Çarşamba, Ocak 30, 2013

Ulusalcı - Yılmaz Özdil

Gazeteciydi Ali Kemal.

İngiliz finosuydu.
Milli mücadeleye karşıydı.

Avrupa ile başa çıkmayı hangi Asya kavmi başardı ki, biz başarabilelim” diye makaleler döşeniyor, bugünkü kayıtsız-şartsız AB’ciler gibi, Avrupalıların illa başımızda bekçi olarak dikilmesini istiyordu.

*

Mustafa Kemal’den nefret ediyor, milletin başına bela olarak görüyor, “onunla tokalaşmak eşkıyaya el uzatmaktır” diyordu. Hatta “derme çatma bir ordu, dövüşüp duruyor, zirzoplar, tam istiklal istenz diye tutturmuşlar, ne demiş Arap, elhek mühmen galebe, galibin dediği olur, işte bu kadar” diyordu.

*

Hızını alamıyor, Mustafa Kemalcileri “sevinçle” şöyle tarif ediyordu: “Çanlarına ot tıkanıyor, morallen pek düşük, Çoğu yalınayak, teçhizatları noksan, gerçi birkaç kamyonları var ama, hepsi kullanılmaz halde,’ motorları bozuldu mu tamir edilemiyor, benzin-yedek parça yok, taşıma için ancak mandaları var, Mustafa Kemaller faydalı hiçbir işe yaramazlar, hamdolsun sayılan azdır, hastalanmış uzuv gibi kesip atmalı.”

*

“Berduş” diyordu Mustafa Kemal’e... “Medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için, Anadolu’da havsalaya sığmaz delilikler, cinayetler işliyor” diyordu. “Ey Müslüman kardeşlerimiz, teşkilat-ı milliyeye aldanmayınız, bolşevik kafası taşıyan yurtsuz serserilerdir bunlar” diyordu. “Bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” bile diyordu.

*

Neticede...
Bedelini ağır ödedi.

*

Eşi, İsviçre’ye gitti.

Oğlu, orada hukuk tahsili gördü, üniversiteyi bitirince “memlekete döneceğim” dedi. Aile büyükleri itiraz etti, seni yaşatmazlar diye dil döktüler, nafile... Bindi trene, geldi. İngilizce, Almanca, Fransızca bilen, donanımlı bi gençti. Dışişleri bakanlığının memuriyet sınavına girdi, kazandı.

*

İsmet İnönü, cumhurbaşkanı...

Masasına, sınavı kazananların dosyalarını getirdiler. Birinin üzerinde “menfi” notunu gördü. “işe alınması muvafık değildir” yazıyordu. Sakıncalı yani, uygun değil...

Açtı dosyayı, okudu, kırmızı kalemle belirtilmişti, Ali. Kemal’in oğluydu. Çizdi menfi’nin üstünü, müspet yazdı, çizdi muvafık değildir’in üstünü, muvafakat ediyorum yazdı, imzaladı. “Devlete kin yakışmaz, biz bu cumhuriyeti kanla kurduk ama, insanla büyüteceğiz” dedi. Dosyayı uzatırken de, ekledi, “Ben bunu Gazi’den öğrendim!”

*

CHP’deki...

“Ulusalcı”lar budur.

*

(Ali Kemal’in oğlu Zeki Kuneralp, Paris, Bern, Londra, Madrid Büyükelçimiz oldu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı oldu. Ali Kemal, ABD fıştıklamasıyla Doğu ‘daki şehirlerimizi altın karşılığında Ermenilere satmamızı öneriyordu, kadere bakın ki, oğlu Madrid’de Asala ‘nın saldırısına uğradı, makam otomobiline ateş açıldı, Zeki Kuneralp otomobilde değildi, eşi Necla Kuneralp le birlikte, bacanağı emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve İspanyol makam şoförü Antonio Torres hayatını kaybetti.)

*

(Ali Kemal ‘in torunu, Zeki Kuneralp ‘in oğlu Selim Kunerelp ise... Babasına açılan yoldan yürüdü, Stockholm ve Seul Büyükelçimiz oldu, AB Daimi Temsilcimiz oldu, Dünya Ticaret Örgütü Daimi Temsilcimiz oldu.)

*

(Çünkü... Bu cumhuriyeti kuran “ulusalcı“lar, kendilerine “başı ezilesi yılan, kesilip atılması gereken hastalıklı uzuv” diyen , “idam“larını isteyen adamın suçunu evladına çektirmeyip, bağrına bastı, senden-benden diye ayırmadı. ötekileştirmedi)

* .

E hal böyleyken...
Ne diyorlar hâlâ ulusalcılara?
Irkçı, faşist, katil, hastalıklı filan.

*

Sizi gidi... 2013 model Ali Kemaller sizi!

Salı, Ocak 29, 2013

Samimiyet Testi - Yılmaz Özdil

Her fırsatta “samimiyet testi”nden bahsedip... Komutanlar içeri atılırken “ben bu davanın savcısıyım” diyen. sonra da bu lafı eden o değilmiş gibi “komutan kalmadı, olmaz böyle şey” diye şikayet eden mağdur siyasetçi kimdir?

a. Samime Sanay
b. Zuhurat Baba
c. Didier Drogba
d. Levent Kırca
e. Hiçbiri

*

Allaha çok şükür ediyorum ki, burılann zamanında savaşa falan girmemişiz, Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyen fahri kolonoskopi uzmanı kimdir?

a. Haydar Dümen
b, Doktor Jekyll
c, Profesör Zihni Sinir
d, Ebussuud Efendi
e, Hiçbiri

*

Generaller görevden alınsın, ordu lağvedilsin” diyen zat...  Onore edilerek. Atatürk Tarih Kurumu yönetimine hangi ülkenin Cumhurbaşkanı-Başkomutanı tarafından atanmıştır?

a. Burkina Faso Fiso
b. Yukarı Volta
c, Aşağı Saksonya
d. Hindistan-Pakistan
e. Hiçbiri

