboluyor.

(İlave et bunlara, sahte bilgisayar disketlerinin kanıt, teröristin tanık, şeref madalyalı
kahramanların sanık, hukuk’un guguk olduğu “dakka dukka” sistemini... Adalet duygusu hepten
kayboluyor.)

Adalet duygusu kaybolunca ne oluyor? Yap referandumu da, yetmez ama evet’in feriştahını gör.

Çarşamba, Kasım 14, 2012

Sevgili Dostumdan...


Müşteri bankacı ilişkisinin dostluğa dönüşebildiğini mesleğin ilk yıllarında duymuş ve görmüştüm. Ne var ki, bizim meslekte müşteri ile dostluğun yan yana gelmemesi gerektiğine inanılır. Profesyonel ilişkiyi zedeleme ve güvenlik sebepleri ile.

Ve fakat, bazen öyle insanlarla tanışırsınız ki, mıknatıs gibi kendine çeker insanı... Sigara gibi alışkanlık yapar. Duymak istersin arada sesini. Duyamasan da adını zikredersin boş kaldığın bazı zamanlarda...

İşte öyle biri Müslüm abi benim için... Müslüm Özcan' dır tam adı, ama adı yetmez tanımlamak için bu adamı. Gerçekten Öz bir Can' dır benim için. Ayrıca kırılmaz bir cam'dır aynı zamanda. Öyle kolay kolay kırılmaz insanlara, hayata. Ya da ben öyle bilir, böyle tanırım kendisini.

Siz de yeter ki can olun karşısında, mutlaka sever sizi göstermese de...

Dostumun Mevlana' dan olduğunu belirterek gönderdiği bir yazıyı eklemek içindi bütün bu girizgah, daha fazla uzatmadan ekleyelim yazıyı gitsin yüreklere.

Teşekkür ederim Müslüm Abi...

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içindeiyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi... Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadarönemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...

Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha elsürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da"lezzet" kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur... Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ...   20 Ocak 2011 Perşembe

Türk usulü yargılamayı da tartışalım - Mehmet Yılmaz

Bildiğim kadarıyla Türkiye'de henüz vizyona girmemiş bir film var Arbitrage! Richard Gere bu filmde entrikacı bir işadamını oynuyor. Filmi anlatarak sonunu da söyleyecek değilim elbette. Ama anlatacağım şey filmin heyecanını kaçırmayacak.


Filmin bir bölümünde Richard Gere’in bir yalanını ortaya çıkarmak için çalışan bir polis dedektifi ile bir savcı, bir tanık ile ilgili olarak sahte bir kanıt üretiyorlar. Avukat itiraz edince yargıç, savcıdan belgenin orijinalini istiyor, “Kaybettik” yanıtını alınca da tanığı salıveriyor. Savcı ve dedektife uzun bir hukuk dersi vermeyi de ihmal etmeden!

Filmi seyrettiğimde henüz Türkiye’de başkanlık sistemi tartışması başlamamıştı ama o vakit şunu düşündüm: Türkiye’de de hukuku böyle kararlılıkla koruyacak yargıçlar olacak mı? Hürriyet’te 27 Ekim günü Toygun Atilla’nın bir haberi yayımlandı. O haberi okuduğumda da aklıma bu film gelmişti.

Askeri casusluk davasının” önemli kanıtlarından biri emekli Deniz Piyade Albay İbrahim Sezer’e ait olduğu iddia edilen bir çantadan çıkan belgelerdi. Sezer de bu davanın bir numaralı sanığıydı. Çanta, emekli Albay Sezer’in bir arkadaşına ait olan evde bulunmuştu. Arama izni Sezer adına çıkarılmıştı ama Sezer’in askeri lojmanlardaki evinden önce nedense arkadaşının evi aranmış ve bu çanta bulunmuştu. Çantadan bilgisayar diskleri çıkmıştı. Ayrıca içinde gemilerde görev yapan subayların giydiği türden bir üniforma ve şapka da bulunmuştu. Sezer’in böyle bir üniforması hiç olmamıştı çünkü kendisi deniz piyadesiydi!

Toygun Atilla’nın haberine göre Sezer yargılama boyunca bu çantada DNA testi yapılmasını, parmak izine bakılmasını talep etti ama talebi yerine getirilemedi. Çünkü çanta da, üniforma ve şapka da nasıl olduysa kaybolmuştu, bir türlü bulunamıyordu.