*

Bir ülkenin başbakanı anma törenine gider de, bir korgeneral orada ayağa kalkmazsa, bedelini öder, zaten bedelini de ödedi, gideceği yeri buldu” denilen korgeneralin gittiği yer neresidir?

a, Cehennemin dibi
b, Alice harikalar diyarı
c, Kafdağı’nın ardı
d, Dönülmez akşamın ufku
e, Hiçbiri

*

Hapisteki subaylar hakkında tahliye kararı veren hâkimileri, zart diye görevden alıp, resmen sürerken... Keriz Feneri savcılarını yargılayan... Artık, avukatları bile tutuklayan iktidar, hangi partinin iktidarıdır?

a, Doğum günü partisi
b, Bekârlığa veda partisi
c, Pijama partisi
d, Seks partisi
e, Hiçbiri

*

Şemdin Sakık bile tanık olurken... “Kasaptaki ete soğan doğramam, marketteki sucuğa yumurta kırmam, sağılmamış süte şeker katmam, denizdeki balığa limon sıkmam” diyen paşa kimdir?

a. Marko Paşa
b. Kasım Paşa
c. Paşa Bahçe
d, Pargalı İbrahim Paşa
e, Hiçbiri

*

Silahlı kuvvetlerine, alenen "rezil, ahlaksız, vatan haini, kalleş, tecavüzcü, salak, gerizekalı, pespaye, kepaze, tiksiniyorum, iğrenç, ırkçı, kafatasçı, namussuz, beyinsiz, zavallı, korkak, kaypak. millet düşmanı, Yunan ordusu, Sırp katillerinden farksız” ve “dinsiz” diyen medya, hangi milletin medyasıdır?

a, Hobbitlerin
b. Pigmelenn
c. Mayaların
d. Aborijinlerin
e, Hiçbirinin!

Milliyetçilik ve Yurtseverlik Kavramları - Zülfü Livaneli


Bir ülkede düzgün bir “fikir hayatı” bulunmaz, tartışmalar da yerlerde sürünen dedikodulardan öteye geçemezse bütün kavramlar çorbaya döner.

Düzeyli bir fikir tartışmasının ön koşulu ise tarafların belli bir terminoloji üzerinde anlaşmış olmaları. Bu da bilgi ve metotlu düşünme alışkanlığı gerektirir.

Bizde okumayı ve kafa yormayı pek sevmeyen ama her şeyi kurnazlıkla çözmeye çalışan siyaset erbabı, evrensel terminoloji konusunda hayli özürlüdür.

Mesela “milliyetçilik” ideolojisini; insanın ülkesini, halkını sevmesi olarak, yani çok yanlış bir biçimde algılar. Yurtseverlikle milliyetçiliğin aynı şey olduğunu sanır. Oysa bütün dünyada kabul edildiği gibi birbirinden çok ayrı kavramlardır bunlar.

Milliyetçilik yani nasyonalizm yıkıcı bir ideolojidir; yurtseverlik yani patriotism ise yapıcıdır. Ama bunu, kavramsal düzeyde düşünmeye alışmamış olanlara anlatmak çok zordur.

Neredeyse otuz yıldır her fırsatta, her platformda, belki yüzlerce kez bu ayrımı anlatmaya çalışıp da başaramayan bir kişi sıfatıyla yazıyorum bunları.

Bir dönem rahmetli Ecevit benim bu konudaki ısrarımla “ülkenin toprağını seven ama insanlarını sevmeyenler” diyerek alay etmişti. Hepimizin bildiği gibi kültürlü bir kişiydi, çok iyi derecede İngilizce bilirdi ama ne yazık ki “nationalism” ile “patriotism” gibi sol açısından yaşamsal ayrımları yerli yerine oturtamıyordu.

Bu yüzden “merkez sol” tabir edilen çevreler ve partiler, giderek daha da koyulaşan bir “milliyetçilik” tuzağına doğru çekildiler. Oysa bu konuda MHP ile aralarında nasıl bir ayrım olduğunu açık seçik tartışmaları gerekiyordu.

Yunanistan’da Andreas Papandreu’nun PASOK partisi de aynı çizgideydi. Panhelenik Sosyalist Parti gibi, adı bile çelişkili, yani hem ırkçı hem sosyalist olduğunu iddia eden bu parti, düpedüz milliyetçi bir partiydi. Kıbrıs’taki AKEL komünist partisi de öyledir. Kıbrıs’ta Rumların Türklerden üstün olduğuna inanırlar.

Dönelim yine Türkiye’ye.

Sol eğer zamanında milliyetçilikle, yurtseverlik arasındaki ayrımı kavrayabilseydi; bugün sürüklendiği noktalara gelmez, daha sağlıklı bir noktada dururdu. Ama ne yazık ki bu iş başarılamadı.

90’lı yıllarda ortaya atılan “ulusal sol” terimine karşı çıkmış, bu tanımlamanın çevirisinin “nasyonal sosyalizm” olduğunu belirten birçok yazı yazmıştım. Hatta bu konuda bazı arkadaşlarla haftalar süren polemiklerimiz olmuştu. Toplasam bir kitap olurdu herhâlde.

Şimdi bazı okurlar CHP’nin altı okundan birinin “milliyetçilik” olduğunu söyleyerek düşünecelerime karşı çıkabilir. Onlara hatırlatmak isterim ki bu tip kavramlar zaman içinde farklı algılanır, kendi içlerinde anlam kaymalarına uğrayabilirler.

Millet/milliyet kavramının başına da bu gelmiştir.

Osmanlı’da “millet’’, imparatorluğu oluşturan ayrı dinlere mensup tebaayı anlatmak için kullanılıyordu. Milli Mücadele döneminde ise milliyetçilik “yurdu düşman işgalinden kurtarmak” olarak algılandı. Bu açıdan tam bir patriotism idi. Uluslaşma sürecinde “milliyetçilik” kavramına daha çok yaklaşıldı ama yine de Atatürk bilinçli bir seçimle “Türkiye halkı” tanımlamasını kullanabilmişti.