Sezer bu davada 15 yıl 7 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Başkanlık sistemini, parlamenter sistemi filan boş verin! Amerikan tarzı başkanlık mı, Türk usulü başkanlık mı tartışmalarını da!

Günün birinde Amerikan filmlerindeki gibi bir hukuk düzenimiz olacak mı, adil yargılama her şeyin üstünde tutulacak mı? Ona bakın!

Salı, Kasım 13, 2012

10 Kasım, Silivri Ziyareti - Yılmaz Özdil

Askeri cezaevindeydim. Açık görüşte.
Ismet Çınkı, Sami Yüksel, Cüneyt Küsmez, Can Bolat, Bülent Olcay, Ender Kahya, Fahri Yavuz
Uras, Gürsel Çaypınar, Derya Günergin, Berker Emre Tok, Ali Yasin Türker, Baybars Küçükatay
Levent Kerim Uça, Cem Okyay, Hasan Özyurt, Önder Çelebi, Erdinç Altıner ve aileleriyle
birlikteydim.

Ortak özellikleri...

Hepsi kurmay albay. Hepsi sınıfının birincisi. Hepsi generallik bekliyordu. Hepsi içerde!

Komodor var aralarında, amiral yetkilerine sahip filo komutanı yani... Donanmanın gözbebeği
Oruçreis ve Gelibolu fırkateynleri nasıl yüzüyor bilmiyorum, çünkü, şu anki komutanları hapiste.
Yıldırım, Gökova, Yavuz, Gemlik, Gediz, Salihreis fırkateynlerinin eski komutanları da orda...

Hepiniz fırkateyn mi kullanıyorsunuz birader dedim, biri denizaltı komutanı çıktı. Bordo bereli var
Pilot var.

Pilot albay’ı bir başka albay pilot’la birlikte, İMKB’yi basmakla suçlayıp, içeri tıkmışlar. Bu pilot,
burda. Öbürü nerde? THY’de uçuyor iyi mi... Sanırım, Atatürkçüysen buraya konuyorsun, badem’sen pırrr.

Roma ataşesi orda.

Bir diğer ortak özellikleri bu... Paris’te, Atina’da, Kabil’de, Yeni Delhi’de, İslamabad’ta “ataşe”olarak görev yapmışlar ABD, Fransa, Almanya, İspanya, 50’den fazla ülkede Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmişler

Girit adasında NATO merkezinde görevli olanı mesela... Gel demişler, Beşiktaş’taki savcılığa gelmiş, tam geldiği gün, 13 şehit var, akşama kadar beklemiş, işimiz başımızdan aşkın, sen en iyisi Girit’e geri dön, sonra çağırırız demişler, peki demiş, Girit’e geri dönmüş, sonra gene çağırmışlar, gene gelmiş... Bizzat savcılık tarafından yurtdışına gitmesine izin verilen albayı “kaçma şüphesi” yle tutuklamışlar!

Kimisi Aden Körfezi’nden gelmiş tutuklanmak için, kimisi Hint Okyanusu’ndan... Gemisinin kasasında nakit üç milyon dolar varken, Libya’dan gelip1 kaçma şüphesiyle tutuklanan var. Tutuklanacağı belli olmasına rağmen, “Birleşmiş Milletler görevini aksatma, tamamla, ondan sonra teslim ol” emri üzerine, kasasında 1.5 trilyon lirayla, 15 yurtdışı liman ziyareti yapan, sonra gelip teslim olan var.