Bugün bütün mesele “milliyetçilik” kavramını, uluslararası sol terminolojiye uygun olarak; “yurtseverlik” olarak yorumlayabilmekte.

Yoksa bazı parti mensuplarının açıklamalarında rastladığımız türde “milli üstünlük” tezine yaklaşılır ki bunun sonu felakettir.

Bence kendilerini “sol” olarak tanımlayan partiler, çevreler, yayın organları; bu temel ayrımı derinlemesine tartışmalı ve bir karar vermeli.

Ya nasyonalist olacaklar ya patriot. Böylece birinci yolu tercih edenlerin kendilerine “sol” demelerinin de gereği kalmayacak.

Amaç Güler Üzerinden CHP'ye Yüklenmek - Can Ataklı

CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler “Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit sayamazsınız” deyince cümle AKP yandaşı sevinçle ayağa fırlayarak önce Güler’i sonra da CHP’yi “ırkçı” ilan etti. Oysa Birgül Ayman Güler anayasada da yer alan, ama Kürt milliyetçileri ve onlara destek verenler tarafından sürekli tartışılan bir kavrama işaret etti.


Anayasa’da yer alan “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesinin “etnik” bir vurgu olmadığı, bu ülkede yaşayanların tümünü, dili, dini, milliyeti ne olursa olsun herkesi tanımlamak için kullanıldığı bir gerçektir.

Her ülke gibi Türkiye de sayısal olarak daha fazla olan millete mensup olduğuna inananların adıyla kurulmuştur.

Almanya’da çoğunluk kendini Alman kabul edenler olduğu için Almanya denmiş, bütün halk da Alman olarak adlandırılmıştır.

Fransa’da yaşayan herkese, kolonilerden gelen siyahlara da Fransız denir. Aynı durum İtalya, İspanya, Japonya, Hindistan, Çin, Pakistan için de geçerlidir. Yani dünyanın hemen hemen tüm devletleri böyledir.

Amerika ise belli bir milletin nüfus gücüyle kurulmadığı için, ABD’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, ister Çin, ister Japon, ister Alman, ister Türk kökenli olsun Amerikalı olarak anılır.

Birgül Ayman Güler’in söylediği budur. Bu sözlerden “Türklerle Kürtler eşit değildir” anlamı çıkarmaya çalışmak, ülkede nifak tohumları atıp bundan nemalanma iştahından başka bir şey değildir. Hele bu sözleri “kafatasçılık” olarak tanımlamaya kalkmak ve bunun üzerinden güya siyaset üretmek ise ancak Türkiye’ye olan sevgisizlikle açıklanabilir.

Birgül Ayman Güler’in söylediği çok daha önemli ve anlamlı bir cümle var.

Güler, “Türküm diyenlere faşist, Kürdüm diyenlere demokrat denilemez” diyor.

Bu saptama yalan değildir.

Özellikle son yıllarda din ticareti üzerinden ırk ticaretine de soyunan ve kendilerine demokrat etiketi yapıştıranlar, ısrarla ve sürekli olarak “Türk” olmayı aşağılamaya, hakaret etmeye ve en sonunda adeta yok etmeye çalışıyor. TV ekranlarında, gazete safyalarında ve parti toplantılarında, sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinde Kürt’lük adeta kutsanır ve demokratlık erdemi gibi gösterilirken, Türk olmak veya Türk olduğunu öne sürmek faşistlikle tanımlanıyor.

Genç nesle “Türklük kan içicilik, katliamcılık, baskıcılık” olarak anlatılıyor, “yüzleşme” adı altında Cumhuriyet dönemi sürekli karalanıyor, demokrasi ve hukuk savunuluyormuş gibi yapılarak Atatürk ve devrimleri yok edilmek isteniyor, buna karşı Osmanlı dönemi yüceltiliyor.

Türkiye’nin sağduyulu halkı artık oynanan bu oyunu görmeli ve sesini yükseltmelidir.

Irkçılık polemiği açarak CHP’ye sözde eleştiri okları atmanın ise tek nedeni var.

Bugünkü iktidar dikensiz bir gül bahçesinde olduğu hâlde yine de CHP’den rahatsız oluyor ve partinin tamamen “etkisiz eleman” hâline gelmesi için elinden geleni yapıyor. Ülkeyi kendisi yönettiği hâlde bir muhalefet lideriymiş gibi sadece CHP’yi konuşuyor ve sürekli eleştiriyor. Bir saatlik konuşmasının yüzde 90’ı CHP üzerine. Kendi icraatlarını anlatmak yerine sadece muhalefeti suçluyor.

Bunun etkileri elbette CHP içinde sarsıntıya neden oluyor, çeşitli bahanelerle parti içine sokulan unsurlar bölünmeye yol açacak söylemlerde bulunuyor.

CHP’liler bu oyunu görmek, demokrasi, hukuk ve insan hakları kavramları altında ezilmekten kendilerini kurtararak, akla ve mantığa uygun davranmak zorundadır.

Salı, Ocak 22, 2013

Maestro Şaşırınca - Candaş Tolga Işık

Gazeteciliğe 5 yıl önce başladım ben...


5 yıl önceki Türkiye ile bugünkünü kıyasladığımda en göze çarpan durum her geçen gün daha da tahammülsüz bir toplum haline dönüştüğümüz...

Geçenlerde Sunay Akın'a sordum bunu: Neden?

"Haklısın" dedi Ve bir hikaye anlattı...

*
1700'lerin ortasında Alman Kralı II. Friedrich, Berlin yakınlannda bir arazi beğenir.

"Burayı alın bana saray yapın" der.

Kralın adamlan arazinin sahibi köylüyü bulur. "Burayı kral beğendi, saray yapacak.

Kaç para istiyorsun?" diye sorar.

"Burada değirmenim var. Satmıyorum" diye cevap verir köylü.

Kralın adamları kızar: "Saçmalama kral beğendi diyoruz, kaç para istiyorsun onu söyle..." Köylü tekrarlar: "Kim olursa olsun, satmıyorum, gidin buradan" Kralın adamlan saraya döner ve krala derler ki "Efendim beğendiğiniz arazinin sahibi bir deli! Adama arazisini sizin beğendiğinizi söyledik, 'Kaç para istersen verecek kral' dedik. Ama satmadı." Kral emir verir: "Çabuk getirin o köylüyü buraya!" Köylü, kralın huzuriina çıkanlır.

Kral der ki "Sanırım anlamadınız. O araziyi ben istiyorum. Kaç para istiyorsunuz?"

Köylü "Yoo anladım. Ama değirmenim var orada, satmıyorum" diye cevap verir.

Kral sesini yükseltir, "Deli misin sen? Sana vereceğim parayla Almanya'nın neresinde istersen istediğin kadar değirmen yapabilirsin."

Köylü der ki, "Bakın, bu değirmen babama babasından kaldı. Ben babamdan aldım ve benden sonra da çocuğum çalıştıracak. Siz kralsınız, gidin nereyi istiyorsanız alın ama burası satılık değil."

Kral çılgına döner ve ayağa kalkarak bağınr: "Unutma ki ben kralım!!!"

Köylü cevap verir "Asıl sen unutma Berlin'de hakimler var! Bu ülkede Jıiçbir güç, kral da olsa adaletin üstünde değildir."

İşfe bu yüzden bugün Berlin'e gittiğinizde II. Friedrich'in sarayını ve değirmeni yan yana görürsünüz.

*

Sunay Akın bitirirken bir soru sordu: "Demokrasi farklı enstrümanların birlikte çaldığı bir orkestradır. Bu orkestranın maestrosu adalettir. Maestroda sorun olunca bizdeki gibi oluyor... Bugün gazeteleri aç birinci sayfadan spor sayfasına kadar ne görüyorsun?" Ben cevap vermeden o tamamladı: "Adalet duygusunun zedelendiğini... İşte sıkıntı burada!"

Zindanlarda İkna - Melih Aşık

İÜ Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer “Her gece o öğrencimi düşünüyorum” diyor Radikal’de...


Hastaneye giderken yürüyüşe denk gelmiş o ögrenci... Katılmadığı halde tutuklanmış. Katılsa da tutuklanması gerekmezdi tabii. Prof. Sözüer diyor ki:

- Bu çocuk derdini anlatana kadar bir sene geçecek. Bizim bu kadar yatırım yaptığımız çocuğun hayatından çalınan günlere bakın...

Hapislerde 700’ün üzerinde öğrenci...

Mahkemelerde yüzlerce, binlerce örgüt davası var.

Bu kadar çok örgüt, demokratik ülkelerde yok. Bizde niye var?

Doğru sözü OdaTV duruşmasında, örgüt üyesi olarak suçlanan Barış Terkoğlu söylemişti...:

- Türkiye örgütsüz toplum diye şikâyet ederdik... Oysa açılan davalara bakılırsa dünyanın en örgütlü toplumuyuz...

Şu anda 700’ün üzerinde öğrenci tutuklu. Çoğu suçsuz. Ne diyor Akif Kökçe:

Geçmişte öğrenciler ikna odalarında başlarını açmaya ikna edildi diye ortalık birbirine girdi. AKP öğrencileri bugün odalarda nasihatle değil hapishanelerde zorla ikna ediyor. Ses yok...”

Bir de müzikli örgütlenme var: Grup Yorum... Onlar da bir türlü hapisten kurtulamıyor...

* * *

İstanbul Üniversitesi Dekanı Prof. Adem Sözüer konuşmuş... İyi güzel... Peki diğer hukuk fakültesi dekanları ne der ne eder... İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal dekanların sessizliği konusunda diyor ki:

Ülkede 103 hukuk fakültesi var. Ülkede bu kadar hukuksuzluk varken bu hukuk fakültelerinin dekanları ne yaparlar? Cübbelerini giyseler ‘beyler kendinize gelin’ deseler olay biter. Bu ülke sizi bu günlerde susup oturasınız diye mi yetiştirdi? Hepsine yazıklar olsun”...



İçki Yasağı Deneyi - Mehmet Yılmaz

İçki yasağı deneyleri yine başladı AKP ileri gelenleri yeri geldikçe kimsenin yaşam tarzına karşı olmadıklarını, yaşam tarzlarına müdahale etmek istemediklerini söylüyorlar, bunu biliyoruz.

Bildiğimiz bir şey de bunun tam tersini yapmak için zaman zaman denemelere giriştikleridir.

Birkaç yerde birden denerler, eğer çok gürültü çıkarsa geri adım atarlar. Gürültü çıkmazsa, toplumun belli bir yaşam biçimine hapsedilmesi yolunda bir viraj daha dönülmüş olur.

Bu konuda en çok takükları konu da içkidir.

Belli aralarla bu alana müdahale etme çabasına girerler. Bunu yaparken gündemin daha yoğun olduğu dönemleri seçerler ki fazla da gürültü çıkmasın! Bu planın uygulanmasına sessiz sedasız yine başladılar.

Önce Denizli'deki dernek lokallerinde içki satışı yasaklandı.

Sonra Ankara'da Eymir gölündeki işletmelerin ruhsatları Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu kararıyla iptal edildi.

Ankara'da Eymir dışında Mogan ve Göksu'da da göl kenarında dinlenme olanağı var, oralarda da içki satışı yasak.

THY'nin iç hatlar business class uçuşlarında da içki yasağı uygulaması test ediliyor. Çok ses çıkaran olmazsa belli ki orada da yasaklayacaklar.

"Yasak" şimdilik, "İkram servisi yükleme yapmayı unutmuş" şeklinde açıklanıyor. Koca THY'nin uçaklarına ikram, çalışanların kafasına göre mi yükleniyor, yoksa bu işin takip edildiği bir bilgisayar düzeni mi var?

İkram servisinden bana ulaşan bir "ihbar", bu unutkanlığın talimatla yapıldığını düşündürtüyor.