Yunanistan’da görevli bulunan, daha bi enteresan... Hükümeti devirmek kastıyla, şu şu tarihte, Aksaz’da görevli bi tuğgenerali takip etmekle suçlanıyor. Şu şu denilen tarih, Kasım 2002’den önce... Yıkmaya teşebbüs ettiği hükümet henüz kurulmamış! Bu işlerden pek anlamam ama, yıkmak için önce bi hükümetin kurulması gerekmiyor mu? Tuğgenerali şu şu tarihte Aksaz’da takip ettiği iddia ediliyor, halbuki, o tarihten üç ay önce Gölcük’e tayin olmuş, taşınmış, arada hem üç ay, hem 700 kilometre var! Bitmedi... Şu şu denilen tarihlerde, bırak Aksaz’ı Gölcük’ü filan, gemisiyle beraber Yunanistan’ın Suda Limanı’nda! Üstelik, adının geçtiği bilgisayar diski’nin sahte olduğu, çok sonradan oluşturulduğu, üniversite bilirkişisi tarafından resmen tespit ediliyor. Gemi jurnallerini, raporları, şahitleri, fotoğrafları kanıt olarak mahkemeye sunuyor, hâkim “hımm, peki” diyor. 16 seneyi yapıştırıyor!
Ben hayatımda bu kadar onurlu, bu kadar çelik iradeli adamları birarada hiç görmedim. Gülümseyerek konuşuyorlar. Yazayım çizeyim, hiçbir beklentileri yok. Sadece eşleri ve çocukları için endişe ediyorlar. Aile fertlerinin telefondaki ses tınıları onlar için her şeyden önemli... Canlarını sıkkın, morallerini bozuk hissederlerse, 16 seneden ağır geliyor. Bazıları sohbet sırasında izin isteyip, yan taraftaki sahada, ziyarete gelen çocuklarıyla basketbol oynadı. Kızlarının, oğullarının bir anlık kahkahası, onlar için dünyaya bedel...

Maalesef, bazılarının isimlerini özellikle vermedim. Çünkü, bazılarının 85-90 yaşındaki ana-babalarının haberi bile yok. Eşleriyle konuşma vakitlerinden vazgeçip, telefon haklarını mecburen ana-babalarına ayırıyorlar,
yurtdışında görevdeyim diyorlar.

Bir kez daha görüyorum ki... Sınıflarında birinci, kariyerlerinin zirqesindeki bu pırıl pırıl adamları, nizami rekabetle geçmeleri, komuta kademesindeki ilerleyişlerini durdurmaları “normal Şartlarda asla ve asla mümkün değil.. Tek yol var. Önce içeri tıkmak, sonra silahlı kuvvetlerden atmak. Başka yolu yok

Ve astsubaylar...

Tuncay Küçük, Cafer Uyar, Bülent Akalın, Canatan Turgut, Murat Dülek, Kenan Yüce... Denizci
astsubaylar. Onlar da orda yatıyor. Onlarla da görüştüm. “Bize cüzzamlı muamelesi yapmayan herkese minnettarız” diyorlar. Hepsi çoluk çocuk sahibi. Kimisinin kızı üniversitede okuyor, kimisinin oğlu otistik... “Aklım hep onda” diyor, “Hayatı öğrenip, anlamaya çalışıyor, gerçi, öğrenip anlasa da, bu hayatın ne işe yarayacağını bilmiyorum ama, yine de çabalıyor işte” diyor!

Bir tanesi ise, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım şu benzetmeyi yapıyor “Son günlerde kimliği merakla aranan bahtsız bedevi var ya... Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki 96 bin astsubayın arasından seçilen bizleriz o bahtsız bedevi!”

10 Kasım sabahı...

Kıdem sırasına göre dizilip, tören yaptılar, Atatürk’ü andılar. Sonra, açık görüşe çıktılar, bi çadırın içinde aileleriyle kucaklaştılar. Tek tek tanıştık. İlk sordukları soru, helikopterdeki 17 şehitti. Kimlerdi, nasıl olmuştu, nereliydiler filan... Gazeteciyim ya, hadiseyi bütün detaylarıyla anlattım. “Bilmiyorum” dedim!

İki saat kadar sohbet ettik. Belki öyle zannedebilirsiniz ama, mahkeme konuşmadık. Konuşmuyorlar. Yukarda anlattığım “hukuki vaziyet” i, internetten, yayınlanmış haberlerden derledim.

Çünkü, sadece, “Ömrümüzü vatana verdik, helali hoş olsun, suç işlemedik, suça karışmadık, bu komplonun neden kurulduğunu da tahmin ediyoruz, gerekçeli kararı bekliyoruz” diyorlar. Hepsi o.

Çocuklarımızdan, büyüdüğümüz şehirlerden, okul maceralarımızdan bahsettik, sağlık durumlarını konuştuk; bir tanesi beyin ameliyatı olmuş, öylesine sakin anlatıyor, sanırsın bademcik ameliyatı oldu. Denizci subayla evlenip, Gölcük’e yerleşen ve eşi hapse atılan Koreli gelin’den sözettik, ki, yazsam film olur.