Bunun ne kadar ve nereye kadar yaygınlaştırılacağını izleyelim ve soralım: Kimsenin hayat biçimine karışmayacaksanız, başkasının içkisinden size ne? Size girip çıkan nedir ki kafayı bu işe takıyorsunuz?

Kusura Bakmayın - Yılmaz Özdil

Kusura bakmayın Profesörlere, doçentlere...
"Kusura bakmayın, kınıyorum, bıraksınlar bu mesleği."

Doktorlara...
"Kusura bakmayın, istediğiniz yere çeker gidersiniz." ,

Eczacılara...
"Kusura bakma, ya oturur anlaşırsın ya da gereken adımı atarız."

Şehit ailesine...
"Kusura bakmayın, askerlik yan gelip yatma yeri değildir."

İşsiz babasına...
"Kusura bakma, senin oğlun da işsiz kalsın."

Gazeteciye...
"Vatandaşlıktan çık."

Çiftçiye...
"Ananı da al git."

Yargıya...
"Önümüze engel."

Velilere...
"Kusura bakmasınlar, gidip rapor alanları evlatlarına ihanetle vasıflıyorum, benim evladım geri zekâlı diyorlar."

Tüsiad'a...
"Kusura bakma, senin arzun olmayacak, sen işine bak."

Çalışan Tekel işçilerine...
"İstediği ne? Aynı koşullarla başka yerde çalıştır... Kusura bakma!"'

Kovulan Tekel işçilerine.:.
"Kusura bakmayın, biz sizi şu an istihdam edemeyiz."

Memura....
"Kusura bakmasınlar, grev yapılırsa, neticesine katlanırlar."

Sanatçılara...
"Maaşını belediyeden alacaksın, sonra yönetime verip veriştireceksin, kusura bakmasınlar, böyle tiyatroculuk olmaz."

Milletvekillerine...
"Sine-i milletle tehdit ediyorlar, kusura bakmayın, gitmek istediğiniz yere kadar yolunuz var."

Benzin zammı...
"Kusura bakmayın, bizim petrol kuyumuz yok."

Doğalgaz zammı...
"Kusura bakmayın, fiyatını biz belirlemiyoruz."

Borç mağdurlarına...
"Kusura bakmasınlar, kredi kartının mağduru olmaz, kredi kartıyla borçlananlara dürüst gözüyle bakmam."

Çevrecilere...
"Nükleer santral riskli diyorlar, o zaman evinize Aygaz tüpü de koymayın, kusura bakmasınlar, kozmetik dünyada böyle. "

Kadınlara...
"Kusura bakmasınlar, bazı bayanlar kadm-erkek eşitliği diyor, çok höyret ediyorum, eşit haklara eyvallah ama, diğeri yaradılışa ters." ?

Öğretmene...
"Kusura bakmayın, ne söylediysek o olur, başkası olmaz, o oy senin olsun, al onu kendine sakla, bize kimin oy vereceği belli." ?

Diyeceksiniz ki...
Böyle demokrasi olur mu?

E, kusura bakmayın ama, o kadar kusur kadı kızında da olur!

Bin Yıllık Kavga - Merdan Yanardağ

YURT GAZETESİ - 10 Haziran 2012


İslam dünyası uzayan bir Ortaçağ’ın içinden geçiyor. Bin yıla yayılan uzun, acılı ve kanlı bir çağ bu. İmam Gazali’nin (1058-1111) Bağdat Nizamiye Medresesi Müderrisliğini terk edip, Mekke’de iman tazeledikten sonra İslam’da içtihat kapısını kapatmasıyla başlayan karalık bir bin yıl...


İmam Gazali’nin ünlü risalesi ‘Tehatüful Felasife’ yani “Felsefenin Tutarsızlığı”nı yazarak başlattığı tutuculuk çağı…

Kutsal kitaplar dışında hiçbir eser insanlık tarihinde bu kadar etkili olmamış ve trajik sonuçlar yaratmamıştır. İslam dünyasının yükselişini sonlandıran, bilimin ve felsefenin kâfirlik sayıldığı, insan aklının teslim alındığı büyük gericilik dönemi… Aklın değil “naklin” esas alındığı yıllar.

Doğu dünyasının ilk siyaset bilimi kitabı olan ‘Siyasetname’nin yazarı ünlü Selçuklu Veziriazamı Nizamül Mülk’ün saraya davet ederek Sultan Sencer’e danışman yaptığı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlıyor.

Gazali sadece günümüze kadar gelen egemen Sünni teolojisini kurmuyor, Şia öğretisi üzerinde de etkili oluyor. İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü kesiyor. Onu donduruyor ve böylece İslam dinini insanlığın tarihsel yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürüyor. İbni Sina’yı, Farabi’yi kafirlikle suçluyor.

İmam Gazali’nin öğretisi, bugünün geri ve Batı’nın kölesi olan İslam dünyasını yaratan anlayıştır.

***

İmam Gazali’ye en büyük itiraz yine İslam dünyasından Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelmiştir. ‘Doğu’nun en büyük âlimlerinden, felsefeci ve yorumcu İbni Rüşt (1126-1198) Gazeli’yi Endülüs’ten eleştiriyor ve onun görüşlerini mahkûm ediyor.

Aynı zamanda Kordoba Kadısı olan ve Endülüs Sultanı Yusuf’a danışmanlık yapan İbni Rüşt, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunuyor. Çünkü diyor İbni Rüşt; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.

İbni Rüşt Kurtuba’da (İspanya’nın bugünkü Kordoba kenti) Gazali’yi eleştiren ünlü reddiyesini yazıyor; ‘Tehatüfül Tehafül’ yani “Tutarsızlığın Tutarsızlığı’… İbni Rüşt felsefenin ve felsefecilerin gerçeğin bilgisine ulaşmanın yolunu açtığını, tutarsızlığın buna karşı çıkmak olduğunu söylüyor.

Yazılı tarihin en önemli ve en büyük polemiklerinden biridir. İbni Rüşt bu tartışmayı entelektüel ve felsefi düzeyde kazanıyor ama siyasal planda kaybediyor. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri itaat ve teslimiyeti savunan Gazali’yi destekliyorlar. İbni Rüşt unutulmaya terk ediliyor.

***

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbni Rüşt’ün kitapları Latinceye çevriliyor. Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbni Rüşt’ün eserlerinden öğreniyor. Bu eserler Arapçadan Latinceye çevriliyor ve Batı’da Rönesans’ı başlatıyor.

Batı İbni Rüşt’ün, Doğu ise İmam Gazali’nin yolundan gidiyor. Sonuç ortadadır.

İşte İbni Rüşt, o uzun Ortaçağ’ını yaşayan Doğu’da, 21. Yüzyılda bile Taliban ve Suudi rejimlerini yaratan İslam dünyasında sadece bir yerde, Türkiye’de kazanıyor. Bu topraklarda gerçekleşen 1908 Jöntürk ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur.

İmam Gazali’nin izleyicileri yaklaşık yüzyıldır, son çözümlemede birer burjuva aydınlanma hamlesi olan ve insanlık tarihinin ilerici kazanımları hanesine yazılan devrimleri boğmaya çalışıyor. Bugünkü siyasal kavgaların temelinde bu bin yıllık kavga yatıyor.

Yürüyen ve hâlâ bizi teslim alan kavga, bu topraklarda tam bin yıldır devam eden insan soyunun ve aklının özgürleşmesi mücadelesidir. AKP gericiliği, İslam’ın süren Ortaçağı içinde sadece bir sonuçtur.

Elbette tarihin akışına, insan doğasına, akla ve bilime karşı savaşanların uzun vadede kazanması imkânsızdır. Ancak bilinmelidir ki, gericilik geçici de olsa (kısa vadede) amaçlarına ulaşabilir. Toplumu bir önceki çağın değerlerine yeniden iade edebilir. Pakistan ve Mısır’ın acıklı serüvenleri bu olasılığı bütün boyutlarıyla gözler önüne seriyor.

İşte bu nedenle Türkiye’de İmam Gazali’nin bir kez daha kazanmasına izin vermemek gerekiyor.

Pazartesi, Ocak 21, 2013

Atatürk ve Nazım Hikmet - Zülfü Livaneli

Nâzım’la ilgili yazılarıma değişik tepkiler geliyor. Hepsini saygıya ve ilgiyle okuyorum elbette.


Görüş belirtenleri üç kategoride toplamak mümkün.

1. Nâzım’ı sevenler ve Atatürk’e duyduğu derin hayranlığı bilenler (Bu yüzden yazıları beğenenler).
2. Nâzım’ı sevenler ama Atatürk’ü eleştirenler.
3. Atatürk’e hayran olanlar ama Nâzım’dan nefret edenler.

***

Birinci görüşteki okurlarıma teşekkür ederim, zaten fikirlerimiz aynı.

***

İkinci görüşte olanlar; Nâzım Hikmet’in CHP döneminde mahkûm edildiğini, onu Kemalist düzenin ezdiğini belirterek Atatürk’le ilgili cümlelerime itiraz ediyorlar.

Nâzım’ın CHP döneminde ezildiği, uydurma suçlamalarla hapislere, hatta ölüme sürüklendiği bilinen bir şey. Zaten Şükrü Kaya’ları vs. savunan yok.

Ama Nâzım, o dönemin bütün solcu yazar ve şairleri gibi bir Mustafa Kemal hayranı. Onun kişiliğine ve anti-emperyalist mücadelesine büyük saygı duyuyor. Onun için dünyanın en güzel şiirlerini yazıyor; onu sarışın bir kurda benzetiyor.

Ve 1938 yılında Atatürk’e hitaben “En devrimci baş sensin“ diyerek bir af dilekçesi yazıyor. Atatürk o sırada Dolmabahçe’de ölüm döşeğinde. Mektup kaleme kaydediliyor, Nâzım’ın akrabası Ali Fuat Cebesoy Paşa, mektubu Atatürk’ün odasına girip çıkabilen Şükrü Kaya’ya veriyor. Mektup ulaştırılsa Atatürk’ün Nâzım’ı hapisten çıkaracağına kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü seviyor Nâzım’ı. Ama Şükrü Kaya mektubu vermiyor, saklıyor ve Nâzım yıllarca hapiste kalıyor.

Abidin Dino’dan, Hıfzı Topuz’dan, Refik Erduran’dan, Rasih Nuri İleri’den, eşi Münevver Andaç’tan, Nâzım’ın Atatürk’e hayran olduğunu defalarca duyduk.

1930’lardan sonra totalitarizme kayan CHP hükümetleri ile, Gazi’yi birbirinden ayırmak gerekir. O, hiçbir zaman Nazi hayranı ve ırkçı olmadı. Ama özellikle hastalığı döneminde her şeye hâkim olamıyordu.

***

Atatürk’ün uşağı Cemal Granda anılarında onun Nâzım’ın kendi sesiyle plağa okuduğu şiirlerini dikkatle dinlediğini ve güzel sözler söylediğini nakleder.

Ayrıca Nâzım, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gitmiş, Gazi’nin huzuruna çıkmış ve onun öğütlerine uyarak, Milli Mücadele’ye destek veren şiirler yazmıştır.

***

Üçüncü görüşteki arkadaşların bir özelliği Nâzım’ın büyük dedesi Mustafa Celalettin Paşa’nın Polonya kökenini vurgulamak için Borzecki soyadını vurgulamaları. Nâzım Hikmet Borzecki diyorlar.

Sevgili dostlar; eğer Osmanlı tarihine bu gözle bakarsanız ne Sokollu Mehmet Paşa (Sokoloviç) kalır, ne de harhangi bir valide sultan, hatta padişah.

Eğer bu devirde bile “Türk kanı“nı önemsiyorsanız gelin birlikte düşünelim: Diyelim ki Osman Gazi yüzde yüz Türk’tü. Ama oğlu Orhan Bizanslı Holofera ile (Nilüfer) evlendi. Gitti mi yüzde elli. Onun oğlu da yabancıyla evlendi; kaldı mı yüzde yirmi beş. Daha dördüncü padişaha geldiğinizde “Türk kanı“ dörtte bire düşmüş. Bir de saraya giren onca yabancı hanımı ve otuz altı padişahı düşünün. Son padişahta “Türk kanı“ ne kadardır acaba?