Prosedürü bilmediğim için, öküz gibi, eli boş gittim. Çay ikram ettiler “Boyoz bulamadık, kusura bakma” dediler. Baybars albayın beş yaşındaki kızı Beray geldi, piti piti yaklaştı, “Size ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar’ı söyleyeyim mi” dedi, 10 Kasım için, babasına sürpriz için ezberlemiş, baştan sona söyledi, alkışladık. Bu kadar gurur duyarken, bu kadar utandığımı hiç hatırlamıyorum.

Neticede süre doldu.

Uğurlarken, Milgem projesiyle inşa edilen, ilk Türk savaş gemisi Heybeliada’nın şapkasını hediye ettiler bana, hatıra olarak... Ayrıldık. Tel örgülerin arkasından el salladılar.

Hepinize selamları var.

Başbakan'ın Gizli Ajandası - Mehmet Yılmaz

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde Almanya’ya gitti, orada söylediği sözler ile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda ısrarlı olduğunu vurguladı. Hatta Avrupa Birliği’ne süre de verdi: “2023’e kadar üye olamazsak kendimize başka bir yol çizeriz.”

Sonra bir gün aklına birden “idam cezasının gerekliliği” konusu geldi.

Bunu da o günden beri gittiği her yerde tekrarlıyor. Oysa idam cezasının kaldınlması söz konusu olduğunda yeni kurulmuŞ AKP’nin lideri olarak idam cezasının kaldırılmasına, AB üyeliği hedefi için destek olmuştu. 0 vakit “Türkiye AB’nin kenar mahallesi olmamalı, idam cezası tamamen kalkmalı” diyordu.

Şimdi tam tersini savunuyor. Bunu seçimler sırasında vatandaşa verdiği sözler olarak değerlendirmemiz gereken “seçim beyarınamesinde” de hiç söz konusu etmemişti üstelik.

Ama şimdi “Öldürmeler karşısında gerekirse idam cezaları yeniden masaya getirilmelidir” diyor.

Hangisini söylerken samimi? AB üyeliği için bastınrken mi, idam cezasının yeniden konulmasını
tartışırken mi?

Bence ikinci durumda samimi.

AB üyeliği hedefi, Erdoğan için askeri vesayetin kınlması için bir kaldıraç, bir araçtı, başından beri AB’ye tam üyelik hedefi yoktu diye düşünüyorum. Nitekim asker meselesi AB uyum yasalan ve siyasi kararlılıkla çözülünce, AB üyeliği hevesi de tavsadı!

Onun için gayet rahatlıkla idam cezasının yeniden konulması meselesini gündeme getirebiliyor.
Öte yandan bu konudaki referansı da ilginç: İdam cezasının kaldırılmasını ve cinayet suçlularına hapis cezalan verilmesini “devletin cinayet işleyeni affetme yetkisini kullanması” olarak tarif ediyor. “Bu yetki öldürülenin ailesine aittir, bize ait olamaz” diyor. Düzenlemenin “bununla ilgili olarak yapılması gerektiğini” söylüyor.

Dini referans alıyor, “kısas hukuku” istiyor.

2012 yılının sonunda istediği şey, hukuk düzeninin dini kuralları referans kabul etmesi! Ve bunu anayasasında “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” laiklik ilkesinin yazılı olduğu bir ülkede yapıyor.

Yıllardır AKP’nin ve Başbakan’ın bir “gizli ajandası” bulunup bulunmadığı tartışılıyor Öyle görünüyor ki güçlendiğini hissettikçe ajandadaki gizlilik de ortadan kalkacak.

Önce başkan olmak istiyor ki bütün gücü eline geçirsin ve ajandada yazılanlar bir bir hayata geçsin.

Salı, Kasım 06, 2012

10 Kasım Yazısı - Zülfü Livaneli

Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkmasıdır.


Büyük bir trajedidir bu. Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilir.

Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de başına gelmiştir.

Mustafa Kemal her şeyden önce dünyada artık kaybolmuş bulunan “subay ve centilmen” figürünün en son örneklerinden biridir.

Büyük bir askeri deha olmasına rağmen; kibarlığı, centilmenliği elden bırakmayan, hayatının her anını soylu ve mert davranışlara adayan büyük bir şahsiyettir.

Askerlik yapan herkes, o ortamda sık sık küfür edildiğini bilir.

Ama Mustafa Kemal küfür etmeyen bir subaydır. Yaşamına tanıklık etmiş olan yakın çevresi, kızdığı zaman onun ağzından çıkan en kötü sözün; “Şaşarım senin akl-ı perişanına” olduğunu aktarır.

Ne kadar masum değil mi: Sadece “Şaşarım senin akl-ı perişanına!” Hepsi bu kadar.

Ülkenin en kudretli insanı olduğu sırada, Çankaya sofrasında içkiyi fazla kaçırarak saygısızlık eden genç milletvekili Reşit Galip’e söyledikleri, onun nezaketine müthiş bir örnektir.

O sıralarda Atatürk’ün hocası, Maarif Vekilidir (Milli Eğitim Bakanı). Genç milletvekili Reşit Galip de o zatın bu görevi yürütemediğini söylemektedir.

Atatürk sabırla “Reşit Galip bey, o zat beni yetiştirmiştir. Galiba biraz rahatsızlandınız. Kalkıp bir parça nefes alsanız!” dediğinde Reşit Galip yumuruğunu masaya indirerek “Burası milletin sofrasıdır, kalkmıyorum” demiştir.

Bir düşünün, bugünün liderleri böyle bir davranış karşısında ne yapar?

Hep beraber düşünelim, sonra da Atatürk’ün ne yaptığına bakalım.

Bugün “diktatör” olduğu öne sürülen “tek adam”, bu terbiyesizlik karşısında sinirden mosmor kesilir ama kendisine hâkim olarak ayağa kalkar “O halde masadan kalkmak bize düşer!” diyerek salondan çıkar.

Ertesi gün Reşit Galip, yaptığına bin pişman olarak memleketine gider.

Birkaç ay sonra Atatürk, Reşit Galip’in ne yaptığını sorar. Mahcup bir biçimde gittiğini söylerler.

“Çağırın” der.

Huzuruna geldiğinde ise bu tatsız olayı hiç hatırlatmadan onu güler yüzle karşılar ve ne yapar biliyor musunuz: Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine getirir.

Çünkü o, böyle bir insandır.

Anlattıklarımın inanılmaz geldiğinin farkındayım ama noktası noktasına doğrudur. İnanmayan kaynaklara baksın.

BARIŞ DEHASI

Atatürk’ü askeri deha olarak selamlamak için onun, kazandığı zaferlerle iki kez Britanya hükümetini devirdiğini anmak yeterlidir.

Ama büyük adamın daha da önemli yönü, bir “barış dehası” olması.

Bakın 1937 yılında Amerikalı bir gazeteciye verdiği röportajda ne söylüyor:

Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa (hizmet etmeye) elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akil adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.

Dünyada faşizmin kol gezdiği 1937 yılında bu sözleri söyleyebilmiş bir lider gösterin, bütün iddialarımdan vazgeçmeye hazırım.

Ama kimse gösteremez.

Bu yüzden diyorum ki “İnsanlık tarihinin en büyük birkaç evladından birisidir Atatürk.”

Perşembe, Kasım 01, 2012

Gıcık Olduğum Küçük Şeyler

* Yürüyen merdivenlerde ve bantlarda boş boş dikilen ve yayılan insanlar. Özellikle alışveriş merkezilerinde sıkça gördüğüm tiplerdir. Elleri boş, alışveriş arabası yok hala dikiliyor. Arkadan gelip yürümek isteyenlere de engel oluyor. O değil de, zaten hareketsizlikten göt göbek şişmiş, hala kendini yürüyen merdivene taşıtıyor.

* Trafikte geçemeyeceğini bildiği kavşağa yine de girip, çarpraz geçişi de tıkayan geri zekalılar. İki gün önce aynı durumda kalan birisine bu yaptığı yüzünden kendisinin gidemediği gibi, tıkanma ihtimali olmayan diğer yönüde kapatarak onlarca insanı mağdur ettiğini anlattım ama pek anlamış gibi bakmıyordu gözler.

* Metroda "Lütfen Önce İnenlere Yol Veriniz" anonsu duyulurken dahi, içeriye dalmak için kalabalığı yarmaya çalışan insanlar.

* Yine metroda, trende, otobüste boş boş oturanlar. Bazen 5 dakika, bazense 1.5 saat süren yolculuklarda insanların hiç bir şey okumadan sadece boş gözlerle, her gün zaten gördükleri o caddeleri seyretmesini hala çözemedim. Nedir bu okuma korkusu?

* Topuklu ayakkabı ile tarihi / turistik yerleri gezen yerli Turistler

* Trafik kurallarını bilmeyen trafik polisleri