Ama bir imparatorluk böyle düşünülemeyeceği gibi, Türkçenin en görkemli şairi de Osmanlı paşası olan dedesinin kökeniyle yargılanamaz.

Kurtuluş Savaşımızın en büyük destanını yazmış olan şairdir Nâzım.

Bu tartışmaları bırakalım da şu görüşten, bu görüşten demeden tarihteki bütün değerlerimize sahip çıkalım.

Ben Gazi’ye hayran bir kişiyim, Nâzım’ı da çok severim ama bunca yıldır yazılarımda Osmanlı kültürü, Abdülhamid, Vahdeddin, Necip Fazıl, Peyami Safa, Sezai Karakoç gibi kimseler aleyhine yazılmış tek bir satır, tek bir kelime gösterebilir misiniz?

Gösteremezsiniz elbette, çünkü yok.

Gelin tarihteki şahsiyetler üzerinden kavga etmeyi bırakalım; bizi ayıran yüzde 1’lere değil bizi birleştiren yüzde 99’a bakalım.

Cuma, Ocak 11, 2013

Kardeşine Bakamayan Millete Nasıl Bakarmış - Ahmet Hakan

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun kardeşi Celal Kılıçdaroğlu...


Kocaeli'nde ikamet eden bir emekli imiş...
Emekli maaşı yetmeyince abisini aramayı düşünmeden İzmir'e iş bakmaya gitmiş.

İzmir'in CHP'li belediyelerine falan şöyle bir uğramaya hiç tenezzül etmeden iş bakmış.
Sonunda bir inşaatta gündüz bekçiliği işini bulmuş.

Nasıl?

İyi öykü değil mi?

Fakat işte bu öykünün de açığını bulmaya çalışanlar var: Sağdan soldan çemkiriyorlar.
Diyorlar ki: " Kardeşine bakmayan bize nasıl bakacak?" Alışmışlar tabii "bakılmaya".

İşin içinde sadaka olacak, kömür olacak, ulufe olacak, makarna olacak.
Ya da torpille bir işe tıkma olacak.
Yani inceden bir "kıyak" söz konusu olacak.

İşte bu nedenle...

Kardeşine "kıyak" geçmeyen bir liderin, iş başına geldiğinde millete kıyak geçmeyeceğini düşünüyorlar.
"Devlet" denildiğinde akıllarına toplumsal refahı arttırması gereken bir unsur gelmiyor, "bakılma" geliyor.
"Lider" denildiğinde akıllarına herkese adam gibi istihdam alanı açması gereken kişi gelmiyor, "kıyak geçmesi gereken kişi" geliyor.

"Parti" denildiğinde akıllarına ekonomik, sosyal ve sınıfsal çözüm önerileri sunan bir mekanizma gelmiyor, "partililere sınıf atlattıracak mekanizma" geliyor.

Bu yüzden...

Kardeşine "bakmayan", kardeşine/"kıyak" geçmeyen, kardeşine "sınıf atlattırmayan" lideri yadırgıyorlar, küçümsüyorlar.

Bekçi Celal Bey'in yerle bir ettiği 7 şey;

BİR: "CHP çok elitist, acayip seçkinci bir partidir" diye başlayan teoriyi yer ile yeksan etti.

İKİ: "Bunların alayı beyaz Türk'tür" şeklindeki hükmü, bekçilik yaptığı inşaatın hafriyatına gömdü.

ÜÇ: İnşaat bekçiliğini, TOKİ müteahhitliğinden bile daha etkili bir iş haline getirdi.

DÖRT: Tenezzül etmeden yaşayarak, tenezzül ederek yaşamanın tüm fiyakasını bozdu.

BEŞ: "Lider yakını" olmanın ille de zenginleşmeye yol açmayabileceğini gösterdi.

ALTI: "Biz zenci Türklerdeniz" şeklindeki AK Parti efsanesini, bekçilik yaptığı inşaatın kalıntıları arasına postaladı.

YEDİ: Uzun süredir horlanan alın terinin, ne şahane bir şey olduğunu hepimize fark ettirdi.

Perşembe, Ocak 10, 2013

Siyasi Ahlak Bakan'ın İstifasını Gerektirir - Mehmet Yılmaz


SAĞLIK Bakanlığı nın


"Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri" sıfatını taşıyan Murat Kalem isimli şahıs, gazetemizin sorumlu müdürü izzet Doğana bir ihtarname göndermiş. Gönderdiği ihtarname ile bir açıklamanın benim köşemde yayınlanmasını istiyor.

"Bütün hukuki hakları da saklı kalacak"mış ki ileride canı çekerse beni dava da etsin.

Mustafa Bey belli ki "haber nedir, yorum nedir", ikisi arasındaki farkı ayırt edebilme yeterliliğine sahip değil. Nasıl olup da basın müşaviri olabilmiş, bunu sorgulama hakkımı da ben saklı tutuyorum. Ne de olsa vergi mükellefi benim, bizlerin vergileriyle maaşını alan memur da o! Önce işini iyi yapmalı.

Olay, Sağlık Bakam'nın eşinin ameliyatını yapacak * hekimin "konsültan hekim sıfatıyla" Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesindeki 'ameliyatta bulunmasıydı. belki hatırlarsınız.

Sağlık Bakanı, tam gün yasasıyla üniversiteden aynlmak zorunda bırakılmış bir üniversite hocasına "rektörün ve dekanın izniyle" eşini ameliyat ettirmişti.

Eşine bir kez daha geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum, konumuz hanımefendinin sağlığı ile ilgili değil. Hanımefendinin kendi hekimini seçme özgürlüğü var.

Konumuz, onun sahip olduğu özgürlükten diğer vatandaşların da yararlanma hakkıdır! Konumuz Sağlık Bakanı'nın siyasi ahlak algısıyla ilgilidir.

Sağlık Bakanı diyor ki, "Tam gün kanunundan sonra öğretim görevlisi hekimler serbest çalışma karan vermiş de olsalar eğitim-öğretim faaliyetlerine katılabilirler. Tıpta uzmanlık eğitimi pratik eğitim gerektirdiğinden idarenin uygun gördüğü teşhis ve tedavi süreçlerine katılarak eğitim ve konsültanlık hizmetlerinde bulunmaları hukuken mümkündür. YÖK, Anabilim Dalı Başkam'nın talebi ve dekan onayı ile öğretim üyelerinin konsültasyon hizmeti vermelerine imkân tanımaktadır".

Ben de diyorum ki evet, bu doğru! Bunun doğruluğu Sağlık Bakam'nın halkına Siyasi ahlak Bakan'ın istifasını gerektirir karşı vicdani ve ahlaki sorumluluğunu değiştirmiyor.

Çünkü Bakan'ın eşinin kolaylıkla yararlanabildiği bu olanaktan, sıradan vatandaşın yararlanabilmesi mümkün değil.

Denemesi de bedava! 18 yıldır birlikte çalıştığım bir iş arkadaşımın kızı önemli bir nörolojik rahatsızlık geçirdi.

Hekimi, tam gün yasası nedeniyle devlet hastanesinden ayrıldığı ve bir özel hastaneye geçtiği için, iş arkadaşımın kızı aynı hekime tedavi olma hakkını ancak ekstra ücret ödeyerek kullanabiliyor.

Sağlık Bakanı, laf oyunlarının, kanun ve yönetmelik inceliklerinin arkasına saklanıp açıklamalar yollayacağına, bu sorunu düzeltmeli.

Sıra Başbakan a geldiğinde, kendisine geldiğinde bu yönetmelik ve kanunlardan yararlanıyor ama vatandaşlann tümü bundan yararlanamıyor! Buna çare bulmalı.

Şu sorulann yanıtlarını da rica ediyorum bu arada: 1- Sağlık Bakam'nın eşini ameliyat eden profesör hekim, ameliyat günü hangi hekimlere ya da öğrencilere uygulamalı eğitim vermiş? Bu eğitimi verebilecek o fakültede başka hoca yok muydu?

2- Aynı hekim eğitim verme işini geçtiğimiz ders yılı boyunca kaç kere yerine getirmiş?

3- Başbakan ın ameliyatına "konsültan ya da eğitmen" hekim diye katılan profesör, o gün hangi hekime konsültasyon danışmanlığı yapmış, hangi öğrencilere eğitim vermiş?

4- Geçtiğimiz eğitim yılı içinde aynı hekim aynı kurumda başka kaç kez "eğitim" vermiş?

5- Bu değerli hekimler, "idarenin uygun gördüğü teşhis ve tedavi süreçlerine" kanun çıktığından bu yana kaç kere katılmışlar?

Baştan uyanyorum, sallama bir yanıt yollamayın! Bana gazetecilik öğretmeye hiç kalkmayın.

İsterseniz bir dava açın da bunlann hepsini hep birlikte öğrenelim, halkımız da öğrensin! Görüşümü tekrar ediyorum ve bunun tekzip edilecek bir yönü de yok! Adı üzerinde bu bir "görüş", "yorum"! Sağlık Bakanı, vatandaşların hepsinin eşit olarak yararlanamadıklan bir süreci kullanarak eşini ameliyat ettirdi.

Siyasi ahlak istifa etmesini gerektirir, pişkin pişkin koltukta oturmaya devam etmeyi değil!

Bill Gates'i Tutuklamalı - Yılmaz Özdil

Bavul getirdiler.

İşte plan dediler.

Mahkeme inceledi, bu ne biçim
plan dedi, tutukluların hepsini bıraktı.
şak, mahkemeyi değiştirdiler.

Öbür mahkeme inceledi, öbür
mahkeme de bu ne biçim plan dedi.
şak, öbürünü de değiştirdiler.

Dava başladı.
Tutuklu sanık yok.
E bu ne biçim dava denildi?
şak, emeklileri tutukladılar.

İyi de bu ne biçim cunta, hepsi yaşlı
başlı, pijamalı adamlar denildi.
şak, muvazzafları tutukladılar.

Tamam da, bu muvazzafların
isimleri o planda geçmiyor ki denildi.
şak, donanma basıldı.

Siidiler bulundu, aha işte yok
denilen bütün muvazzaflar ordaydı.

Güzel ama, o siidilerde, o dönemde
kurulmamış şirketlerin, inşa edilmemiş
gemilerin isimleri niye var denildi.
şak, internetten mektup geldi.
şu adrese gidin, siidilerin son
hali orda denildi, bi gidildi bakıld ki,
a-aaa, eliyle konulmuş gibi bulundu.

Hepsini anladık da, bu cuntanın
silahları nerede birader demeye
kalmadı, ki, zaten TRT kameraları
eşliğinde kazılar yapılmış, bulunacak
silahlar henüz topraktan çıkarılmadan
liste halinde son dakka’lanmıştı.

Bu sefer avukatlar kıllık yaptı.
Siidilerdek(2003 tarihli belgeler,
henüz icat edilmemiş 2007 Microsoft
fontlarıyla nasıl yazılmış denildi.
şak diye cevap verilemedi...

Soru önergesi verildi.
Savunma Bakanı itiraf etti.

Hakikaten yahu, 2003 tarihli belge
2007 fontlarıyla nasıl yazılabilir,
benim de kafam basmadı dedi.
şak, siz ne konuşuyorsunuz
hemşerim, bütün belgeleri bizzat

Genelkurmay gönderdi denildi.
Hadi bakalım, Genelkurmay çıktı,
bizde belge melge yok, mahkemeye
de bi şey göndermedik dedi iyi mi?

*

Görünen o ki...
şimdi sıra geldi, Genelkurmay
karargâhının bahçesinde siidi bulup,
Bill Gates’in evini basmaya.